11 Ağustos 2014 Pazartesi

Akşam Gazetesi Kültür-Sanat Servisi11.08.2014 

ABD'nin çok satan kitaplarından 'Yalnız Kadınlar Yazı' raflardaki yerini aldı. Beatriz William'ın yazdığı kitapta I. Dünya Savaşı sonrasında, birey ve toplumda açığa çıkamayan sosyal kargaşa anlatılıyor.

New York Times Bestseller Listesinden Bir Yaz Romanı: Yalnız Kadınlar Yazı  Kırmızı Kedi Yayınları tarafından Türkiye'de yayımlandı. Kısa sürede beğeni toplayan roman, eleştirmenler tarafından da yaz mevsiminde okunması gereken kitaplar listesinde gösterildi. Beatriz Williams’ın kitabı geçen yıl ABD’de yayımlandığında, Vanity Fair, The Oprah Magazine ve Good Housekeeping dergileri tarafından yazın okunacak en iyi romanlardan biri seçilmişti. Uzun süre New York Times çok satanlar listesinde yer alan roman, üç arkadaşın yıllara uzanan arkadaşlıklarını, hayatla ilişkilerini, değişimlerini ele alıyor.  
Kitabı yazarken nelerden ilham aldınız?  
Eşimin ailesi Connecticut eyaletinin güneydoğusunda yaşıyor. Burası o şiddetli New England kasırgasının meydana geldiği bölgeye çok yakın, bu nedenle fırtına beni uzun zaman büyülemiştir. Kasırganın meydana geleceğini kimse bilmiyordu, hava tahminleri sabah saatlerinin güneşli ve öğleden sonra hafif rüzgârlı olacağı şeklindeydi. Ancak kasırganın hızı Kategori 3 olarak tespit edildi, dalgalar 6 metre büyüklüğe ulaştı. Sahildeki yerleşim merkezleri tamamen silinmiş oldu. Bölgedeki bu kasabalar ve plaj yaşantısına dair hayatları düşünmeye başlamıştım, dar bakış açılarını, su yüzüne çıkmak üzere olan pek çok aile sırrını... Hikâye böylece kafamda şekillenmeye başlamıştı. 
Kitaptaki karakterler gerçek kişiler mi? 
Hayır. Şu ana kadar bilerek, gerçek yaşamdaki bir karakteri kitaplarımda hiç uyarlamadım sanırım. Karakterler, zihnimdeki pek çok birikim içinden, zaman zaman belli konuşma tarzlarının, tavırların ve yaşam öykülerinin karışımıyla ortaya çıkıyor. 
Değişimin romanı
Yalnız Kadınlar Yazı’ndaki favori karakterim, diyebileceğiniz var mı? Varsa, kim? 
Bir favori seçmek çok zor çünkü tabii ki, Nick ve Lily’ye bayılıyorum. Sanırım ana karakterlerinizi çok sevmelisiniz. Budgie, yazması oldukça zor bir karakterdi. Gizemli ve karakterini hemen belli etmiyordu. Ama kuşkusuz en eğlenceli olan, Lily’nin teyzesi Julie.

Sizce, okuyucunun Yalnız Kadınlar Yazı’ndan kendine çıkaracağı şey ne olacak? 
Umarım keyifli zaman geçirirler. Beni farklı hayatların içine çekebilecek kitapları seviyorum. Yalnız Kadınlar Yazı’nda da bunun olması için uğraştım. Kitap, sosyal ve cinsel kargaşanın her şeyi altüst ettiği Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki yıllarda, bireylerde veya toplumda açığa çıkamayan pek çok şeyi anlatıyor. Bu Seaview ve Western kültüründe oluşan gerçek bir kasırga. Ve kitap da bu detayları vurguluyor. 
Daha fazla gizem ve aşk
Bundan sonraki işler hakkında bilgi alabilir miyiz? Yeni bir şey üzerinde çalışıyor musunuz?  
Bu yıl çıkacak bir sonraki romanımı yeni tamamladım. Bu romanda Schuyler ailesinin farklı bir versiyonu uyarlanıyor. 1964 Manhattan ve 1914 Berlin dönemleri. Daha fazla gizem ve aşk hikâyesi, aileye başkaldırış... Hikâyede Julie Teyze, Nick ve Lily de görünecek.
Kaynak: http://www.aksam.com.tr/yasam/kultursanat/degisimin-romani/haber-330799

8 Ağustos 2014 Cuma



José Saramago'nun bu çarpıcı öyküsü, kimseyi varlığına inandıramadığı bilinmeyen bir adanın peşine düşen bir adamın ve tüm hayatını geride bırakarak bu arayışa katılmaya gönüllü bir kadının hikâyesini anlatır.


Bu çocuksu, masumane öykü, derin mimarisiyle birlikte ele alındığında birden kılık değiştiriyor ve Swift’i ya da Voltaire’i aratmayacak parlak bir felsefi metne dönüşüyor. Anlatı teknikleriyle oyunlar oynayan büyük yazar, okura yeniden harika bir okuma zevki sunuyor.


Emrah İmre’nin Portekizceden çevirisi ve Birol Bayram’ın desenleriyle okurun minör başyapıtlarından olacaktır Bilinmeyen Adanın Öyküsü.


“Saramago görünüşte sade bir öyküyü basit bir dille ve masum karakterlerle aktarıyor; okurlar, hayalperestler ve âşıklar psikolojik, romantik ve toplumsal altmetinleri fark edecektir.” 
Publishers Weekly



6 Ağustos 2014 Çarşamba

Mert Tanaydın

Edebiyat Haber 07.2014 


610052_2
Bizim Pascal Mercier olarak tanıdığımız yazar aslında felsefeci Peter Bieri. II. Dünya Savaşı’nın sonlarında, tüm Avrupa ve dünya kavrulurken diplomatik, finansal ve fiziksel dağların korunaklı kıldığı İsviçre’de, başkent Bern’de 1944’te dünyaya gelmiş Bieri.
Babası klasik müzik bestecisi. Kolejden sonra üniversite eğitimini kendi kentinde dilbilim üzerine görmekteyken, yeniden kurulan dünyada aşka verilen fırsatı kullanarak Londra’ya gitmiş. Orada İngilizce ve Hint bilimleri eğitimi görmüş. Yirmilerinin başında Latince, İbranice, Yunanca ve Sanskritçe bilen Bieri, Heidelberg’te felsefeye devam etmiş. 1970’lerde bilişsel psikoloji ve beyin üzerine çalışmış, Kaliforniya’daki Berkeley’de, Harvard’da, Berlin’de, Kudüs Üniversitesi’nde araştırmalar yapmış, dersler vermiş, 80’lerden itibaren Almanya’daki çeşitli üniversitelerde (Heidelberg, Marburg, Berlin) görev yapmış. Üniversitenin neredeyse şirketleri andıran performans ölçümlerine dayalı bir kurum haline geldiğini öne sürerek, emekliliğini istemiş, son yıllarda dışarıdan dersler veriyor. Tüm bunları yapan Bieri, doksanlarda içindeki yazarı, Pascal Mercier’yi de keşfetmiş ya da icat etmiş. Alman eğitim sisteminde yazarlara sıcak bakılmadığından (!), mecburiyetten. Ülkemizde Mercier’nin romanları Kırmızı Kedi Yayınları tarafından yayımlanıyor. Artık herkesin bildiğini sandığım Lizbon’a Gece Treni dışında da sarsıcı yapıtları var.
Sanatçının başarı takıntısının ne tür sonuçlara yol açtığına dair okunabilecek romanı Sahnede Ölümİlknur Özdemir çevirisiyle raflarda yerini almıştı. Sanatsal yönü oldukça gelişmiş bir burjuva ailesinin, yetimhaneden yetişmiş olmasına rağmen kusursuz bir piyano tamircisi ve hevesli bir besteci olmuş bir baba, talihsiz bir kazaya kadar güzel ve başarılı bir balerin olan, zengin aile kızı bir anne ve her biri tutkularını kontrol etmekte zorlanarak büyümüş bir oğlan (Patrice) ve bir kız (Patricia) ikiz kardeşten oluşanailenin etrafında kurulmuş, yoğun ve gergin bir roman ortaya çıkarmış Mercier. Piyano tamircisinin bestelerine yönelik tutkusunun, cinai sonuçlara bile ulaşan boyutları, sadece kendisini değil ailesini de sürüp götürecektir. Romanda kültürle dopdolu ailenin hiç beklenmedik bir şiddet eylemiyle hayatlarının tamamen değiştiği âna kadarki tüm öykülerini iki kardeşin birbirlerine yönelik yazdığı içdökme defterlerinden öğreniyoruz, bir bakıma komşu kahve masasında unutulan defterleri karıştıran davetsiz bir göz olarak. Mercier belki de romanında aktardığı pek çok duyguyu, kendi müzisyen babasıyla yaşamış Bieri’den esinlenmiştir.
Yakın zamanda, Mercier’nin son romanı Lea da, Neylan Eryar çevirisiyle okurlara sunuldu. Mercier’nin bir kere daha müziğe, başarı takıntılı müzisyene, bu sefer baba-kız üzerinden, aile ilişkilerine, kültürel olarak üst seviyede aşk denklemlerine geri döndüğü söylenebilir. Annesini kaybettikten sonra kemana tutkusunu yönlendiren genç Lea’nın, önce ilk öğretmeni Marie Pasteur’e, ardından gösterişli burjuva öğretmeni David Levy’ye sanki bir âşık gibi kendini kaptırmasına şahit olan babasının ağzından, genç müzisyenin ve tabii ona hayran babasının trajedisine kulak misafiri oluyoruz. Genelde Mercier, romanlarında ilk odağa aldığı ya da anlatıcı olarak seçtiği karakterlerinin, kendi buhranları içerisinde yollara düşmüşken karşılaştıkları ya da kendilerini analiz ederken hayat hikâyesine ulaştıkları, sonradan ortaya çıkan insanların anlatılarını çok daha iştahlı anlatıyor. Bu romanda da asıl anlatıcı, başarılıyken bir başka trajedi nedeniyle işinden ayrılmış bir cerrah. Tercih edilen paralel kurgu, Sahnede Ölüm’de olduğu gibi iki farklı defter/kardeş biçiminde değil de, daha çok dinlenilenin hikâyenin içine serpiştirilmesi şeklinde oluşturulmuş. Romandaki bazı ipuçları, Bieri’nin, bu sefer Hollandalı baba Martijn Van Vliet olduğunu sezdiriyor.
Sanatın kusursuzluğa giden, bir ömür boyu sürecek bir hazırlık olduğu klasik müzik alanında, kendilerini takıntılarına kaptırıp halihazırdaki yeteneklerini hor gören kahramanlarıyla Pascal Mercier romanları, okurlara derinlikli birer uyarı sanki: Zamane trajedileri insanların aymazlıklarıyla gelir.

Kaynak: http://www.edebiyathaber.net/kultur-basari-hirsi-ve-trajedi-merciernin-yapitaslari-mert-tanaydin/

4 Ağustos 2014 Pazartesi

Burak Abatay
BirGün Kitap Eki

Son zamanlarda Türkiye edebiyatına armağan edilmiş, günümüz çağının adi sermaye döngüsünün baş çarklarını işaret eden ve bunun karşılığında da bu çarkların araçlarını, ahlakı, normları, yasaları, üzerine düşünemeyecek kadar olan zamansızlığımızı anlatan bir roman Kırmızı Kedi etiketiyle raflardaki yerini aldı. Yazar Hüsnü Arkan, Hırsız ve Burjuva ile İsyanın ezilenler için tek kurtuluş olduğunu ifade ederken Karanlık Orta Çağ’ın aydınlanmasının teknolojik gelişmelerle değil, özgürlükle olacağını da sözlerine ekliyor. Hüsnü Arkan’la 6. Kitabı üzerinden, özgürlüğü, ahlakı, burjuvaziyi ve elbette ki isyanı konuştuk.
    Hırsız ve Burjuva, yayımlandığı gün itibariyle yaşananlardan dolayı siyasi konjonktürün içerisinde yer edinebilir bir kitap oldu. Para sadece çalınabilir bir şey midir?
    Kitap konjonktürün ne kadar içindedir, onu bilemem ama kazara olmuştur diyemeyeceğim. Çünkü adalete, eşitsizliğe, mülkiyete ilişkin sorular, benim gibiler için siyasî gündemde önemini hiç kaybetmedi. Bu sorular yüzünden, arkasına yaslanıp okuyucuda müsekkin etkisi yaratacak şeyler yazamayanlar hep olacaktır. Romanda anlattığım şeyler, siyasî edebiyatın son iki yüzyılda defalarca anlattığı merkezî temayı işliyor. Bu kadar geniş ve derin bir antolojinin varlığı hesaba katılırsa, içinde yaşadığımız sistemde eşitsizliğin giderilemeyeceğini, adaletin bu sistemde mümkün olmadığını artık herkesin çok iyi biliyor olması gerekirdi. En azından herkes bunu biliyormuş gibi yapabilirdi. Ama bilmiyormuş gibi yapıyorlar… Bu durumda benim de iki yüzyıldır yazılanları tekrarlamaktan başka çarem kalmıyor; mülkiyet hırsızlıktır ve onun en basit, en karmaşık ahlakî tanımı budur. Bundan daha güncel bir hikâye yoktur. Bize adalet vaat edenler kelimelerinin birer yalan olduğunu biliyorlar. Geçenlerde çok ciddi bir biçimde kaleme alınmış, böyle yazıldığı için de komik olmuş bir yazıda eşitlikçi ütopyaların çökmüş olduğu müjdesini bir kez daha okudum. Bu iddia yaşadığım çağda insanların çoğuna gerçekmiş gibi görünüyor. Sistemin ideologları, karşılarında bir ideal görmekten, bir ütopya görmekten nefret ediyorlar. İnsanoğlunun yaratabileceği en mükemmel sistemin kapitalizm olduğuna dair kendinden menkul bir imanları var… Bu iman Hıristiyanların ya da Müslümanların imanına benzemiyor. Eyüb’ün Tanrı’ya başkaldırmasına bile iyi gözle bakmıyorlar. Kârlarının yüzde kırkını bile zekât olarak vermekten kaçınmanın yollarını arıyorlar. Ahalinin Tanrı’dan çok kapitalizme inanmasını istiyorlar. Modern bir din bu… Ahlakın içini boşaltıyorlar. Avrupa’da yayınlanan reklamların gelirleriyle Afrika’da her yıl bilmem kaç bin tane su kuyusu açılabiliyor. Silahlanmaya ayrılan harcamalara hiç girmeyelim… Kapitalizmin, son iki yüzyılda olgunlaşan bu yeni dinin sunduğu tek bir şey var; adaletsizlik. Hırsızlığı yapanlar, parayı çalanlar insanların ortak mülkünü çalıyorlar.
    Kitapta rastladığımız birçok kavramdan bir tanesi de kader olgusu. (Ör. sy. 39 İlk iki paragraf) Kitapta Hadım Bey haricinde kendi kaderine tepeden bakan kimse görülmüyor. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?
    Her sabah saat altıda evden çıkıyorsanız, uzun bir iş gününden sonra akşam sekizde, dokuzda eve dönüyorsanız, TV’de dizi filminizi izleyip uykuya dalarsınız… Kaderinize tepeden filan bakacak ne zamanınız ne de gücünüz kalır. Elbette, küçük insanlara özgü bir hâkimiyet alanınız vardır… Üç beş kuruşluk ücretinizi nasıl harcayacağınız, nasıl tüketeceğiniz konusunda sizi özgür bırakırlar. Ama bu özgürlüğü de seçimlerinizi belirleyerek elinizden alırlar. Kader denen şeyin neye benzediğini her faciada, her cinayette görüyoruz. En son Soma’da gördük. Adam çıkıp diyor ki, bu kaderdir, fıtratında vardır. Bu yalnızca siyasî bir gaf değil. Bu, burjuvazinin kullandığı yabancılaştırma efekti… Şehit ilan edeceksin ve cennete göndereceksin… Adamlar kendilerini Tanrı yerine koyuyorlar.
    Ahlakçılık ya da toplumsal normlara eyvallah etmek sınıfsal bir kimliğin ürünü müdür?
    Kimin eyvallah ettiğine ve ahlakçılıktan ne anladığımıza bağlı… Ahlakçı olmakla ahlaklı olmak arasındaki fark, bir açıdan, kuralları koymakla kurallara uymak arasındaki farka benzer. Kuralları mülk ve erk sahipleri koyuyor. Kendileri uymak zorunda değillerdir. Uymak zorunda olanların kimlikleriyse öğrenimle, deneyimle olgunlaşır. Bu yüzyıl, tıpkı geçen yüzyıl gibi bize çok şey öğretecek. Çünkü burjuvazi hâlâ aç. Ama onlar iktidara ve paraya ne kadar açsa, biz de özgürleşmeye o kadar açız. Bu gerçek, çatışma alanları doğuruyor ve doğuracaktır. Sınıfsal kimlikler bu çatışma alanlarında ortaya çıkıyor.
    Burjuvanın bir ahlakı olabilir mi?
    Olabilir mi değil, vardır… Kapitalizm bütünsel ahlakî değerler içerir. Hani özgürleşme yanlıları için diyorlar ya, bütüncü ahlakî çözümlemelerin zamanı geçti diye… Kapitalizm bütüncü çözümlerin Allah babasıdır. Aidiyet, millî ve dinî birlikler, miras hukuku, büyük aile ve sülale meselleri; bütün bunlar çok kutsaldır. Bayraklar ve ulusal marşlar çok kutsaldır. Bunlara karşı çıkanları cezalandırırlar. Hatta bu kutsallık ilgisini kendi muhaliflerine de bulaştırırlar. Ama bütün bu bütüncü yapı içinde bireye tek bir çıkar yol sunulur: Başının çaresine bak! Bu dayatmayı kabul etmek, burjuvazinin ahlakını kabul etmek anlamına gelir. Burjuvazinin ahlaksızlığı bir ahlaka sahip olmasıdır. Onda sahte olan şey ahlaksızlığı değildir, ahlakıdır.
    Burjuvayı yönetmek nasıl mümkündür?
    Yönetmek bir yana, burjuvayı doğurabilirsiniz bile… Onun adına hükümler yaratabilirsiniz, onu yönlendirebilirsiniz. Siyasi mekanizmalar biraz da bu işe yarar. Prens Bismarc, Napoleon Bonapart, Orta-Doğu’daki Baas hareketi, bizdeki Kemalist hareket; bütün bunlar gerçek siyasî görüngüler… Bizler dikkatimizi yalnızca kural olana ya da kural olduğunu düşündüğümüz şeye veriyoruz. Oysa hayat istisna ve rastlantılarla dolu ve çoğu zaman neyin istisna neyin kural, neyin rastlantı neyin olanaksızlık olduğunu anlayabilecek durumda değiliz. Ama dediğim gibi, bunlar siyasî görüngüler… Ekonomik görüngüler bu denli tutarsız ya da kaypak değildir. Daha geniş tarihî dilimlerle baktığımızda, sınıf davranışlarının siyasî güçlerin kararsızlığını örttüğünü görürüz. Bazen yirmi otuz yılda örterler, bazen de yüz yılda, iki yüz yılda.
    Hırsızlık nedir? Trilyonluk yolsuzluklarla ütü çalmak aynı tanımın ürünleri midir?
    Hayvanların doğal çevreyi ve o doğal çevredeki zenginlikleri sahiplenmelerini örnek göstererek, hırsızlığın bir doğa kanunu olduğunu kanıtlamaya çalışmak kadar aptalca bir şey yoktur. Küçük çocuklarda yaygın olarak görülen “aşırma” huyunun eğitimle önünün alınabildiğini herkes bilir. Yani insan hayvana benzemez; doğanın hayvan kadar yakın bir uzantısı değildir. Ama büyük yolsuzlukların failleri birer hayvandır. Eylemlerini de toplumsal yasaların doğal yasallıklarla en azından benzerlikler gösterdiği vurgusuyla mazur göstermeye çalışırlar. Şeyh Galip, Mevlana’yı övmek için “çaldımsa mirî malı çaldım,” dedi ya; işte o mazurdur. Bunların çaldığı mirî malı filan değil. Düpedüz halkın kursağındaki ekmeği çalıyorlar.
    Kitapta hayal satan bir ihtiyar “Sadece salaklar ikinci el bir gerçeğin içinde yaşamayı kabul edebilir. Çünkü onların hayalleri ikballeriyle sınırlıdır” diyor. Elden düşme gerçeklerin hiç mi kazanımı olmadı insanoğlu için?
    Avrupa ortaçağını yaşayan insanların çoğu birer kayıptır… Onlara artık insanoğlu diyebiliyoruz. Daha iyi bir yaşamı hayal edemedikleri için o yaşama dört yüzyıl boyunca mahkûm olmuşlardır… Ama aynı zamanda çaresizdirler, başka türlü düşünme ve hareket etme olanağından yoksundurlar. Kepler, yıldız falına inanmadığı halde kralın falcılık teklifine açık bir olumsuz yanıt veremedi. Bugünün bilim insanlarından çok mu farklı düşünüyordu? Ya da genel olarak gökyüzü hakkında bizim bugün bildiğimizden milyonlarca kat daha azını mı biliyordu? Hayır. Günümüz astronomisi onun ve onun gibilerin teorileriyle kuruldu. Yalnızca farklı bir çağda yaşıyordu. Bu çağı şimdi hayal edemiyoruz. Salaklarla kurbanların karışması belki de bu yüzdendir. Elden düşme gerçek dediğim şey bugün içinde olduğumuz, elimizde tuttuğumuz gerçektir. Ortaçağda yaşayanların içinde oldukları, ellerinde tuttukları gerçektir. Yaşamlarını zekâta, sadakaya hapseden inanmışların gerçeği… Çünkü başka türlüsünü hayal edemezler. Biz de edemiyoruz. Dünyayı bugünküne çok benzer olarak yaratılmış bir sistem olarak görüyoruz. Burada özgürleşmenin genişlediği tarihi alanlara dikkat göstermek gerekiyor. Örneğin 19. Yüzyıla ve o yüzyılın düşünürlerine… 68 hareketine ve Türkiye’deki yansımalarına… Bugünün Latin siyasetine… Hayal gücünün ve gerçekliğin ne olduğu konusunda onlardan öğrenebileceğimiz çok şey var. 8. Evren’in öğrenilerine göre; kızının okul harçlığı için telefonla seks yapan kadın, kaçak rakı satan bakkal, temizliğe gidenler, kot taşlamacılığı yapanlar, orospular, birahane müdavimleri, mahalle sakinleri yaptıkları işlerden ötürü suçlu değillerdi. Çağrı da tam da burada “Bütün masumlar ayaklanın! Bağışlanmada adalet isteyin!” üzerine. Masum insanlar kimden isteyecekler bunu? Ya da bir diğer deyişle bağışlanma kim tarafından yapılacak? İsyan, öğrenilen bir şeydir; kimse doğuştan isyankâr değildir. Masum kalmanınsa iki yolu var. Ya her şeye katlanacaksınız ya da her şeye isyan edeceksiniz. Kitlelerin şiddetiyle bireysel şiddet ayrı şeylerdir. Kitlelerin şiddeti adam öldürmez, yalnızca talep eder. Ama ölümüne talep eder. Tabii ki bağışlanmada adalet isteyeceğiz. Kursağına beş kuruş haram girmemiş birinin masumiyetiyle, hayatı boyunca hep haram yemiş birinin masumiyeti aynı şey değildir. İkisi de aynı Tanrı’ya dua eder ama aynı şey değildir. Burjuvazinin elinden Tanrı’yı alırsanız, burjuvazi açıkta kalır. Sömürülenlerin elinden Tanrı’yı alırsanız hiçbir şey olmaz… Kısacası bizim projeksiyonlara ihtiyacımız yok. Tam tersine, adaleti içselleştirmeye ihtiyacımız var.
    Evren için rüyalar ve hayallerin, Hülya ve Hadim Bey için ise hikâyelerin çok önemli bir yeri var. Sizin için durum nasıl?
    İnsan, yaşadığı gerçeklikten ibaret, tek katmanlı bir yaratık değil. Beynin fizyolojisi rüya görmeye, tasarlamaya, hikâyeler uydurmaya elverişli… Biri çıkıp size şunu derse sorgulamalısınız: “Artık dinlerden başka bir hikâyeye, cennetten başka bir hayale ihtiyacınız yok!” Ortaçağda suç olan şeyler bu çağda moda! Adamlar Kâbe’yi uzay mekiği haline getirdiler. Artık iki kilometreden tavaf edebilirsiniz. Bunu üç yüz yıl önce hayal edemezdiniz. Hayal etmek bir yana, bu bir suçtu. Öte yandan, Amerikan hükümetinin kendi düşmanlarına karşı davranış tarzına bakmalı… Artık bir savaş hukukunu gözetmiyorlar. Vietnam’la başlayan barbarlıklarını yasallaştırdılar. Onlar hayallerini gerçekleştiriyorlar. Bir gün çalışanlar da gerçekleştirecektir. Bu umudu taşımazsak özgürleşmede bir adım bile ilerleyemeyiz.
    Hırsız ve Burjuva ile ne yapmak, neyi vermek istediniz?
    Tam olarak dünyadaki temel çatışmayı vermek istedim. Bugün bu çatışmayı çok iyi gizliyorlar. Medya, siyasî mekanizmalar, akademi çok iyi gizliyor. Neredeyse temel çatışmanın Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında olduğuna inanmaya başlayacağız… Medeniyet Çatışmaları tezi bunu öngörüyor. Hükümetimizin öngörüsüz siyasetleri bunu öngörüyor. Dahası, etliye sütlüye karışmamayı yeğleyen edebiyatımız da bunu öngörüyor. Asıl çelişkinin doğuyla batı arasında yaşandığı ifadesi çok eski bir yalandır. Afrika’nın yoksulluğu sınıfsal bir sorundur. Zenginlikler arası farklılıklar sınıfsaldır. Osmanlı’nın son iki yüzyılında kendi içine göçmüşlüğü, yeni Türkiye’nin açmazları ve ona biçilen ömür; bütün bunlar sınıfsaldır. Dünyayı yirmi bin aile idare ediyor. Karşılarında devasa bir çalışanlar yığını var… Asıl çelişki burada. Tarih, sandığımız kadar vefasız değildir. Gezi olayları gösterdi ki, Türkiye kendi 68’ine dönmek istiyor… Devlet şiddetine karşı yeni silahlar keşfediyor. Bin kere daha başarısız olacağız. Ama başarısız olmak adaletsiz yaşamaktan iyidir.
    Yalnız Değiliz üzerine söyleştiğimizde muhalif şeyler söylemek için Türkiye’nin son yıllardaki durumu fazlasıyla ilham verici bir hale geldiğini ifade ettiniz. Bu sanıyorum ki son sürat devam ediyor siz sanatçılar için.
    Sanatçı kisvesini pek sevmiyorum. Mahallemde kimse beni sanatçı olarak tanımıyor; insan muamelesi yapıyorlar; bu da benim hoşuma gidiyor. Muhalif olmak için bir yerden başka bir yere geldiğimiz doğrudur… Ama aslında bizler konum değiştirmiyoruz. Konum değiştiren toplum… Başkaldırmayı, talep etmeyi, katılmayı öğreniyorlar; yaratmayı ve yeni siyasî süreçler üretmeyi de öğrenecekler. Çalışanların muhalefeti yoksa sanatçının muhalefeti çok şey ifade etmez. Bazı inatçı adamlar çıkar, sözlerini söyler, giderler. Bunları çoğunlukla kimse dinlemez. Ancak yazdıkları, söyledikleri bir yerlerde kalır. Ben, Aziz Nesin’in bir gün hortlayacağına inanıyorum. Cervantes nasıl hortladıysa o da hortlayacaktır. Kendi çıkarlarını görmezden gelen bir toplum sürekli bu halde kalamaz.
    Romandaki sıkça yapılan alıntılar sizin için ne ifade ediyor?
    Bunlar her şeyden önce benim sevdiğim, okuduğum, okuyarak tanışmaktan memnun olduğum yazarlar ve şairler. Tabii ki Churchill hariç… Diğerleriyle onun arasında belirgin bir fark var.
    Kitaptaki maymun ve muz örneklemesinden yola çıkarak mükafatsız bir cefa biz insanlara göre değil midir?
    Ödülsüz uğraşıyı maymunlar bile istemez… Laboratuarda peynir labirentine giren fare bile istemez… Ama bir yığın hikâye, birçok dinî ve millî aidiyet kolaylığı, bir sürü vaat uydurarak insanları maymundan ve fareden daha aşağılık duruma düşürebilirsiniz. Bir insanı bir madende ayın otuz günü çalıştırabiliyorsanız, o insan o çalışmasından ötürü gıkını çıkarmıyorsa, evet, cefa biz insanlara göredir. Ama işler her zaman mülk sahiplerinin istediği gibi gitmez. Hatta son tahlilde maymunlar ve fareler kazanır. Bu boş bir laf değil. Kölelerle köle sahipleri arasındaki adaletsiz savaşı kim kazandı sanıyorsunuz? Sonuç kesinleşti mi? Burjuvazi mi kazandı? Bunu söylemek için henüz çok erken. Daha çok şey göreceğiz. Ancak adanmışlık kültürü de eleştirilemez bir şey olmaktan çıkmalıdır. Barbarlığın önüne geçmenin tek yolu bu; bireyin siyasallaşması ve kendini şiddeti reddedebilecek bir güç olarak hissedebilmesi…
    Fantastik olgular, edebiyatınızda güzel bir lezzet. Bu kitapta da es geçmemişsiniz. Garip yaratıklar, düşsel yaratıklar, ucubeler; bunlar gerçek hayatta sanatçıların tasarladıklarından daha fazla…
    Bir teyze çıkıyor, ‘ben başbakanın götünün kılıyım,’ diyor. Tolkien’in romanlarında bile böyle bir kahraman bulamazsınız. Salvador Dali’nin resimlerinde böyle bir figür yoktur… Bayağı lezzetli… Bir bakan çıkıyor, “ben bunları ne için, kimin için yaptım,” diyerek ağlıyor. Yaptığı şey yolsuzluk… İnsanlar bunları seyrediyorlar ve hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına devam ediyorlar. İşte size fantastik! Yoksullukla zenginliğin karşıtlığı bu çağda bu biçimde tecelli ediyor. 

    Kaynak: 
    http://rubininki.blogspot.com.tr/2014/06/husnu-arkan-birgun-roportaj25062014.html
Bedia Ceylan Güzelce
Radikal Kitap Eki 15.03.2014 




Hüsnü Arkan yeni romanı Hırsız ve Burjuva’da, Evren, Gülgün ve Ruhan karakterleri üzerinden bir yakın Türkiye tarihi portresi çiziyor. Arkan ile romanını konuştuk.
Zamanlama olarak manidar bir kitap. Siz bu romanı ne zamandır yazıyorsunuz?
Hırsız ve Burjuva, epeydir masamda duran bir dosyaydı ama üstünde ciddi olarak çalışmaya 2012’de başladım. Adını kastediyorsanız, adı başından beri buydu; Hırsız ve Burjuva. Bunun son hükümetle ve son hükümetin sunduğu olanaklardan faydalanan Anadolu sırtlanlarıyla özel bir ilgisi yok… Genel bir ilgisi var. Hırsızın ve burjuvanın aynı kişi olduğuna inananlardanım. Dün, bugün, gelecek fark etmiyor. Sermaye birikimini bana kimse şansla, girişkenlikle ve girişim özgürlüğü gibi kendinden menkul kavramlarla açıklayamaz. Burjuvazi hırsızdır ve miras hukuku bu hırsızlığı korumak için vardır.
Hikâye 1980’den günümüze uzanan bir boşluğun, toplumun bilincinde açılan bir oyuğun içine giriyor sanki… Böyle bir oyuk var mı sizce de?
Dünya tarihinde düz yer bulamazsınız; her yer delik deşik ve oyuktur. Ayrıca toplum bilinci dediğiniz şey de sosyologların uydurmasıdır. Bilinç kişisel bir şeydir; toplumların düşündüğü ancak varsayılabilir. Biz Türkiye’de yaşayanlar kendi ülkemizi çok önemsiyoruz. Oysa önem nesnel bir şeydir. Ben Moğolistan’ın ya da Ruanda’nın bölgelerinde oynadıkları rollere bakmam. Ortalama bir Moğolun, bir Ruandalının ne kadar özgür olduğuna bakarım. Bireyin özgürlüğü nesnel bir kıstastır. Olanaklarınızın genişliğiyle ilgilidir. Çoğunluk Shakespeare’e ya da Chopin’e ulaşamıyorsa o halkın özgürlüğü benim açımdan tartışılabilir bir şeydir. Çoğunluk karnını doyurmak için çöp karıştırıyor ya da seçim dönemlerinde zekât bekliyorsa o çoğunluk özgür değildir. Dünya nüfusunun yüzde üçünü oluşturan bir ülke, dünyanın ekonomik hacminin binde sekizini üretebiliyorsa o ülkenin yurttaşları kapitalist ölçeklerde bile başarılı sayılamaz.
Romandaki Evren karakterinin çıkış noktası neydi ya da kimdi? Bu karakteri meydana getiren unsurlar nelerdi?
Evren, bir hırsız. Burjuva olmayan, sıradan, normal ve küçük bir hırsız. Hatta hırsız olmadığı bile söylenebilir; yalnızca çalıntı mallar satıyor. Dolap çevirmek bu tiplerin bildiği tek iştir. Kolay para kazanmak, bir mesleği olan sıradan insanların harcı değil… Kimin harcıdır diye sorarsanız onu bilemem. Romanda, burjuvanın hırsızlığıyla boy ölçüşebilecek düzeyde bir eylem sergilemiyor Evren. Geçinmeye çalışıyor ve “sıradan” biri olarak yaşıyor. Bu sıradanlığın nasıl bir şey olduğunu anlamaya çalışmalıyız. Turgut Özal, “Benim memurum işini bilir” dedi ya, bunu anlamaya çalışmalıyız. Sıradan insanın bir hırsıza dönüştürülmek istendiğini anlamalıyız. Kemal Sunal filmlerini anlamalıyız.
Evren vaktinden erken doğan bir bebek. Yaşamı itibariyle de kendi zamanını bulamamış bir karakter. Böyle zaman kaymaları içinde kaç insan kaybolup gitmiştir sizce
Yaşadığımız sistemin adı kapitalizm… Ancak sistemin sıradan insanları ne tür ahlaksızlıklara yönelttiği konusuyla ilgiliyse şöyle yanıtlayabilirim: Birey, bir açıdan toplumsal süreçlerin dışavurumudur. Birey, çevresinde olup bitenlerin herhangi bir sonucundan ibarettir. Birey, bu durumla baş edebilmek arzusu taşıyabilmek zorundadır. Onu bu arzuyla donatmak demokratik olduğunu öne süren eğitim politikalarının görevidir. Eğitim politikaları bunu başaramazsa ortaya salak çocuklar çıkar. Karşılaştıkları her soruya “Ne demek istiyorsun babacığım,” diye yanıt verirler. Türkiye’de hiç zaman kayması olmadı. Hâlâ 1876’dayız, hâlâ 1908’deyiz. II. Abdülhamit, Mithat Paşa’ya sordu derler ya, öyle. “Ne yani, Çıplak Mustafa’yla ben eşit mi olacağız?” Bunlar da soruyorlar: “Ne yani, eşit mi olacağız?” Ben de diyorum ki, tabii ki eşit olacağız birader. Ben suç işlediğimde yargılanıyorsam sen de yargılanacaksın. Suçun sabit görülürse de hapis yatacaksın. Sevan Nişanyan’ı utanç verici bir biçimde cezaevi cezaevi gezdiriyorsun ya, öyle…
1980 darbesi, “aşk”ı besledi mi yoksa onu da bastırdı mı?
Bu soru aklıma İlya Ehrenburg romanlarını ve bir de Louis Aragon şiirini getirdi. Mutlu Aşk Yoktur ya da Paris Düşerken… Ama bütün bunlar bana şimdi çok anlamsız geliyor. Çok daha yakın duygular var. Okurlara sol hareketin deneyimlerini, Kürtlerin son otuz yılda yaşadıklarını okumalarını öneririm.
Ruhan, belki de içinde bulunduğu koşullardan dolayı, acımasızlaşmış bir karakter. Onun hayatını devam ettirme şeklinin bugünde nasıl bir karşılığı var?
Ne yazık ki, işledikleri cinayetlerle, uyguladıkları baskılarla geçinen, bütün bunları yaparken devletten maaş alan insanlar var. 12 Eylül’den sonra yüz bini aşkın insan işkenceden geçti. Kürt köyleri kendiliğinden alev almadı. Bunları birileri yaptı. Bugün gazetecilerin evlerini basanlar, Berkin’i ölmeye mahkûm edenler, sokaklarda insanların kafalarına gaz fişeği atanlar, gençleri öldürenler aynı adamlar. Bunlar öldürdükleri için para alıyor. Devlet böyle bir şeydir. Masumları öldürenlere para öder.
Bu roman sizin yazarlığınızda nasıl bir yerde duruyor. Sizin için ayrı bir yeri var mı, varsa neden?
Hırsız ve Burjuva’da dünyayı dolaysız olarak anlamaya, yaşadıklarımızın nedenleri hakkında genel bir çerçeve oluşturmaya çalıştım. Kapitalizm nedir? Ne değildir? Bundan ahlaki sonuçlar çıkar mı, kapitalizmde ahlaklı kalmak mümkün müdür, bizler sığ insanlar mıyız, derinlikli miyiz, dahası bizler neyiz? Sistemin köpekleri miyiz? Kurnaz mıyız, tilki miyiz, hakikaten bazı şeylere inanıyor muyuz, Tanrı’ya inanabilme ihtimalimiz var mı? Birbirimize madik atarken birbirimizi soylu ve masum insan ilan etmemizin nedenleri nelerdir? Biz ne kadar gerçeğiz, tarih alanında yüzyıl sonra bizi nasıl görecekler? Biz Sodomlu muyuz, silme günahkâr mıyız? Biz ne yapacağız bu hırsızlar ve uğursuzlarla? Boyun mu eğeceğiz? Silkinecek miyiz? Bütün bu soruların durduğu yer, romanın durduğu yerdir.
Bu dönemde müziğin gücü iyi anlaşılıyor mu sizce?
Müzik iktidarda olmanın bir biçimidir. Mülk sahipleri onun önünde bugüne kadar çok eğildiler ve hâlâ eğiliyorlar. Bir kral ya da bir başbakan Mozart dinlerken benden daha mutlu olamaz. Hatta ben çoğundan daha mutlu olduğumu söyleyebilirim. Bu gücü elinde tutan adam Mozart’tır. Dinlerken onunla birlikte yeryüzünde olan biten her şeye güler, her şeye ağlayabilirsiniz. Müzik duygularınıza yol gösterir. Baş edemediğiniz düşmanlara karşı sizinle birlikte savaşır.
Kaynak: http://kitap.radikal.com.tr/makale/haber/boyun-mu-egecegiz-silkinecek-miyiz-393483

3 Ağustos 2014 Pazar

Melisa Ceren Hasmaden

Edebiyat Haber 07.2014 


İnsanın Acısını İnsan Alır, daha adından okuru saran, sarsan bir kitap. Usta şair Şükrü Erbaş'ın kaleminden

çıkma, insana dair sorunlardan insanın var ettiği topluma, toplumsal meselelere uzanan bir yepazeye 

yayılan düzyazıların ilk cildi. Düzyazı diyip geçersek, kitaba haksızlık olacak. Şükrü Erbaş'ın şiirindeki 

ustalığın gölgesi elbetteki bu metinlere de düşmüş. Yer yer şiire düzyazıdan daha çok yaklaşan denemeler, 

öyküye kayan şiirler ve Şükrü Erbaş'ın her zamanki samimi, içten üslubuyla, dupduru Türkçesiyle, bir şiir 

kitabı olmasa da tam bir Şükrü Erbaş kitabı İnsanın Acısını İnsan Alır.

Daha önce başka bir yayınevi tarafından basılan, ancak uzun zamandır aranıp da bulunamayanlar listesinde 

yer alan İnsanın Acısını İnsan Alır'ın okurla yeninden buluşması vesilesiyle Şükrü Erbaş'la, ya da okurlarının 

imza günlerinde, söyleşilerinde ona hitap ettiği şekliyle, Şükrü abiyle kısa bir söyleşi gerçekleştirdik. 

-Bağbozumu Şarkıları'nda yer yer neredeyse düzyazıya kayan şiirlerinizle karşılaşmıştık. Düzyazılarınızın 

bir araya getirildiği İnsanın Acısını İnsan Alır'da ise şiirsel denemeleriniz var. Acaba Şükrü Erbaş yazını için 

yeni bir biçem arayışı/biçem yaratma denemelerinden söz edilebilir mi?

-Biçem arayışı, evet, ancak biçem yaratma çok iddialı olur. Dünya edebiyatında da, bizim edebiyatımızda da 

benden önce yazılmış çok başarılı örnekleri var bu “tür”ün... Ne yazarsam yazayım, güncel siyasal bir konu 

da olsa, çaresiz bir şekilde dilim, şiirin dilinden kopmadı, kopamadı. Bu iyi mi, kötü mü, hâlâ bilmiyorum! 

Şiir için bazen yük olan öykülemeyi, bir başka ifadeyle minimal öykünün olanaklarını; öykü için bazen son 

derece sıkıcı olan düz anlatımın yavanlığını şiir dilinin dolayımlı çağrışım olanağıyla harmanlayarak; bunları 

denemenin alçakgönüllü bilgeliğiyle buluşturarak, yoğunlaştırılmış metinler yazdım. Bir süre sonra bundan 

hoşlandım. Cümleler / dizeler arasında boşluk olmayan bir örgüyle, okurun giderek tembelleşen şiir ve yazı 

okuma macerasına azıcık müdahale etmeye; metnin onlara, onların metne hücrelerine kadar işleyeceği 

bir okumaya sessizce davet etmeye çalıştım. Azıcık “kibirli” bir cümle kuracak olursam, bu denemelere 

yöneltilen en büyük eleştiri, bunların şiir olduğu yönünde oldu. 

-Düzyazı ve şiir: Yazma deneyimi ve olanakları açısında nasıl bir farklılıkları var sizce? İnsanın Acısını İnsan 

Alır'daki metinlerin şiir değil düzyazı formunda yazılmasının bir nedeni olsa gerek...

-Bu sorunun bir bölümünün yanıtını önceki soruda verdiğimi düşünüyorum. Bu biçimin nedeni 

üzerine birkaç söz etmeye gelince... daha önce benzer bir soruya verdiğim yanıtın bir bölümünü 

paylaşırsam, umarım sizin için bir sıkıntı olmaz... Halk şiirimizin, divan şiirimizin o bildik, 

geleneksel kalıpları, aynı zamanda bu şiirlerin hapishanesi olmuştur. Bu hapishaneyi yıkmış 

görünen modern şiir, şairlere sınırsız bir özgürlük alanı açmıştır ama bu da şairi zamanla bir 

kolaycılığa götürmüştür. Özle biçimi iki ayrı kategori gibi gören bu kolay algı, dille bir mimari yapı 

kurmak yerine, şiiri, yerli yersiz dize kırmaya, sözcük oyununa, zekâ sergilemeye hapsetmiştir. 

Görece özgür bir biçim içerisinde, akla gelen her şeyin söylendiği, kişisel narsizmin özgünlük 

sanıldığı, bin bir kuşatmayla parçalanmış duyguyu aklın önüne koyan, dünyayı şair için safra sayan 

bir başka hapishaneye vardırılmıştır yazmak... “Saf şiir” adına gerçeklik küçümsenmiştir. Bu algı 

ve bakış, şairi seyrek dokulu bir şiire götürmüştür; anlatımcı şiirden uzaklaştırmıştır; dramatik bir 

yapı kurmanın olanaklarını elinden almıştır. Biraz da buna bir tepki olarak yöneldiğimi söylemek 

yanlış olmasa gerek.

-Edebiyatın diğer alanlarıyla, sanatın diğer dallarıyla ilişkiniz nasıl? Türkülere olan merakınız ünlüdür 

mesela. Şükrü Erbaş'ın edebiyatı buralarda hangi damarlardan beslenir?

-Türküleri çok severim. Şairden çok türkücü sayılacak kadar çok severim. Bildik bir söz olacak ama müziğin 

her türünü çok severim. Özellikle etno-müziği. Şiirsel imge adına, hiçbir kaygıya kapılmadan bireysel-
toplumsal bir derdi söylemek adına, çığlığını dünyaya salmadaki cesaret adına, sözün gündelik dildeki 

kalıplarının aynı sözlerle nasıl kırılabileceği adına, içtenliğin nasıl bir yaratıcılığa dönüştüğü adına... daha 

pek çok şey sayabilirim, türkülerden öğrendiğim çok şey oldu. Yaşım itibariyle, hücrelerim onların yarattığı 

duyarlılıkla yoğruldu. Ancak, onları tekrar etmedim. Edemem. Edilemez zaten. Onlardan, çağdaş şiire nasıl 

katkılar sağlayabilirim, geleneği yeni hayatları dillendirmede nasıl kullanabilirim, bunları becerebildiğim 

kadar yapmaya çalıştım. 

Resim, tiyatro, heykel... İlişkim sınırlıdır ne yazık ki... Beni haklı çıkaracak epeyce bir neden sıralayabilirim 

ama hiçbirinin de hükmü olmaz... 

-Geçtiğimiz günlerde yıl dönümü olan Sivas Katliamı'nda siz de dostlarınızı kaybettiniz. "İnsan bağışlayarak 

yener yanlışı" diyorsunuz İnsanın Acısını İnsan Alır'da. Siz bağışlayabildiniz mi? Eğer bağışlayabildiyseniz 

bunda yazının bir payı/rolü var mıdır? 

-Hayır... Sıvas, Gezi’deki çocuklar, Roboski... Bizim yaralı tarihimiz böyle binlerce kıyımla dolu... Son 

zamanların çok sevdiğim bir sözü var: Unutursak kalbimiz kurusun. Ben, ancak kendi kişisel acılarımın 

sebeplerini bağışlayabilirim. Ve bu bağışlamada elbette yazının büyük katkısı vardır. Babamın bana 

çocukken vermediği sevgiyi, ölümünden yıllar sonra yaza yaza ondan almaya çalıştım, aldım. Ama kocaman 

bir toplumsal acıyı bağışlamak ne mümkün... Sonra bu bana düşer mi hiç? Ben Tanrı değilim. İyi ki de 

değilim. 

-Vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.

-İlginiz için ben teşekkür ederim...

Kaynak: http://www.edebiyathaber.net/sukru-erbas-bizim-yarali-tarihimiz-binlerce-kiyimla-dolu/
Özlem Akalan
Vatan Kitap Eki 15.03.2013 



Portekizli şair, oyun yazarı,
 eleştirmen ve çevirmen Fernando Pessoa,
bu kez karşımıza polisiye yazarı kimliğiyle çıkıyor. Yarattığı onlarca mahlasla kimi zaman bu kişilerin fikirlerini çarpıştıran ama hepsine mutlaka kendinden bir parça katan Pessoa’nın dedektif öykülerinin başkahramanı Quaresma da elbette yazardan izler taşıyor.






Bir kitap satın alıyorsunuz, heyecanla sona yaklaşıyorsunuz ama bir de bakıyorsunuz, kitap hatalı basılmış ve son yirmi sayfası yok! Elbette kitabı iade edip yenisini alabilir ve romanınızı keyifle bitirebilirsiniz. Ama o an yaşadığınız paniği, mutsuzluğu, hayal kırıklığını düşünsenize! Benzer bir hayal kırıklığını Robert Jordan’ın bana göre eşsiz, harikulade hatta “Yüzüklerin Efendisi”nden daha başarılı “Zaman Çarkı” serisinde yaşamıştım. Bilen bilir, binlerce sayfalık, onlarca kitaptan oluşur “Zaman Çarkı”. Oku oku bitmez. Serinin son kitabı henüz Türkçeye çevrilmediği için hakikaten de bitmiyor! (Orijinalinde 14. kitaba ulaşan seri yaklaşık 14 bin sayfa.) Ama benim için asıl felaket, serinin son kitabını yayınlayamadan yazarın ölüp gitmesi oldu. Kendisi “Zaman Çarkı”nı 12 ciltte bitirmeyi planlıyordu. Ağır bir kalp rahatsızlığı olduğu için hikâyenin son notlarını eşi ve editörüne emanet etmişti. Onlar da sanırım yazdıkça yazıyorlar ki, kitap bir türlü nihayete ermiyor! Bense yazarın son yazdığı 11. kitapta kaldım. Başkalarının devam ettirdiği bir öykü aynı zevki verebilir mi henüz karar veremediğim için altı yıldır beklemedeyim.

Bir diğer “bitmeyen öykü” de J.R.R Tolkien’in “Bitmeyen Öyküler”i. Tam kişileri, olay örgüsünü anlamaya başlıyorsunuz öykü bitiveriyor. Yüzlerce sayfalık bir kitap sizi mutlu ettiği kadar sinirlerinizi de bozuyor. Kader bu ya, yine bitmeyen öykülerden oluşan bir kitap var elimde; “Bulmaca Meraklısı Quaresma”. Bu kez yazar, yazdıkları kadar yarattığı farklı edebi kişilikler, edebiyat akımları ve özellikle şiirleriyle tanıdığımız Fernando Pessoa. 
Bu tarz bitmeyen öykülerin yayınlanması, bir yazara tutkuyla bağlı okur için bulunmaz nimet. Çünkü yazarın düşünce tarzını, yazım stilini en ham haliyle görme imkanı buluyor okur ve eksiksiz bir arşive sahip olabiliyor. Yayınevleri için de büyük bir prestij olduğunu düşünüyorum. Ancak yine işin ağır kısmı yayınevlerine düşüyor, zira okurun zora düştüğü anlarda notlar ve açıklamalarla sık sık ayrıntıları aktarma yükümlülüğü üstleniyorlar. Neyse ki Tolkien’in “Bitmeyen Öyküleri” de Pessoa’nın “Bulmaca Meraklısı Quaresma”sı da okura yol gösteren notlarla dolu. 

POLİSİYE TUTKUNU

Bir uzun, iki kısa dedektif öyküsünden oluşan “Bulmaca Meraklısı Quaresma”da Fernando Pessoa, tutkuyla bağlı olduğu polisiye tarzına katkıda bulunuyor. Pessoa’nın Quaresma öykülerini yazmak onlarca yılını almış. En başta on iki öykü tasarlamış ama hiçbirini bitiremeden bu dünyadan göçüp gitmiş. Ancak bu öykülerde öne çıkan ve önemlerini artıran, kimin hırsız veya katil olduğu ya da olay örgüsü değil, Quaresma’nın akıl yürütme tekniği. Psikolojik, tarihsel, olgusal, duygusal, sosyolojik, paradoksal, sezgisel, varsayımsal ya da tesadüfi, aklınıza ne gelirse, her türlü düşünme tarzını işin içine katarak sonuca ulaştırıyor Quaresma’yı. Öyküler bitmemiş olmakla birlikte en azından bu kitapta yayınlanan iki tanesi çözüme ulaşıyor. Bununla birlikte yazar, henüz son şeklini vermediği için kişi isimlerinden yer isimlerine kadar pek çok şey öykü boyunca farklılıklar gösterebiliyor. Neyse ki çevirmen Işık Ergüden, doyurucu önsözü ve düştüğü notlarla okurun işini kolaylaştırıyor. Böylelikle kafa karışıklığı azalıyor. Örneğin, kitabın başındaki önsözde arkadaşı Abilio Quaresma’nın “bir süreliğine bulunduğu New York’ta” öldüğünü söyleyen Pessoa, önsözü “Mesleğini icra etmeyen doktor ve bulmaca çözücü, 1865’te Tancos’ta doğan ve içinde bulunduğumuz bu 1930 yılında Lizbon’da ölen...” sözleriyle tamamlıyor.

Yine de dediğim gibi, Pessoa’nın dedektif öykülerinde öne çıkan, bu tarz ayrıntılardan ziyade düşünme ve olayları birbirine bağlayış tekniği.

Şiirleriyle ünlü birinin polisiye merakı, okura şaşırtıcı gelebilir (Bakınız Edgar Allan Poe). Bununla birlikte Pessoa, polisiye tutkusuna günlüklerinde, mektuplarında ve denemelerinde sıklıkla yer vermiş. Mesela “Erostratus” adlı denemesinde polisiyeyi şu sözlerle övüyor yazar: “İnsanlığın entelektüel yaşantısında hâlâ varlığını sürdüren ender entelektüel eğlencelerden biri polisiye roman okumaktır. Hayatın yaşamama izin verdiği giderek azalan mutlu saatler arasında Conan Doyle ya da Arthur Morrison okumaktan bitap düştüğüm anları en iyi dönemim kabul ediyorum.”

QUARESMA, KENDİSİ

Ölümünün ardından bulunan çok sayıdaki el yazmaları içinde yer alan tamamlanmamış dedektif öyküleri, doğal olarak yayıncıların ilgisini fazla çekmemiş ve ağırlıklı olarak Pessoa’nın şiirlerini yayınlamışlar. Yıllar içinde düzyazı metinlerine sıra gelmiş ve bu öyküler de gün yüzüne çıkmış. 

Pessoa’nın dedektif öykülerinin başkahramanı Abilio Quaresma artık mesleğini icra etmeyen bir tıp doktoru. Sıradan görünüşlü, yalnız ve yaşamın bulmacalarını çözmeyi tercih etse de gazetedeki bulmacalarla yetinen biri. Burada sözü, çevirmen Işık Ergüder’e bırakmak istiyorum. Zira Pessoa ile yarattığı Quaresma karakteri arasındaki bağlantıyı öyle güzel kurmuş ki, benim başka şekilde ifade etmeme mahal bırakmamış: “Pessoa’nın birçok kişisi ve yazarın kendisi gibi, yaşam karşısında beceriksiz, sıradan görünüşlü, ama akıl yürüterek kendini dönüştürebilen biriyle karşı karşıyayız. Hayatı seyreden biri; bulmaca meraklısı; duygu yoksunu. Pessoa’nın kendini tarif etmekte kullandığı ve polisiye öykülerinde Quaresma’ya uygulandığını göreceğimiz deyimler bunlardır. Quaresma kişiliği, yaratıcısına yakın bir edebi kişiliktir.” 

TWITTER FENOMENİ

Pessoa’nın en büyük özelliği yarattığı mahlaslardı. Aslında bunlara mahlas demek yerine kendisi “heteronim” demeyi tercih etmişti. Çünkü bunlar takma isim olmaktan çok öteydi; her “heteronim”in kendi hayat görüşü, fiziksel, biyolojik özellikleri ve yazım tarzı vardı. Yazılarında kıyasıya çatışıyor, birbirlerine cevap veriyorlardı. Yazarın yarattığı yetmişin üzerindeki “heteronim”in bazıları birbiriyle akrabaydı ya da en azından tanışıyordu!
Alberto Caeiro, Ricardo Reis ve Alvaro de Campos, yazarın en önemli “alter ego”ları. Zaman zaman işin çığrından çıktığı da olmuyor değildi. Bir keresinde Campos karakteri, Pessoa’nın yaşadığı kayda değer tek ilişkiyi kıskanıp Pessoa’nın kız arkadaşına mektuplar yazmış, kız da bu oyundan büyük keyif alıp ona cevap vermişti. Amatör bir astrolog da olan Pessoa’nın dikkat çeken “heteronim”lerinden biri de 1915 yılında yarattığı Raphael Baldaya adındaki uzun sakallı astrolog. Hatta “heteronim”lerinin yıldız haritalarına bakarak karakterlerini belirlediği de söyleniyor.

Geçen hafta Buket (Aşçı) ile Pessoa üzerine konuşurken o kadar güzel bir saptama yaptı ki, “buraya almadan olmaz” dedim; “Pessoa yaşasaydı bir twitter fenomeni olurdu”! Kimilerinin gerçek, kimilerininse maskeli karakterlerini ortaya koyduğu Twitter, elbette Pessoa için mükemmel bir oyun alanı olurdu. Hangi karakteriyle kime laf atacağını, hangi akıl oyunuyla kimi tuş edeceğini sadece hayal etmek bile keyifli!

Kaynak: hhttp://vatankitap.gazetevatan.com/haber/pessoaya_selam_olsun_diye/1/20365#.UWvDUYFsLhY.twitter
Asuman Kafaoğlu-Büke 
Radikal Kitap Eki 17.05.2014


“Hiçbir zaman mutlu olmayabilirim ama bu gece halimden memnunum.” On sekiz yaşındaki Sylvia Plath, Temmuz 1950’de günlüğüne bu sözleri yazmış. Plath’ın ölümüne dek yazmayı sürdürdüğü günlüklerinin yeni baskısı da bu cümleyle başlıyor. Sylvia Plath, edebiyatın Frida Kahlo’sudur diyerek belki biraz sert bir yorumla başlamak istiyorum; çünkü Kahlo gibi Plath da eserlerinden önce hayatıyla öne çıkan kadın sanatçılardan. Ted Hughes ile evliliği, mutsuzluğu ve sonunda intiharı, ne yazık ki eserlerinden daha sık gündeme gelir. Sanırım bu nedenle günlükleri özel hayatının bir uzantısı olarak şiirlerinden daha çok ilgi görmüştür.
Günlükler, şairin ölümünden sonra ilk kez 1982’de yayımlandığında kocası Ted Hughes bazı bölümleri çıkardığını itiraf etmiş ve bu yüzden çok eleştirilmişti. Hughes, kitabın önsözünde çocukları Frieda ve Nicholas’ın etkilenmemesi için günlüklerin son bölümünü imha ettiğini, “O günlerde unutmak, hayatta kalmanın en zorunlu parçası gibi görünüyordu” diye yazmıştı. Günlüklerin yayımlandığı yıl, ölümünden yaklaşık yirmi yıl sonra, Plath ününün doruğuna ulaştı ve bir de Pulitzer Ödülü kazandı.
Günlükler, Smith College’da öğrenciliğiyle başlıyor. Çok başarılı ve hırslı bir öğrenci olduğunu anlıyoruz. Çocukluk anıları da en çok günlüklerin bu ilk bölümünde yer alıyor. Babasını kaybettiği sekiz yaşına kadar mutlu olduğunu söylüyor, bu yılları betimlerken şişenin içinde tüm zarafetiyle duran, sonsuza dek mühürlenmiş beyaz bir yelkenliye benzetiyor hayatını. Mutsuz anılar bundan sonra başlıyor ve hayatı boyunca da sürüyor.
Kendisini tanıma süreci
Öğrenciliğin yanı sıra okulun gazetesinde editör olarak çalışıp sürekli yazıyor. Yayımlanan şiir ve yazıları olsa da, her genç yazar gibi o da ilk başlarda reddediliyor, bu durum her seferinde büyük bir yıkıma yol açıyor. İlk intihar denemesini anlattığı satırlar tam böylesi bir reddediliş sonrasında gerçekleşiyor. Geçirdiği bir trafik kazasının sonradan aslında intihar teşebbüsü olduğunu da öğreniyoruz. Öncesinde bacaklarına kesikler atıp intihar etmeye cesareti olup olmadığını görmek istiyor ve hayatı boyunca onu terk etmeyecek olan depresyonu bu dönemde başlıyor. Kendisini tanıma süreci olarak da okunabilir Plath’ın günlükleri. “Kabul et evlat, felaket güzel çıkışlar yakaladın. Belki bir Elizabeth Taylor değilsin. Genç Hemingway de değilsin, ama Tanrı’ya şükür, büyüyorsun. Başka bir deyişle, yalnızca beş yıl önceki o çirkin, içedönük çocuktan bu yana çok yol katettin” gibi kendisiyle konuştuğu bölümlerde en içten olduğunu hissediyoruz yazarın. Temmuz 1950 ile 1953 arasında yazdıkları belki de en depresif çağrışımlarla dolu, ne de olsa daha yirmi bir yaşın altında üniversite öğrencisi; ergenlik sorunlarını aşamadığını, fazlasıyla kırılgan olduğunu görüyoruz bu yıllarda. Ayrıca bir takıntı halinde ölümü düşündüğünü de. Örneğin 3 Kasım’da düştüğü kayıt, “Tanrım, intihar etmeye çok yaklaştığım bir zaman varsa eğer, şu andır; dermanı kalmamış uykusuz kanım damarlarımda akıp gidiyor...” Daha sonra şu sözlerle devam ediyor; “Beş yıl önce şu anda olduğum yeri görebilsem: Smith’te okuyorum, yazdıklarım (...) kabul edildi, güzel birkaç parça giysim ve zeki, yakışıklı bir erkeğim var – tek diyeceğim şu olmalıydı: Bütün istediklerim ancak bu kadar gerçek olurdu!” Fakat zeki bir genç kadın olduğu için bunların mutluluk için yetersiz olduğunun da bilincinde. “Virginia Woolf neden intiharı seçti? Ya da Sara Teasdale veya bütün diğer zeki kadınlar. Sırf nevrotik olduklarından mı? Yazdıkları şeyler en derin, en temel arzuların yüceltilmesi (ne korkunç bir sözcük ama) miydi? Ah bir bilebilsem!” Yetersizlik, sadece gençliğinde değil hayatı boyunca Plath’ı terk etmiyor. Ele geçirmeyi büyük bir hırsla istiyor, elde ettikten sonra bunun yetersiz olduğunu anlıyor ve büyük bir boşluğa düşüyor.
Mutsuzluk ve öfke dolu satırlar
Bir sonraki bölümde hayatına Ted Hughes giriyor, 1957’de evleniyorlar. Bu dönemde günlüğüne düştüğü notlar önceki yıllara nazaran daha umutlu. Evlendikten sonra Cambridge’a yerleşiyorlar, orada master tezini tamamlıyor. Üzerinden karamsarlığı atmaya çalışıyor. “Bugünden sonra aksatmak yok: ısınmak için önce bir sayfa günlük yazmalı. Benim için bütün keyif: aşk, ün, hayat, iş ve sanırım, doğamın esas ihtiyaçlarına bağlı olarak, çocuklar: kolay anlaşılır olmak, son beş yıldır içimde sıkışmış, etrafına set çekilmiş, tıkış tıkış olmuş dalgalar halinde taşan yaşanmışlıklara bir çekidüzen vermek.” Hayatın akışına kendine bırakması gerektiğini, çaresizliğe düşmesi için bir neden olmadığını kendisine tekrarlıyor. Yine kendisiyle konuşur gibi yazdığını, defterlerini bir çeşit kendini dinleyen yakın bir dost olarak gördüğünü anlıyoruz.
1957-58 yıllarını öğretmenlik yaparak ve bir psikiyatri kliniğinde yarı zamanlı sekreter olarak geçiriyor. Uzun yıllar doktoru olacak Ruth Beuscher ile tedaviye bu dönemde başlıyor. Öğrencilik yıllarında başlayan bunalımlı dönemlerde elektro şok tedavisi görmüş fakat bir faydası dokunmamıştı; şimdi daha makul bir tedavi biçimiyle doktoruna kendini açmaya başlıyor. Bu dönemde annesine kızgınlığı üste çıkıyor, aslında yıllarca bastırmaya çalıştığı çeşitli konulardaki öfkesini dile getiriyor. Bunlarla birlikte ilk başlarda hayranlık duyduğu kocası da onda aşağılık kompleksi yaratmaya başlıyor. Âdeta kocasının yeteneğiyle yarışıyor, yıllar geçtikçe mutlu anlar azalıyor, mutsuzluk ve öfke dolu satırlar çoğalıyor. Bu bölümleri okurken yanlış psikiyatri tedavisinin Plath’ı çok kötü etkilediğini ve 50’li yılların özgür ruhlu kadınlar için ne denli zor olduğunu, sanatçı kadınların üzerindeki kısıtlayıcı baskıyı, aile yapısının eşitsizliğini görüyoruz.
Sylvia Plath’ın şiirleri tür olarak “itiraf şiiri” olarak tanımlanır. Günlük hayatta kullanılan objelere farklı simgeler yerleştirerek yeni anlamlar üretir. Mutfakta eline aldığı bir bıçak, bacağındaki bir yara, beklemediği anda gelen bir telefon gibi imgeler hayatına dairdir ve her biri şiirlerinin temasına dönüşür.Günlükler de aynı türden bir itiraf dilinde yazılmış. Kendini dünyaya kabul ettirmeye çalışmayan, kendinde eksiklik, hastalık, sakatlık gören bir gözle yazılmış. Çoğu satırını okurken kendine ne denli haksızlık ettiğini görmek günlüklerin belki de geride bıraktığı en yoğun duygu.
Şimdi bu Günlükler her okurun ilgisini çeker mi? Gereksiz günlük detaylarla dolu ve hayatının ana teması hep mutsuzluk olmuş bir şairin beş yüz otuz sayfalık günlüğü, elbette tutkulu Plath hayranlarının ilgisini çekecektir fakat onların dışında Plath’ın yaşamöyküsü tek bir kadını anlatmadığı için, bir dönemin tanıklığı olduğu için okunmalı.

2 Ağustos 2014 Cumartesi

Ömer Türkeş
Radikal Kitap Eki 18.07.2014


Alıklar Birliği’nin Türkçe ilk baskısı 2007’de, ikinci baskısı 2014’te yapılmış. Her iki baskıyı da ıskalamışım. Yazar ve romandan, yakın bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine haberim oldu. “Yüzyılımızı suçlayan uzun bir eser yazdığını iddia eden tembel ve obez bir adam hakkında, çok eğlenceli bir roman” demişti arkadaşım muzip bir ifadeyle. İroni açıktı; çünkü o da yıllardır -kendi ifadesiyle- “çağımıza dair” büyük bir roman üzerinde çalışıyordu ve biraz da kiloluydu. Belki başka benzerlikler de vardır ama söz konusu benzerlikleri ifşa etmek bir arkadaşa ihanet anlamına gelecek. Doğrusunu isterseniz Alıklar Birliği’nin kahramanı Ignatius J. Rilley sevdiğiniz birine benzetilecek türden bir adam sayılmaz. John Kennedy Toole, onun kişiliğinde komik ama bir o kadar da sevimsiz, neredeyse fantastik bir roman kahramanı yaratmış. Kitabın basımını sağlayan Amerikalı yazar Walter Percy’nin ifadesiyle; “inanılmayacak kadar kılıksız, çılgın bir Oliver Hardy, şişman bir Don Kişot, aksi huylu bir Thomas Aquinas karışımı. Modern çağın her şeyine şiddetle karşı çıkan, zamanının çoğunu New Orleans’ın Constantinople Caddesi’ndeki evin arka odasında pazen pijamasıyla geçiren, ancak bir devden çıkabilecek geğirtilerle yellenmeler arasında Büyük Şef marka düzinelerce kâğıdı ağır sövgülerle dolduran” otuz yaşında genç bir adam.
Gelgelelim Ignatius kendisiyle fazlasıyla barışık. Hakkında yapılan spekülasyonlar bir dahiyi anlamaktan aciz alıkların kıskançlığından. “Görkemli fiziğim, karmaşık dünya görüşüm, sahip olduğum incelik ve beğeni, dünyamızı kaplayan çamurun ortasında bile soylu bir biçimde davranmayı sürdürüşüm” diye özetliyor şahsına yönelik çekememezliliğin nedenlerini..
Yürümeye beş yaşında başlayabilmiş, denge duygusu hiçbir zaman gelişmemiş, çocukluğundan beri hep düşmeye, tökezlemeye, çarpmaya eğilimli sakar Ignatius, üzerine titreyen annesi sayesinde, dedesinin sigorta parasını tüketmek pahasına kolejlerde okumuş, üniversiteyi bitirmekte hiç zorlanmamış.. Ne var ki mezuniyetinin ardından -New Orleans Halk Kütüphanesi’nde geçirdiği iki hafta dışında- hiç çalışmamış. Annesinin bütün yakarmalarına rağmen evde yayılıp oturmaktan ve televizyon izlemekten başka bir şey yapmıyor. Ve sonunda annesinin sabrı tükeniyor. Bütün sızlanmalarına rağmen iş başvurusunda bulunmaya razı oluyor Ignatius.
Ignatius’un köhnemiş bir pantolon fabrikasına cüzi bir ücret karşılığında bulduğu iş, siyah işçileri kışkırtması üzerine sona eriyor. Ardından tam gönlüne göre bir iş buluyor Ignatius; seyyar sosis satıclığı. Ne var ki sosislerin çoğunu kendisi yediğinden bu işten de eve maddi bir katkı sağlayamıyor. Annesi ise hayatında ilk kez bir arkadaş çevresi edinmiş, talipler bulmuş ve artık oğlunun tedaviye ihtiyacı olduğunu kabullenmiştir. Ignatius acil bir karar vermek zorunda kalacaktır...
Amerikan tarzı entelektüel
Toole, Ignatius’un gündelik hayata ayak uydurmak için giriştiği hamleleri Don Kişotvari maceralara çevirmiş. Üniversite yıllarından beridir, her kalkıştığı eylemi bir gösteriye çeviren, eylemlerin sönüklüğünü kendine has felsefesi ve süslü sözleriyle renklendiren, kendisinden gayrı her şeyi, herkesi yerin dibine sokan roman kahramanı Amerikan üniversitelerinde konuşlanmış 60’lı yıllar entelektuellerinin parodisini barındırıyor. Sadece Ignatus değil; uzatmalı sevgilisi, zengin babanın sosyalist kızı Myrna Minkoff da parodik bir figür. O dönemin moda düşünce akımları ve onlara kapılan entelektüellerle Myrna üzerinden dalgasını geçiyor Toole...
Toole’un  eleştirisinden nasiplenmeyen hiç kimse kalmamış. Mesela “gerçeklerle yüzyüze gelememek bütün Amerikan ‘sanatının’ özelliği. Amerikan sanatıyla Amerikan doğası arasındaki herhangi bir bağlantı, tam anlamıyla rastlantısaldır, nedeni de bütün ulusun gerçeklerden uzak oluşu” tespitini yapıyor Ignatius. McCarth döneminden miras komünist düşmanlığının, Amerikan tipi hayatın budalalığının, işçilerin ve siyahların maruz kaldığı sömürünün, adaletsizliğin farkında. Ne var ki farkındalık eyleme ve çözüme yöneltmiyor Ignatius’u; “sübabı” kapanıveriyor. Kısacası görüyor, üzerine düşünüyor ama mücadele etmek yerine boyun eğiyor. Ignatius’u günümüz orta sınıf entelektüelinin prototipi olarak düşünebilirsiniz.
Ignatius’u çok öne çıkardım. Oysa romanda dikkat çeken, hikâyeyi renklendiren çok sayıda karakterle karşılaşıyoruz; Toole’un romanının kesinlikle küçümsenemeyecek niteliklerinden biri de New Orleans’ın arka sokaklarını, tuhaf konuşma tarzını ve beyaz yerlilerini tanımlayışındaki ustalık; Rastus’un halk ozanlığını hiç çağrıştırmadan, o alabildiğine zeki ve cin fikirli, son derece komik zencideyse neredeyse olanaksızı başarmış.
Gargantua ile Oblamov karışımı grotesk bir roman kahramanını neşeli hikâyesi diyebilirim Alıklar Birliği için. Oysa romanı okurken neşenin yanında hüzün de birikiyor.
Kaynak:
http://kitap.radikal.com.tr/makale/haber/olaganustu-bir-dahinin-harikulade-maceralari-401384