10 Eylül 2014 Çarşamba



“Kuşkusuz Woolf’un 
en yoğun eseri,
çağımızın da en olağandışı romanlarından biri.”


J. L. Borges






Virginia Woolf’un, yakın arkadaşı, karizmatik, biseksüel yazar Vita Sackville-West için yazdığı Orlando, eğlenceli, fantastik bir ‘sahte biyografi’. Canı istediğinde bukalemun gibi biçim, daha doğrusu cinsiyet ve kimlik değiştiren tarihi bir karakterdir Orlando. Erkek olarak başladığı hayatını kadın olarak sürdürür, on altıncı yüzyılda soylu bir aileye doğar, birkaç yüzyılı hızla yaşar, bir gecede cinsiyet değiştirir, yirminci yüzyılın ilk yarısına bir kadın yazar kimliğiyle ulaşır. Erkekken, İngiltere Kralı tarafından İstanbul’a büyükelçi olarak gönderilir; Çingenelerin arasında da yaşar, saraylarda da; edebiyat sevdalısı, melankolik bir şairdi. Viktorya Dönemi değerlerini eleştiren ve cinsiyet, özgüven, hakikat, kimlik, kişinin toplumdaki yeri, edebiyat gibi konulara şiirsel bir üslupla dokunan Woolf’un kendi deyişiyle Orlando, yazarlık yaşamında tasasız bir tatil; kafaları karıştırıyor, ne yana döneceği belli olmuyor ve bu yüzden de keyifli.


"Ama bırakalım başka kalemler söz etsinler cinsiyetten ve cinsellikten; biz bu tür itici konulardan elimizden geldiğince çabuk ayrılıyoruz. Orlando yıkanmış, kadının da erkeğin de giydiği türden Türk işi cepken ve şalvar giymişti; durumunu gözden geçirmek zorundaydı. Orlando’nun hikâyesini sempa­tiyle izlemiş olan her okurun ilk düşüncesi, durumun güvenil­mez ve son derece utandırıcı olduğu. Genç, soylu ve güzeldi, uyandığında kendini öyle bir konumda bulmuştu ki, mevki sahibi bir genç hanım için bundan daha hassas bir durum ola­maz. Çıngırağı çalsaydı, çığlık atsaydı ya da bayılsaydı onu suçlayamazdık. Ama Orlando hiç de kaygılanmış görünmü­yordu. Bütün hareketleri bilinçliydi, hatta önceden tasarlan­dığına yönelik işaretler gösterdiği düşünülebilirdi. Önce ma­sanın üzerindeki kâğıtları dikkatle inceledi; şiire benzeyenleri aldı, koynunda sakladı; sonra, neredeyse açlıktan ölse de kaç gündür yatağının yanından ayrılmayan Silifke tazısını çağırdı, onu besleyip tüylerini taradı; sonra beline bir çift tabanca sok­tu; sonra büyükelçilik giysilerinin bir kısmını oluşturan birkaç dizi zümrütü ve Doğu’nun en güzel incilerini doladı boynu­na. Bu iş de bitince, pencereden eğildi, alçak sesle ıslık çaldı, çöp kutusundan dökülen kâğıtların, anlaşmaların, pusulaların, mühürlerin, balmumlarının filan kapladığı harap, kan lekesi içindeki merdivenden indi, avluya çıktı. Orada, kocaman bir incir ağacının gölgesinde eşek sırtında bir Çingene beklemek­teydi. Başka bir eşeği de yularından tutuyordu. Orlando ba­cağını eşeğin üzerinden aşırdı, böylece İngiltere’nin Osmanlı devletindeki büyükelçisi sıska bir köpeğin eşliğinde, eşek sır­tında, yanında bir Çingene’yle İstanbul’dan ayrıldı."

8 Eylül 2014 Pazartesi

Enis Batur’dan kısa, kıpkısa, kıssa metinler… Türkçe Edebiyat’ın en üretken yazarından, denemede önemli olanın nitelik olduğunu kanıtlayan, dolu dolu bir kitap: Dalgınlık Kursları. 
Bir desen ya da “snapshot” tadında, dili incelikli, bilgileri derinlikli, okurda ummadığı ilgiler, meraklar uyandıran denemeleriyle bir Enis Batur kitabı. 
Tanıyanları, takipçileri için olmazsa olmaz, kaldıysa yeni tanışacaklar için ufuk açıcı. Küçük güzeldir diyenler için.

“İçimize dışımıza kış indiğinde, uzun geceler boyu, bacalarımız tütsün isteriz.
Ocağımızdaki ateş diri kalsın.
İlkyaz ufukta göründüğünde, doğa kıpırdamaya koyulur, ağaçlar ve hayvanlar harekete geçer.
Can silkinir.
Yazla birlikte, açık denizler köpüklenir, ırmaklar kabarır.
Su bize erişsin, kıyılarda bekleriz.
Neden sonra güz çıkagelir, bütün renkleri elden geçirir, rüzgâr keder tınılarını dener.
Kendimizi yoklarız.
Şiir bütün mevsimlere, dönüşümlere eşlik etmek için köşesine çekilir ya da köşesinden fırlar.
Dumandır, kıpırdanıştır, su zerresidir, yoklamadır.
Hayatımızdaki yerini az çok farkederek ona borçlanırız.
Ustanın dediği gibi, şair, kimse kendisinden birşey beklemediğinde bile en iyi şiirlerini bundandır yazmayı sürdürür.”
1980 sonrası Türkiye şiirinin usta kalemi Haydar Ergülen, bu kez düz yazılarını bir araya getirdiği Vefa Bazen Unutmaktır ile okurla buluşuyor.
Bireysel olandan toplumsal olana, edebiyattan-şiirden tarihe kara bir leke olarak geçen katliamlara, ötekileştirilenlere uzanan geniş bir yelpazede son dönem Türkiyesinin sosyo-politik ortamına bir şairin penceresinden bakıyor.



“Vefalı olmak, unutmamak değildir. Nedense hep karıştırırız, belki de unutmaya eğilimli olduğumuzdan, her şeyi unuttuğumuzdandır bu yanılgı. Oysa bazen tam tersine, vefamızı göstermek, vefalı olduğumuzu anlatmak için unutmak, unutmak, unutmak gerekir. Unutmak, her zaman alçaklık değildir çünkü, bazen de bağışlamaktır. Aslında hiç unutamadığımız bir şeyi, bir tür bilgelik bilgisiyle, maskesiyle de diyebiliriz, hiç hatırlamıyormuş gibi yapmak da unutmanın erdemlerinden biri sayılabilir. Hem unutmazsak nasıl vefalı olabiliriz ki? Vefa, bazen bir insanı, bir anı, bir durumu unutmaktır, o insana rağmen elbette, o ana, yaşantıya, duyguya, duruma gösterdiğimiz vefa sebebiyle. Bırakalım şimdi ‘vefa bir semtten ibaretmiş meğer’ diye şairane, cümle kırması dizeler kurmayı, aslında vefa o ‘semt’ten hiç ayrılmamaktır, ayrılıp da üstüne timsah gözyaşları akıtmak değil! Vefalı olmak için unutmak zorundayız. Tuhaf mı geldi bu cümle? (...) Aşktan ihanete, tutkudan bağlılığa, dostluktan yoldaşlığa, fedakârlıktan inada, tüm duygularda ve değerlerde bir içerik değişimi, öz yitimi, boyut düşümü yaşanıyor. Vefayı bile reklam ettiklerine bakılırsa, bu hafifleme hayli sürecek demektir. O yüzden bu hafifliğe razı olmaktansa, vefayı unutmak daha vefalı bir davranış bile sayılabilir...”