24 Haziran 2015 Çarşamba

http://siyasihaber.org/bu-sefer-mavi

Bu sefer mavi

“Göğün derinliğiyle suyun derinliği arasında bir yerde, bir çizgide yaşama huysuzluğu içinde duruyoruz, yürüyoruz, dönüyoruz, sonra yine duruyoruz işte” cümlesini okuyunca duramıyor insan. Çünkü daha o ilk cümle sarıp sarmalıyor insanı. Sular seller gibi akıp geçiyor sayfalar ellerimin arasından…
Yolculuklar ve Kentler
“Cümleten İyi Yolculuklar” ve “Trenler Kalkar Haydarpaşa’dan” ile başlayan Kentler ve Yolculuklar dizisi, “Bu Sefer Mavi…” ile sürüyor. Diziyi, Haydar Ergülen düşlemiş, Kırmızı Kedi Yayınevi ile hayata geçirmiş. Dizinin ilk iki kitabını görmemişliğin, okumamışlığın haklı hüznüyle, “Bu Sefer Mavi…”nin her sayfasını ah çekerek, ilk işim onları da edinmek olmalı diyerek okudum. Keyifli tek başına yetersiz kalacak, alabildiğine keyifli bir derleme “Bu Sefer Mavi…”. Belli ki Ergülen, öykücülerini arayarak özel çağrı ile yazdırmış… (Belli ki Ergülen, beni hiç tanımıyor; tanısaydı keşke… )
İki mavilik var hayatımızda…
“… biri gözünü biri gönlünü alan iki mavilik göreceksin, o maviliklerin biri sulardır, biri göklerdir” diyor kendi sayfasında Haydar Ergülen… kitabı oluşturan 20 yazarın en şanslısı, çünkü “Miço Sesleniyor” başlığıyla kitabın giriş yazısını, bir de “Bu Nehirden Ruhun Gemisi Geçer!” ile öyküsü yer alıyor.
Açık söylemek gerekirse, Miço’nun seslenişini duyduktan sonra öyküsünün aynı çizgiyi yakalayamayacağı kaygısındaydım. Ama umduğum gibi olmadı, yükseldikçe yükseldi Haydar, dizinin yeni olası kitabını duyurmak adına sanki.
İnce mesele…
Gemi ile vapur arasında ince bir mesele olduğunu anlatıyor Atilla Birkiye, Riitta Cankoçak, gazetesi, simidi ve çayıyla keyfini sürüyor. Gemi olmak istediğini söylüyor Engin Turgut. Düş kuran insanın hafiflediğini söyleyen küçük İskender’le birlikte ben de dalıyorum o uçsuz bucaksız maviliklere; artık uçuyor muyum, yüzüyor muyum bilinmez.
Yazarlar ki, kılık değiştirtirler kelimelere… Biz okurlar da o yazarların “tebdili kıyafet” eylemiş kelimelerinden kayıklar yaparız kendimizce. Aslında o kâğıttan, şeyyy, kelimelerden kayıklara bindirebildiklerimizi anlatmayı bir becerebilsek… Ah ki ne ah!
Gogol’ün paltosu…
Tiyatrocular için söylense de bütün anlatılar için geçerlidir “Gogol’ün paltosundan çıktık” sözü… O zaman, “öykü de Sait Faik’in adasından çıkmadır. Değil mi ki insanı ve doğayı betimler, değil mi ki her betimleme bizim de hikâyemizdir aslında, değil mi ki her betimlemeyle büyürüz… Öyleyse yaşasın öykü!
Kimler yok ki…
Soyadı sırasıyla yazılınca Sunay Akın ilk sırayı almış; Hulusi Kentmen yoksa da Dorry Miller var denemesinde. Çorlulu Ali Paşa Camii ile Pearl Harbour’u, Şenol Güneş ile “Kız Kulesi Sokağı”nı ustalıkla buluşturmuş. “İnsanlar vapurlar gibi olsa” demiş Vivet Kanetti, üzerine neler düşlenir, neler! Sinema yazarlığının da katkısıyla alabildiğine görsel cümleler kuran Sevin Okyay, eski ile yeni arasındaki o akıl almaz uçurumu sergiliyor. Kim bilir, daha neler var aslında… Biraz kazırsanız altından mücevher çıkacak, gerçekten. Ayşe Sarısayın, şiirli bir yolculukla “adası karadan kurtarılmış bir deniz cumhuriyeti”ni seriyor düşlerimizin önüne…
Heeey!
Coşup her öykü/anı/denemeyi buraya aktaracağım bırakmazsanız. Gelin bir anlaşma yapalım, hazır tatildeyiz de… Hazır tam da kitap okumanın, keyif çıkarmanın zamanı… Buna da bağlı olarak düş kurmanın zamanı… Düşlerle birlikte denizlere dalmanın, kulaç atmanın zamanı… “Bu Sefer Mavi…”yi alın, Sunay Akın, Esmahan Aykol, Atilla Birkiye, Riitta Cankoçak, Metin Celal, Vecde Çıracıoğlu, Nurduran Duman, Haydar Ergülen, küçük İskender, Vivet Kanetti, Cemal Kavukçu, Gönül Kıvılcım, Uğur Kökden, Nilüfer Kuyaş, Sevin Okyay, Sibel Oral, Hâle Seval, Engin Turgut’u okuyun o derin maviliklerin keyfini çıkarın.
Bu Sefer Mavi…, öyküler, Derleyen Haydar Ergülen, Kırmızı Kedi Yayınevi, Nisan 2005, 244 s.

19 Haziran 2015 Cuma


http://ilerihaber.org/onur-caymaz-la-herkes-yalniz-i-konustuk-korku-da-cesaret-de-bulasici/17202/

Onur Caymaz’la “Herkes Yalnız”ı konuştuk: “Korku da cesaret de bulaşıcı”
Edebiyatı bir mücadele, bir meydan okuma, dert anlatma biçimi olarak gören yazar Onur Caymaz’la dil, edebiyat, kentler, Gezi ve son kitabı “Herkes Yalnız”ı konuştuk.
Öncelikle, kitapta şiirsel bir dil kullanıyorsun. Sık sık öyküden şiire uğruyorsun. Öyle ki, mesela ilk öyküde, "Bak sana diyeyim, insanları çiçeklere benzetmekten vazgeçsen. İyi de ne yapayım, aklım merdiven, çiçeklerden..." diye, neredeyse 'dize' diyebileceğim iki cümle var. Aslında bu riskli bir iş; yapmacıklığa, "şairanelik" diye tabir edilen duruma düşme tehlikesi var. Ancak ben bu şiirsel dili senin başarılı bir şekilde kurduğunu düşünüyorum. Kendini, bu 'şiire uğrama' işinin risklerinden nasıl korudun ve bu dili başarıyla kurmada şairliğin de etkisi var mı? 
Tabii, yüzde yüz var. Bu, bir de şununla ilgili: Aslında, yazı yazarken türler arasında çok net ayrım olmaz. Hep verdiğim örnek; Füruzan'ın birçok öyküsünde dizeler bulursun. Sait Faik'in kimi şiirleri öyküdür. Nâzım Hikmet'in Memleketimden İnsan Manzaraları bir şiir-romandır. Burada asıl mesele şu: Malzememiz dildir, bir de derdimiz var; bu dertle bu malzemeyi birlikte yoğurmaya çalışıyoruz. Yani karşımızdaki insana bir şey aktaracağız. Bunun için yazı yazmayı seçmek, bir tür meydan okumadır. Zira dört kelimeden ibaret bir cümlenin bile milyonlarca yazılış şekli vardır. Milyonlarca biçim, yan yana geliş olanağı, sentaks. Yazarlar, bir çeşit mimardır, yapı kurarlar. Katedral gibi. Bunu yaparken "ben bunu böyle yazdım, derdimi böyle anlattım, hadi sen de anlat böylesini becerebiliyorsan" demiş oluruz, ‘meydan okuma’dan kasıt bu. Yoksa aynı dertleri aynı kelimelerle herkes anlatır. Walter Benjamin'in çok güzel bir lafı var: "Her kitap bir taktiktir." Taktik belirlemen gerekir, bir savaştır bu; metinle, kâğıtla, okurla mücadeledir. Taktiğini belirlerken dili kullanırsın. Bu durumda tabii ki şairlik büyük kazanç. Çünkü değişik şey yapmak isteyen biri olarak, şair olduğundan yola daha önce çıkarsın. Tabii bu durumda ara sıra, ister istemez öyküden şiire, şiirden denemeye bulaşırsın. Bazı öykülerin üzerinde biraz daha çalışsam, ortaya roman çıkabilirdi; mesela son öyküm, roman tohumudur aslında. Üzerine rahatlıkla roman yazılabilirdi. Buna da hikâye aşkında ısrar derim ben arkadaş!
Bir 'dert'ten bahsettin. “Herkes Yalnız”daki öykülerin çoğu uzun yıllara yayılarak yazılmış öyküler. Neredeyse yirmi yıl önce başlayıp bu yıl bitirdiğin öyküler var. Bunca yıl değişmeyen derdin ne? 
Öykülerdeki öz, o dert. Şiir olayı da bununla ilgili. Çünkü asıl olan, o derdi en iyi biçimde anlatmak. Bunu yaparken de türler arasında geçişler yapılabiliyor. Bazı öykülerin içinde deneme yazdığımı fark etmişsindir. Zaten 2015 yılında türler arasındaki bu ayrım tuhaf geliyor bana. Mesele, anlatmak istediğini farklı anlatmak. Çünkü yazı altı bin yıldır yazılıyor ve belki anlatılacak bir şey kalmadı bile. Ama anlaşılmadık şeyler var hâlâ ve anlatım şekilleri üzerinde hâlâ bazı yenilikler yapabiliriz. Edebiyatı sanat kılan da bu çetin mücadele. Yoksa iki süslü reklam cümlesiyle, üç tane 'afili' cümleyle meseleyi çözen çok insan var; bu kolaycılık, esnaflıktır. Esnaf olanın müşterisi olur, yazarlarınsa okurları vardır. Kolaylık arıyorsak niye edebiyat yapalım, galerici oluruz!
Bu 'anlaşılma' meselesi öykülerde de geçiyor. "Alice ile Nuri" öykünde "Anlam, bir yanılsamadır," diyorsun; "Çığlık" öykündeyse "Gerçek, bir yanılsama değildir herhalde," diyorsunuz. Öyleyse, derdin, okuru bir yanılsama olan anlamdan kurtarıp gerçekle mi yüzleştirmek?
Evet, yani gelecek kuşak Yeni Şafak’ı, Sabah’ı okuduğunda bizim yaşadığımızdan çok daha başka bir hayat görecek. Bir cennet görecek. Ama başka bir gazeteyi okuduğunda da cehennemimizi anlayacak. Hangisi gerçek? Hangisi hakikat? Ben dilim döndüğünce hakikati anlatmak istiyorum.  
“Herkes Yalnız”da okuru İstanbul'un eski semtlerine götürüyorsun. Kentlerin kendini hâlâ koruyabilmiş yerlerinde dolaşıyoruz. Kentlerin ve kentsel belleğin insan yaşamındaki ve edebiyattaki yeri hakkında düşüncelerin nedir?  
Son derece önemli bu. Nerede okuduğumu hatırlamıyorum da Proust'un büyük eseri “Kayıp Zamanın İzinde”de yazmış olduğu büyük bir katedral vardır. İki Fransız mimar oturmuşlar, yazarın tasvirinden yola çıkarak, bu katedrali inşa etmişler. Bir edebiyat eserinden yola çıkarak yani, düşün... 
Şimdi, Proust romanını, bir süre takıldığı Fransa'da Cabourg diye bir yer var orada yazmış olmalı. 2010'da bir etkinlik için Fransa’ya gittiğimde orayı da görmeyi çok istedim ama trenle sekiz saat sürüyor, mümkün olmadı. Proust'un romanın ikinci cildinde Balbec diye anlattığı yer o Cabourg kasabası olmalı. Orada bir otele çekilip yazıyor romanı. O otel hâlâ duruyor ve kasaba tamamen Proust'tan geçiniyor. Mesela Proust'un hikâyede yola çıkarken yediği kurabiyelerden her yerde satılıyor. Proust akşamları yürüyüş yaptığı yolda onun izlerinden yürüyorsun vs.
Aynı şekilde, İrlanda'ya giden bir arkadaş anlatmıştı, orada da hayatın her yerinde Joyce var. Bu durumun başka örneği de Arjantin'de taksi şoförlerinin bile seni Borges'nin sabah gezindiği yere götürebilecek oluşudur. Borges’nin müdavimi olduğu bardaki balmumu heykeli hâlâ duruyor. Barın sahibi şimdi bir masa kaybedeceğim diye bir kaygı gütmemiş! Karısı ve Borges orada duruyor. Kent, bu anlamda eskiliğiyle maruf bir şeydir. 
Bu, insanlığın ilerleyişinin de resmi sanırım. 
Tabii ki. Çünkü kent hafızadır. Orada yaşayan insanların hafızasıdır, geçmişidir kent. Şimdi sen Emek Sineması'nı yıkıyoruz ama üst kata taşıyacağız, dediğin vakit, aslında oradan insanın elini çekiyorsun. Çünkü Emek Sineması'nı Emek Sineması yapan, o alt kattaki insanların soluğudur. Orayı insan kılan şey geçmiş soluklardır. Ama sen onu alıp deri koltuklar koyarak boktan bir alışveriş merkezinin üçüncü katına taşıdığın zaman sadece adı Emek Sineması olarak kalır. 
Gerçekten kentte yaşadım diyebiliyorsan, karınla ilk öpüştüğün yeri çocuğuna gösterebilmelisin. Orası hâlâ var olmalı ki çocuğun gittiği zaman "annemle babam ilk burada yakınlaşmış" diyebilsin. Sadece ilişki bazında da değil; kentte ilk büyük eylemin yapıldığı yerler de bu anlamda önemlidir... Fransa'ya gittiğin zaman Paris Komünü'nün barikatlarının kurulduğu yerleri görebilirsin. Kent budur. Ama AKP Viyana'da iktidar olsa eskidir diye gondolları kaldırırdı muhtemel. Bu, bizim görmemişliğimizle ve kent denen şeyi anlamamış olmamızla ilgili.  
Biraz da "plaza hayatı" ile ilgili olabilir mi? Kentlerde, özellikle de büyük kentlerde yaşam, bir "plaza hayatı"na dönüşmeye başladı. Sizin de eğildiğiniz bir konu bu. İnsanlar işe gitmek için uyanıyor, işe gitmek için kahvaltı ediyor, işe gitmek için otobüse biniyor ve uyuyor...  
Evet, yani bir çeşit toplama kampı oldu aslında. 
Aynen öyle. Mesela son zamanlarda tartışılan bir konu; İstanbul'un yeni vapuru. Kapasitesi daha yüksek mi? Evet. Daha hızlı mı? Evet. Yani daha çok insanı iş yerlerine daha çabuk götürebiliyor. Ancak estetikten, zevkten müthiş yoksun... Kent yaşamı işe gitmeye odaklandı. 
Göt yanağına benzeyen vapurlar koydular şimdi de. İstanbul, bu mudur. İstanbul'u İstanbul yapan şeylerden bir tanesi Barış Manço Vapuru'dur. İstanbul'u İstanbul yapan şeylerden bir tanesi Haydarpaşa Garı'dır. Demin Nâzım dedik, Memleketimden İnsan Manzaraları dedik mesela... Memleketimden İnsan Manzaraları, Haydarpaşa Garı'nda başlar. İstanbul gerçekten bir dünya kenti olsaydı Haydarpaşa Garı'nda Nâzım Hikmet heykeli olurdu. O garın adı Haydarpaşa Nâzım Hikmet Garı olmalıydı. 
Ama biz kentli olamadık. İlber Hoca diyor ya "kasabalılık" diye... Bunu kasabada yaşayan insanları kötülemek için söylemiyorum ama köylü tarımı bilir, şehirli de şehri. Kasabalı ikisinin arasındadır, ikisinden de nefret eder ve ikisini de yok etmek ister. Ve evet, kimse kusura bakmasın, cahildir. İşte bu cahillik, koskoca İstanbul'u, nefis bir şehri, bir rüya şehrini bitirdi. Bu şehri mahvettik biz ve bu şehir bir gün bizden intikam alacak. 
Peki kentin şu anki durumunun, "plaza hayatı" dedim ben, o durumun insanı dönüştürdüğü hâlin Türk edebiyatında yeterince işlendiğini düşünüyor musun? 
Yok. Yani bizim Hakan (Bıçakçı) en son bir roman yazdı bununla ilgili, Doğa Tarihi diye, ama o da tam olarak buna dair değildi. Distopik bir şey olması açısından hoştu. Ama tabii ki henüz yeterince işlenmedi. Güncel bir mevzunun edebiyata girmesi zaman alır. Biraz sindirilmesi gerekir. Mesela Gezi de henüz derinlemesine işlenmedi. Ben de bu kitapta, Polis adlı öyküde, bir polisin gözünden Gezi'yi yazmaya çalıştım. 
O öykü ilginçti. Çünkü o öyküde, yenilen polis aslında. Kafası karışık, doğru yolda olmadığını için için biliyor, görüyor... Neredeyse bir bunalım halinde. Haziran Ayaklanması'ndan sonra verilen birçok eserde bir yenilmişlik hâli, "Bizi çok ezdiler, çok dövdüler," tavrı vardı. Özellikle şiir dergilerini takip edenler ne demek istediğimi anlar, bir "ağlak edebiyatı" yapıldı. Halbuki Haziran'dan elimizde kalan 'yenilgi' miydi acaba? Sonuçta o dönemki başbakan dedi ki "Ben buraya Topçu Kışlası yapacağım", ama yapamadı. Yaptırtmadık. Bu anlamda Haziran'ın hakkıyla işlenebildiğini düşünüyor musun?
Kesinlikle işlenmedi. Geçenlerde, -benim oyuncakçı dediğim- kitabevi olmayan kitapevleri var biliyorsun, onlardan birinde bir şey gördüm; Yeraltı Edebiyatı diye bölüm açmışlar. Metrosunda grafiti olmayan şehrin yeraltı edebiyatı olur mu Onurcum! Burada hemfikir olmamız gerek. Yeraltı edebiyatı için yeraltı gerek! Ama bir Gezi vardı, gördük biz bunu. Orada nefis bir anarşizan - komünal deneyim yaşadık. Bayraksızlık, flamasızlık geyiklerinden bahsetmiyorum. Onlar saçmalık.
Gezi büyük kazanımdı çoğu insan için. Bir sürü beyaz yakalı arkadaş hayatında ilk defa eyleme katıldı, bir sürü insan ilk defa sol gazeteler okumaya başladı... Yeni bir hayat deneyimi yaşadık orada. Devrim Market bile büyük kazanımdı. Ülkücü arkadaşlarım var, Devrim Market’ten alışveriş yapıp abi nasıl bedava oluyor diye merak ediyorlardı. Dayanışmanın ne olduğunu öğrendiler. Bunlar çok önemli. Orada yenilmişlik yok. Şöyle bir kayıp var sadece; çocuklarımızı, kardeşlerimizi öldürdüler. En büyük kayıp bu. Şayet başka bir ülkede olsaydık bambaşka bir sürece evrilebilirdi Gezi. Ne yazık ki bu olmadı. Yine de Gezi'nin herkesin kendi devrimini yapması anlamında büyük iş olduğunu düşünüyorum. Bunu da ağlak edebiyata dönüştürmek yanlış ve komik. 
Bir de “Polis”i yitirdiklerimize ithaf ettim ama o öykü aslında onların değil, onları öldüren polisin öyküsüydü. Bazı acıları hemen yazamazsın, belli bir zaman gerekir. Bugün hâlâ İlyada Savaşı hakkında roman yazılabiliyorsa demek ki bu işler uzun vadede oluyor. İyi edebiyat tüm zamanlar içindir. İyi edebiyat tüm zamanları kapsar. Hemencecik yazayım, puan toplarım, içine de reklam alırım falanla olmaz... Biliyorsun öyle şeyler de oldu. Gezi romanı yazılıyor, içinde ‘idefix’ reklamı var. Komik, hatta leş bir şey bu. 
Kitabın adı "Herkes Yalnız" ama içindeki öyküler Haziran'a değiniyor. Haziran, belki de Türkiye tarihinde görülmemiş bir dayanışma ve birlikte direniş örneğiydi. Herkesin kendi yaşamı var, herkes kendi yalnızlığıyla baş başa kalıyor, ama buluştuğumuz noktalar da var demek ki. Bir birey olarak Haziran senin hayatında nerede duruyor? 
Ben o günleri hasretle anmıyorum, çünkü o günlere benzer daha çok günümüz olacak bu ülkede. En azından son seçim sonucu bile Gezi'nin ektiği tohumları gösteriyor.
Gezi, bireysel tarihimde de çok önemli yere sahip. Çünkü ben işten kaçıp öğle tatillerinde oraya yemek götüren, akşam gidip oradaki çöpleri toplayan bir kişi olarak hatırlıyorum kendimi. İlk kez devletin karşısında bu kadar dik durdum. Bu anlamda önemli. Bir de şunu görüyorsun; devlet dediğin şey, aslında zenginlerin varlığını koruyan üniformalı bir güç. Bunların da sayısı bir milyonu geçmiyor. Biz Gezi'de, bu bir milyon kişinin karşısında daha kalabalık durduk; çok olduğumuzu gördük. Korkunun da cesaretin de bulaşıcı olduğunu öğrendik. Bu anlamda benim için çok önemli. İnsanız, korkarız. Ama o korku hepimizi cesur olmaya itiyor. Zaten bu yüzden de “Herkes Yalnız”da asıl cesaretli kişiler korkakların arasından çıkar, diye yazdım. Hayatı boyunca korku duymamış insan cesareti nereden bilecek ki?
Ritsos da "Beklenmeyen bir silahtır / Başeğme korkusu" diyor. 
Müthiş bir dize. Mesele bu işte. 
Şimdi, bu kadar siyaset konuştuk, ‘edebiyat ve siyaset’ konusuna da girelim. Senin de “Herkes Yalnız”da işlediğin konular siyasi, hatta çoğunlukla güncel siyasi konular. Aslında siyaset dediğimiz şey, insanın kendi hayatını da yönetme biçimi. Yine de çok tartışılıyor bu konu; siyaset, özellikle de güncel siyaset edebiyata girmeli mi girmemeli mi? Gerçi zaten “Herkes Yalnız” ile bu konudaki görüşünü ortaya koymuş oluyorsun ama yine de düşüncelerini merak ediyorum. 
Bu komik bir tartışma. Çünkü kıçımızı siliş şeklimiz bile siyasettir. Askerde bir çocukla tanışmıştım, temizliğini tuvalet kâğıdı yerine taşla yapıyordu. Kıçını taşla siliyordu yani. Taşı da tuvaletin çukuruna atıyordu. Karargâhın tuvaleti tıkanmıştı onun yüzünden... Gidip sordum, "neden kıçını taşla siliyorsun, kâğıtla silmiyorsun" diye. Ben ibne miyim, neden kâğıtla sileyim diye cevap verdi. Bu apaçık siyasal bir şeydir. LGBTİ diye bir grup var değil mi? Adamın bu temizlik biçimi işte bu yüzden siyasidir, o grupta olmaktan ürktüğü ya da desteklemekten korktuğu için. Kıçını siliş şeklinle bile taraf olursun bu asırda. 
Örneğin bıyık tarzları... Mesela ülkücülerin sarkık bıyık bırakması, hilale benzetmeleriyle ilgilidir ve o bıyığı bırakarak taraf olurlar. Badem bıyık da tarafı simgeler. Ya da bu iğrenç gölge bıyıklar... Biliyorsun, Türk siyasetçisi bıyıklı ve gudiktir. Mesela Selahattin Demirtaş'ın bir avantajı da bu formun dışında oluşuydu. Ha, bıyıklı da olur ama bizim Ovacık'taki başkan gibi bıyıklı olur. Bıyık dediğin de odur be kardeşim! 
Bunların hepsi siyasettir işte. O yüzden edebiyat - siyaset tartışmaları bana komik geliyor. Edebiyat her şeyi içerir. Yok bu güncel, yok bu değil, aman bu siyaset... Bunlar komik. Kimse zaten tutup da HDP'nin seçimdeki başarısından bahsetmiyor romanında! Ama siyasetten edebiyatı, edebiyatı da siyasetten soyutlamak, bana kalırsa her anlamıyla yenilgidir, baş eğiştir.
Kitaba adını veren "Herkes Yalnız" öykünde Serdem karakterinin ağzından "Öğrenmek yerine anlamadığı şeye kızan, bilmediğinden korkanlar ülkesi," diyorsun Türkiye için. Böyle bir ülkede yazmak bıktırıcı mı? 
Bıktırıcı tabii. Ama yazmanın senin için ne demek olduğunu biliyorsan mutlu olursun. Yazmaktan beklentin ne? Bu çok önemli. Başka yerde de söyledim; çoksatar olmak umurumda değil benim; ama uzunsatar olmak umurumda. Geçen sene Ankara'da bir imza gününe katıldım, 2004'te yayınlanan bir kitabımı getirip imzalattı bir arkadaş. Demek ki 11 senedir var ortada o kitap. Bu çok önemli. Yoksa kitap çıkarırsın, 100.000 satar ama üç ay sonra kimse hatırlamaz... Bunu hedeflemiyorum. Hedeflediğim şey, derdimi anlatmak ve sonraki kuşağa bir şeyler aktarabilmek. Derdim olmasa yazmam zaten. Yazmak belalı, çileli iş. Derdini anlattığın vakit bir şeyleri çözmüş oluyorsun; o birilerine ulaştığı vakit de mutlu oluyorsun. Beklentin bu kadarsa sorun yok. Ama herkese ulaşmak, toplumla kucaklaşmak gibi beş para etmez şeyler bekliyorsan olmaz. Zaten herkesin seveceği bir şey yazsam yanlış yaptığımı düşünürüm. Çünkü Berkin'in annesini yuhalayan güruhun yazdıklarımdan hoşlanması yanlış bir şey yaptığımı gösterir. Bu konuda çok netim. Diyeceksin ki ayrımcı mısın? Evet, ayrımcıyım. Çünkü tarafım. Hiç kimseyi kucaklamak gibi derdim yok. Sevdiklerimi kucaklarım yeter. 
Son olarak, kitaptan biraz uzaklaşıp, edebiyat ödüllerine değinmek istiyorum. Özellikle geçtiğimiz yıl epey tartışılan bir konu oldu edebiyat ödülleri. Taylan Kara, “insanbu” sitesinde, hem ödül mekanizmasını hem de ödüllerin Türkiye'de işleyişini eleştiren bir dizi yazı yazdı. Bazı ödüllerde sorunlar yaşandı, jüriler istifa etti. Sen de çeşitli ödüllere sahip bir yazar ve şairsin; ödül mekanizması ve Türkiye'deki işleyişiyle ilgili ne düşünüyorsun? 
Kim ne derse desin, ödül genç yazar için iyidir. Türkiye'de herkes okur değil ama herkes yazar. Herkes dergilere ürün gönderiyor. Dergiye gönderilen ürün sayısıyla derginin tirajını karşılaştırdığında görüyorsun ki yazar adayları bile dergiyi okumuyor! Bu kadar çok ürünün arasında seninkinin bir miktar öne çıkmasını ve editörler tarafından görülmesini ödül aracılığıyla sağlayabilmek mümkün.   
Ha, jüriler tartışmaya açılabilir, ya da "edebiyatta en iyisini jüriler mi bilir", "edebiyatta en iyi diye bir şey var mı" gibi yüz bin soru sorulabilir. Ama yeni birisi için bir adımdır ödül.
Fakat tabii ki edebiyatın ruhunda onaylanmak yoktur. Önceden yazdıklarımla ilgili yazı yazan dolu insan Herkes Yalnız’ın adını anmadı. Anmayacaklar da. Bunun benim için hiç önemi yok. Çünkü sadece bildiğimi söylüyorum ve bu yaştan sonra hâlâ onay beklemek tuhaf geliyor. Fakat on yedi yaşındayken neden olmasın; o zaman ödül cesaretlendirici bir şeydir. 
Buna karşın Türkiye'de ödüllerin işleyişinin olumlu olmadığını düşünüyorum. Biraz tavsamış bir kurum ödül kurumu. Tuhaf bir hale dönüştü, Türkiye'deki her şey gibi.
Altı yedi ödülün birden jürisi olan insan var. 
Evet, evet… Bütün mesleği ödül jüriliği olan adamlar var. Ben geçtiğimiz yıl bir özel okulun öykü ödülünde jüri olayım dedim, bir ayım gitti yahu! Çünkü bu ciddi bir iş, epeyce öykü okuman lazım. Çocukların her birinin öyküsünü ciddiyetle okudum, altlarını çizerek falan. Bu bir iş. Bakıyorsun, yahu on iki ödülde jüri olan bir adamın tuvalete gitmeye vakti olmaz ki! Üç yüz tane roman gelse, üç yüz çarpı on ikiden 3600 tane metin eder. 365 gün var, her güne on tane falan düşüyor neredeyse. 
Ödüldeki ölçütüm şu: Diyelim, Sait Faik Ödülü aldın sen. Düşünürüm: Onur Bayrakçeken ile Sait Faik güzel bir biçimde, birbirlerini severek karşılıklı rakı içebilir mi yoksa Sait Faik, Onur'u beşinci dakikada kovar mı? Cevap ikinci seçenekse ödül doğru yere gitmemiştir. Bu ülkede çoğu zaman doğru yere gitmiyor ödül. 

Herkes yalnız, Onur Caymaz, Kırmızı Kedi Yayınları, 2015, 168 sayfa.
Bu Sefer Mavi

Bu Sefer Mavi

Kolektif
Derleyen: Haydar Ergülen
Kırmızı Kedi Yayınevi
Bu Sefer Mavi denizin bize mavi görünen o tuzlu suyunu, vapurun arkasında bir fermuarı açar gibi bıraktığı beyaz köpükleri ve denizin sokak çocukları martıları anlatıyor...

ECE KARAAĞAÇ

İçinden deniz geçen bir şehirde yaşamanın ne olduğunu içinden deniz geçen bir şehirde yaşamamış olmayan bilemez. Hele iki kıta arasında mekik dokuyarak yaşamanın ne olduğunu bilmek, yalnız ve yalnız İstanbul’da yaşayanlara mahsustur. Bir kıtadan diğerine geçmenin denizin altından ya da üstünden birçok yolu vardır. Fakat her seferde bir avuç şanslı insan denizin içinden geçerek giderler karşı kıyıya.
Bu Sefer Mavi denizin bize mavi görünen o tuzlu suyunu, vapurun arkasında bir fermuarı açar gibi bıraktığı beyaz köpükleri ve denizin sokak çocukları martıları anlatıyor. Kitap; Sunay Akın, Esmahan Akyol, Atilla Birkiye, Riitta Cankoçak, Metin Celal, Vecdi Çıkarıoğlu, Nurduran Duman, Küçük İskender, Vivet Kanetti, Cemil Kavukçu, Gönül Kıvılcım, Uğur Kökden, Nilüfer Kuyaş, Sevin Okyay, Sibel Oral, Neslihan Önderoğlu, Ayşe Sarısayın, Hale Seval ve Engin Turgut’un Haydar Ergülen’in teşviki ve katılımıyla, Kırmızı Kedi Yayınları’nın “Yolculuklar ve Kentler” serisinin altında toplanmasıyla ortaya çıkmış. Fakat vapur dediğimize bakmayın siz, konu kentler ve seyahatler olunca eski savaş gemileri yahut büyük yolcu gemileri de dâhil olmuş konuya. Sunay Akın Pearl Harbor’dan kurtulan tek gemi olan Solace’in Çorlulu Ali Paşa Camii’nin şadırvanında biten öyküsünü anlatmış örneğin, Sibel Oral ise daha 15 yaşında kendisini cebinde iki banknot ve bir kitapla özgürlüğe ve Ada’ya götüren Ada vapurunu. Vivet Kanetti’yi eski Ada günlerine taşımış bu vapur, Sevin Okyay ise bu vapurları onun çocukluğunda bir sayfiye kasabası olan Maltepe’deki evin ikinci katından seyre dalmış. Kısacası vapurlar ömrünün en azından bir kısmında İstanbul’da yaşamış her insan gibi yazarlarımızı da derinden etkilemiş; sadece bir vasıta olmanın çok ötesinde, bir yol arkadaşı da olmuş onlara.
Bugünlerde yeni tasarımıyla ortaya çıkan vapurlar için aynı şeyi söyleyemesek de; İstanbul Boğazı’nın emektar vapurları kimi günler güvertesinde denize karşı içlendiğimiz, kimi günler bir sokak müzisyenine şen şakrak eşlik ettiğimiz, kimi günlerse simidimizin yarısını martılarla paylaştığımız yaşayan mekânlardır. Trafik çilesinden uzak, telaştan azade, nefesin ve yaşamın paylaşıldığı yerlerdir. Söz konusu vapur oldu mu yolcular bile hiç olmadıkları kadar naziktir birbirlerine. Söz konusu Ada Vapuru olduğundaysa makbulü yandan çarklı olanıdır. Bu güzide vapurumuz yaz aylarında bir karnaval yerini, kış aylarındaysa Ada’nın yerleşik sakinlerini işe ya da okula taşıyan bir servis aracını andırır. Fakat vapur dediğimiz elbette İstanbul’a has değil. Bugün artık herkesçe ünlenen Avşa Adası’na geçmişte Ayvalık ve Gemlik vapurları uğrarmış. Bu vapurlar ki bir vakit Metin Celal’in de çocukluğunu süslemiş. Yine de bu durum, size kitaba katkı sağlayan bütün yazarların anılarından yola çıktığını düşündürmesin. Kitapta çok iyi öyküler de mevcut.
Uzun lafın kısası; Bu Sefer Mavi sonunda havaların ısınmaya yüz tuttuğu şu erken yaz günlerinde vapurun arka güvertesinde sıcak bir çay ya da soğuk bir gazoz eşliğinde çelikten yapılma bu eski dostun ahşap rabıtalarına kazınan hikâyelerini anlatacak. Dinlemezlik etmeyin.http://t24.com.tr/k24/kitap/bu-sefer-mavi,58

15 Haziran 2015 Pazartesi

Komplolar değişmiyor


Edebiyat tarihinin en önemli casus romanları yazarı ve eski casus John Le Carré, iki yıl önce 82 yaşında yazdığı ve yeni Türkçeye çevrilen son romanı “Nazik Bir Durum” ile yine okurlarının aklını başından almaya hazırlanıyor.

MİNE AKVERDİ DENKTAŞ


Usta işi bir romanı hemen fark edersiniz: Daha ilk cümlelerden yazar sizi avucunun içine alır ve kurguladığı dünyanın içine atıverir. Bu anlamda casus romanlarının usta kalemi John Le Carré‘a da direnmek neredeyse imkansızdır. Yazarlık kariyerinde 50 yılı, hayatta ise 80’ini çoktan devirmiş ünlü İngiliz yazar, casus romanlarında çıtayı öylesine yükseltmiştir ki, sadece heyecan yaratan iç içe geçmiş karmaşık casusluk hikayeleriyle değil, akıcı ve edebi dili, capcanlı karakterleri, gerçek dünyaya ayna tutan çarpıcı alt metinleriyle de soluğunuzu keser. Le Carré‘ın ustalığının sırrıysa hayat hikayesinde saklıdır.

CASUSTU YAZAR OLDU

1931’de David John Moore Cornwell adıyla Dorset, İngiltere’de dünyaya gelen John Le Carré, küçük yaşta anne ve babasının yarattığı hayal kırıklıkları ve güvensizliklerle yüzleşmiş biri. Henüz 5 yaşındayken annesi onları terk etti. Büyük bir dolandırıcı olan babasıyla kimi zaman lüks villalarda, kimi zamansa babası hapse düşünce yoksul dairelerde sürdürdüğü, inişli çıkışlı ve tutarsız hayat onu yıprattı. “Büyük kurumlardan birinin kanatları altına girmeye ihtiyaç duyuyordum, tıpkı gizli dünyalara adımını atan pek çok diğer insan gibi...” diyen Le Carré, 1952 yılında Oxford’da okurken İngiliz Gizli Servisi MI5 için istihbarat toplamaya başladı. 1958-64 yılları arasındaysa MI5 ve MI6’da kadrolu eleman olarak casusluk yaptı. Bu dönemde, yaşadıklarından ilhamla John Le Carré takma adıyla romanlar da yazmaya girişti.

1961’de ilk romanı “Call For the Dead”i yayınlayan Le Carré‘ın yazar olarak büyük çıkışı 1963 tarihli üçüncü romanı “Soğuktan Gelen Casus / The Spy Who Came in the Cold” ile oldu. Okuyucuya yalanlarla kurulu bir dünyanın gerçeklerle dolu hikâyesini anlatan “Soğuktan Gelen Casus”, Sovyetler Birliği ile sürmekte olan soğuk savaşın zirve yaptığı bir zamanda, İngiltere’nin ruhunu açıkça ortaya koymasıyla da dikkat çekiyordu. Ünlü yazar Graham Greene tarafından “gelmiş geçmiş en iyi casusluk romanı” ilan edilen ve Somerset Maugham Ödülü‘nü kazanan roman sonraki yıllarda da Publishers Weekly tarafından “Tüm zamanların en iyi casus romanı” seçildi, Time dergisi tarafından da “Tüm zamanların en iyi 100 romanı” listesinde gösterildi.

Bu başarının ardından kendini tamamen yazmaya veren Le Carré “Köstebek / Tinker Tailor Soldier Spy”, “Son Casus / A Perfect Spy”, “Panama Terzisi / The Tailor of Panama” gibi pek çoğu sinemaya da uyarlanan müthiş romanlara imzasını attı. Ian Flaming’in meşhur James Bond romanlarının abartılı olayları ve kahramanlarının aksine, Le Carré romanlarında ihanetler, çift taraflı çalışan casuslar, örgüt içindeki köstebekler derken İngiliz istihbarat örgütü (nam-ı diğer Sirk)’in iç çatışmalarını, hesaplaşmalarını, müthiş entrikaları, devletler arası değiş-tokuşları, üstte ve altta var olan ilişkileri, stratejileri gerçekçi bir dille anlattı; dünya politikaları üzerine derinlemesine analizlerini de eksik etmedi.

Bu olağanüstü dünyanın çevresinde yaşanan gerçek hayatları, duygularıyla var olan kanlı canlı gerçek insanları ve insan psikolojisini “efkarlı ve dünya yorgunu casus” tiplemeleriyle gözler önüne sermesiyse romanlarının en vurucu özelliği oldu. 50 yıldır yazan biri olarak dünyadaki pek çok değişime tanıklık eden Le Carré‘ın romanları da zaman içinde değişim gösterdi. Sovyetler Birliği ve soğuk savaş ortadan kalktıktan sonra yüzünü tamamen Batı‘ya dönen Le Carré ‘in son dönem romanlarında artık düşmanlar, kötü adamlar casuslar değil, büyük ilaç firmaları, dev bankalar, kötü kalpli çok uluslu şirketler ve onlar tarafından satın alınan zayıf iradeli politikacılar oldu. Ve işin tuhafı bu kötüler eskilerinden de daha kötü olarak karşımıza dikildi. İki yıl önce, 82 yaşındayken yayınladığı ve bu ay Kırmızı Kedi Yayınevi’nden Türkçe olarak çıkan 23. ve en son romanı “Nazik Bir Durum ” da Le Carré ‘in bu yeni nesil romanlarından.

“Nazik Bir Durum”, 2008’de Cebelitarık’ta gerçekleştirilen ‘çok gizli’ “Wildlife” operasyonuyla açılıyor: Silah satın almak üzere gelen cihat yanlısı azılı bir teröristi yakalama operasyonunda İngiliz Gizli Servisi, CIA, kiralık özel kuvvetler ve bakanlığın gözü-kulağı olarak Anderson yer almaktadır. Operasyonun ardındaki isimlerse İngiltere Dışişleri Bakanı ve Bakan’ın yakın arkadaşı olan bir silah üreticisidir. Ancak operasyona katılanlara görevin başarıyla tamamlandığı söylense de bir şeyler fena halde ters gitmiş, masum bir kadın ve çocuk öldürülmüştür. Aradan üç yıl geçtikten sonra, Anderson emekli bir diplomat olarak hayatını sakin bir şekilde sürerken bir askerin kendisiyle bağlantıya geçmesi sonucu bu korkunç gerçeği öğrenir. Hükümet yetkilileri olayı örtbas etmiştir. Öte yandan Bakan’ın Özel Kalem Müdürü olmasına rağmen bu operasyondan haberdar edilmeyen Toby Bell de şüphelenip araştırmaya girişmiştir.

Probyn ve Bell gerçeği açığa çıkarmak için biraraya gelir. Ancak bu durum ikisini de hiç beklemedikleri bir şekilde etkileyecektir. Le Carré, “en İngiliz ve en otobiyografik” romanı olarak tanımladığı “Nazik Bir Durum”da, iki baş karakterin farklı açılardan kendisini anlattığını söylüyor: Otuz yaşlarındaki hırslı, kariyerinde yükselmekte olan devlet yetkilisi Toby Bell ve emekli olsa da devlet işlerinden uzaklaşamayan, kendisi gibi İngiltere’nin kırsalında yaşayan Sir C. Probyn. Kahramanları, kanlı canlı karakterler olarak okuru anında yakalıyor. Ancak romanı çarpıcı yapan Le Carré‘ın siyasetin parayla kol kola gezdiği, politikacıların finansörlerle gizli işbirliklerine imza attığı günümüz dünyasına ışık tutması.

“Nazik Bir Durum”, devletlerin karanlık bürokratlarıyla, derin ve acımasız komplolarıyla mücadeleye girişen bireylerin hikayesini anlatıyor. Ve bunun kazanılması neredeyse imkansız bir savaş olduğunu bize hatırlatıyor.
http://vatankitap.gazetevatan.com/haber/komplolar_degismiyor/1/24266

Kazan, kazan!


İlk romanı “Ölü Kelebekler Dansı“ ile sadece iyi bir müzisyen değil aynı zamanda iyi bir yazar olduğu sinyallerini veren Hüsnü Arkan son romanı “Hırsız ve Burjuva” ile bunu ispatladı ve Orhan Kemal Roman Armağanı‘nı kazandı.




Hüsnü Arkan’ı önce müzisyen olarak tanıdık. Türkiye müziğinin özgün gruplarından Ezginin Günlüğü‘nün hüzünlü ve buğulu sesi olarak... Popüler müzik değildi onlarınki, bu yüzden seven ya çok seviyordu ya da bazılarına hiç hitap etmiyordu.

Derken, 1998 yılında “Ölü Kelebekler Dansı“ isimli ilk romanı yayımlandı. Mültecilik ve göç sorunu üzerine bir romandı bu. Kendine yaşayacak yurt arayan çaresiz insanların hikayesiydi ve Arkan bu sorunu, göç sorununun boyutlarının nedenle büyük olduğunun ortaya çıktığı 2010’lu yıllarda değil 2000’lerin başında görmüştü. Ama en önemlisi Arkan bu sorunu kaleme alırken, Latin Amerika edebiyatına selam eder gibi, bir başka göç kavramıyla daha birleştirmişti. Yani bu dünyayada yaşayanların ölerek bir başka diyara göçmesiyle...

“Ölü Kelebekler Dansı“ndan iki yıl sonra yayımladığı “Menekşeler Atlar Oburlar” ile de edebiyata olan sevgisinin, pek çok sanatçıda rastlanın aksine hobi düzeyinde olmadığını anladık. Çünkü Arkan yeni kitabıyla da özgün bir edebiyat anlayışının peşinde olduğunu vurguluyordu.

Nitekim, son romanı “Hırsız ve Burjuva” da Türkiye’nin en köklü roman ödüllerinden olan Orhan Kemal Roman Armağanı‘nı kazanması da bunun en güzel göstergelerinden. Arkan bu romanında da hemen tüm kitaplarındaki gibi sistem analizini sürdürüyor. Sistemden kastım elbette ki, “kazanmak, kazanmak, kazanmak” olarak özetlenebilecek liberal ve neoliberal dünya. Arkan bu eleştirilerini 12 Eylül 1980 günü, muhasebeci bir babayla öğretmen bir annenin oğlu olarak doğan Evren’in yaşadıkları üzerinden anlatıyor. Evren, çöplüklerden geçinen Ruhan, Evren’in hayallerini süsleyen bar kadını Gülgün, oturdukları yoksul mahalle, hırsız İsmail, işbitirici Hadim Bey, Mubah Şirketler Grubu...

Hepsinin en sonunda birbirine bağlayan ise hırsızlıktan başka bir şey değil. Aşk, sevgi, paylaşım hatta mutluluk bile değil. Şöyle diyor Arkan kitabı için: “Çağımızın en büyük hırsızı ve katili burjuvazidir. Halkları düşmanlık zemininde karşı karşıya koyarak bu gerçeği gizleyemezler. Böylesi bir açık çıkar ortamı yalnızca vahşi hayvan topluluklarında görülür. Vurgulamak istediğim, insan olduğumuz, vahşi doğadan kopmuş olduğumuzdur. ‘İnsanın doğası budur ve hala vahşidir,’ diyenlere inanmamak lazım. Vahşi olan aslen muktedirlerdir ve bu hep böyle olmuştur. Ancak dünyada milyonlarca işçi, memur, çalışan var hırsız ve burjuva olmadan yaşayan. Türkiye’de de böyle. Mesela aldıkları ücretten daha çok vergi ve sigorta primi ödeyenler var.”

Özetle; “Hırsız ve Burjuva” için şehirlerin raht uğruna talan edildiği, ağaçların kesildiği, yaban hayvanlarının kendini Boğaz’ın sularına bıraktığı, gelir dağılımı adaletinin iyice bozulduğu bir dönemin izlerini 12 Eylül Türkiye’sinde arayan bir roman.http://vatankitap.gazetevatan.com/haber/kazan_kazan_/1/24267 

3 Haziran 2015 Çarşamba


Hırsız ve Burjuva

Kimlik arayışımız yıllardır bitmedi, bitecek gibi de durmuyor. Cumhuriyetin kuruluşuyla başlayan dönemde bile neredeyse her on yılda bir önemli dönüşümler yaşanmış. Sadece “darbe”lerle sınırlayamayız bunları… ancak darbeleri de göz ardı edemeyiz.
Bu çerçeveden bakınca edebiyat da gerçeklerle örülüyor, gerçeklerle yapılıyor. Yazarın anlattıklarına okurun canlandırdıkları da ekleniyor, birbirine ulanan anlatı, giderek tüm yaşamı kapsıyor.
Belirleyici olan…
Hüsnü Arkan, 1998’den bu yana yazan, yazdıklarıyla okurun bir yere getirdiği, beğenilen bir yazar. Tabii, bunda “Ezginin Günlüğü”nün de etkisi var. Arkan, müzisyenliğini aşan -aslına bakarsanız, bir kez de o açıdan bakarak dinleyin şarkılarını, onlarda da aynı temeli bulacaksınız, ezgiler de taşıyacak sizi aynı noktaya- yazarlığıyla kendini kabul ettirdi edebiyat dünyasına. “Hırsız ve Burjuva” ile Orhan Kemal Roman Armağanı’nı kazandı bu yıl.
Orhan Kemal dünyası…
Edebiyatımızın en önemli kalemlerinden biri Orhan Kemal. Aramızdan ayrıldığından bu yana geçen 45 yılda, herhalde daha bir anlıyoruz büyüklüğünü. Okuyucusunu seyirciye dönüştüren bir yazar Orhan Kemal, alabildiğine görsel yazıyor. O kadar çok senaryo yazmış ki artık görsel anlatmak bir dil olmuş kendisinde. Sahi, okurken her cümlesi canlanır gözünüzde. Kuşkusuz her okurun canlandırdığı kendisine… ama gerek sinema gerekse televizyonlar o kadar çok ve o kadar yoğun kullanmışlar ki yapıtlarını, -imajın imajı olmazmış- oyuncularla özdeşleşmiş artık kahramanlar.
Arkan’ın anlatısı…
Umudu, iyimserliği ve içtenliğiyle “bizim” dediğimiz, bağrımıza bastığımız Orhan Kemal’in, adına konulan ödülü alan yapıtın da aynı nitelikleri yansıtması beklenir. Hüsnü Arkan’da bu gücü ve kaliteyi buluyoruz. Arkan, bile isteye oluşturduğu karakterlerle, Orhan Kemal’in izinden giderek görsel bir dille anlatıyor öyküsünü.
12 Eylül günü doğan, buna da bağlı olarak kendisine bel bağlanan Evren, yalnızlığı, beklentisizliği ve umutsuzluğuyla okurun kendi yolunu çizmesine de imkan sağlıyor.hüsnü Arkan
Karakterler de konuşur
Yazar, karakterlerini öyle betimliyor ki -belirli aşamalarda çok daha canlı- siz, okur olarak o karakterlere soru soruyorsunuz ve aldığınız yanıtlar çerçevesinde daha bir anlam kazanıyor roman. Bu arada Sebahat’in bir kedi olduğunu fısıldamış olayım…
“Dünya denen gemi rastlantıların üzerinde yüzer”miş, ben demiyorum, “Hırsız ve Burjuva”da Hüsnü Arkan söylüyor. Bu cümle bile tek başına yeni düşler, yine ufuklar açmaya yeter. “Anneleri, babaları, evi kuşatan çitin önüne ekilmiş çiçekler, günün son ışıklarıyla soluklaşan kır manzarası, akşam çorbasının kokusu, evin çevresinde sürüp giden savaşların ve geçici barışların nedenleri hep aynıdır.” cümlesi sadece Ruhan, Evren, Hadim Bey, Eyüp, İsmail, Gülgün ve diğer kahramanlarla oluşmuş romanın mekanı olabilir mi tek başına? Bu cümlede siz de yok musunuz, belki evinizi kuşatan çit yoktur, önünde ekilmiş çiçekler de olmayabilir, ama pencerelere dizilmiş saksılardaki çiçeklerle eşdeğer sayılmaz mı? Akşam çorbanız var mıdır, bilemem ama bir simit bile güzel kokar açlığınızı hissettiğinizde…
Barış, hep barış…
Bir noktayı, altını birkaç kez çizerek belirlemekte yarar var: Kalıcı barış gereklidir. Savaşların ve geçici barışların sebeplerini, siz biliyorsunuz.
Bir çırpıda okudum Hırsız ve Burjuva’yı. Keyifle okudum. Orhan Kemal Armağanı’nı hak ettiğine inanarak okudum. Şimdi, üzerine yazarken, sayfaları karıştırırken çıktı karşıma… “Silahın namlusu tam olarak göğsüne yönelmişti. (…) ‘Kımıldarsan göbeğinden işetirim!’” Barışçıl bir yazar olduğunu yakalıyoruz bu cümleyle Arkan’ın. Barışçı ve barışçıl olmasa göğse yönelen silah nasıl olur da göbeğe yönelir? Kahramanları da en az kendisi kadar gaddar değil, duygusal. Arka kapak yazısında da vurgulandığı gibi “çağdaş bir isyan” Hırsız ve Burjuva.
Siz de katılmak istemez misiniz o çağdaş isyana, tam da Gezi Direnişi’nin ikinci yıldönümünde, tam da Orhan Kemal’i (tabii, aynı günlerde doğanın kucağına yatıya giden Nazım Hikmet’i, Ahmed Arif’i de unutmaksızın) ölüm yıldönümünde…
Hırsız ve Burjuva
Hırsız ve Burjuva, Hüsnü Arkan, Kırmızı Kedi Yayınları, Orhan Kemal 2015 Roman Armağanı, 218 s.
http://siyasihaber.org/hirsiz-ve-burjuva


                       ORHAN KEMAL’DEN HÜSNÜ ARKAN’A
ORHAN KEMAL Roman Armağanı, 44 yıldır veriliyor. Bilindiği gibi bu armağan, olabildiği ölçüde Orhan Kemal’in dünya görüşüne, üslubuna, fikirlerine, yazdıklarına yakın duran romanlara verilegelmiştir.
İstisnalar olmuştur elbette, ama Hırsız ve Burjuva bu istisnalardan biri değildir.
Şiir yazarken ve şair olmayı amaçlarken, cezaevinde tanıştığı, dost olduğu Nazım Hikmet’in teşvikiyle, onun toplumcu görüşlerinden etkilenerek roman yazmaya yönelen Orhan Kemal, hayata dışarıdan bir seyirci gibi bakarak değil, hayatın içinden yazmıştır. Yoksul kesimi, sömürülenleri anlatmış, sıradan insanları romanlarının kahramanları yapmış, onların yaşam koşullarını olduğu kadar iç dünyalarını da yansıtmıştır.
Hırsız ve Burjuva’da da, elbette farklı bir üslupla, bu insanlar çıkar karşımıza:  Çöplükte yaşayanlar, toplumun alt kesimleri, hırsızlar,  yoksullar, itilmişler ve bunların karşısında da burjuvalar, dolandırıcılıkla, hileyle zengin olanlar, mevki sahibi olanlar.  
Orhan Kemal’in yazdığı yıllarla, Hüsnü Arkan’ın yazdığı yıllar arasında ne değişti derseniz, yanıtım “pek az şey” olur.  Benzer düzen, benzer kişilerle, benzer boyutlarda devam etmiyor mu?  Arada neredeyse 2 kuşak var, ama yazdıklarında bu iki yazarı birleştiren gerçekler, durumlar, Türkiye’nin halleri pek az değişti. Toplum yapısındaki çelişkiler, kusurlar, adaletsiz koşullar hâlâ sürüp gitmekte.  Uçurum kapanmamış.
Hüsnü Arkan, romanlarında ve şiirlerinde genel olarak adalet, ahlak kavramlarını, bireyin kaderiyle ilişkisini ele alır. 1998’de yayımlanan ilk romanı Ölü Kelebeklerin Dansı’ndan bu yana yazdıklarında siyasi boyut hiç eksik olmamıştır.  Ama bu siyasi boyut didaktik bir üslupla değil, ustalıklı, incelikli bir edebi anlatım içine oturtularak verilmiştir. İnandırıcıdır Hüsnü Arkan’ın romanları, çünkü hayatın içindendir. Etrafımıza ya da kendi hayatımıza baktığımızda gördüklerimizdir, hayata, hayatın gerçek yüzüne tutulan aynadır. Orhan Kemal kadar doğrudan vermese de, okuru satır aralarını çözmeye yöneltse de, tıpkı Orhan Kemal’in romanları gibi gerçekçidir yazdıkları.
Toplumsal acıları işleyen, ama bireysel acıları da görmezlikten gelmeyen,  savaşın dehşetini farklı bir açıdan anlatan Uzun Bir Yolculuğun Bittiği Yer isimli romanı,  1900’lerin başından 12 Eylül 1980’e kadar uzayan bir zaman diliminde toplumumuzu anlatıyordu. Hırsız ve Burjuva da o tarihten sonrasına önemli bir pencere açmış.
Seçtiği kişiler günümüz toplumunun farklı katmanlarının simgeleri gibi. 12 Eylül 1980 günü ortadirek bir ailenin oğlu olarak dünyaya gelen Evren,  çöplükten geçinen Ruhan, bar kadını Gülgün, hırsız İsmail, iş bitirici Hadim Bey, bir şirketler grubunun patronu Eyüp… Ne var ki Hüsnü Arkan, karakterlerinin bir şeyi ya da birini simgelemesinden çok romanın kendi gerçekliği içinde yaşıyor olmalarını, canlı olmalarını ve bu etkiyi bırakmalarını sağlamaya çalıştığını da söylemişti bir konuşmasında. Kaçınılmaz olarak herhangi bir şeyi simgeliyorlarsa da, bu vurgulamanın okuyucunun gözünde, kişiliklerinin, seçimlerinin önüne geçmemesini dilerim, demişti. Hırsız ve Burjuva, sebepsiz ve haksız zenginliği, legal olmayan sermaye birikimini eleştirirken bir yandan da “ iyi hırsız-kötü hırsız” kavramı üzerinde düşündürüyor.  Evren ve çevresi, küçük suçların normal karşılandığı bir dünyada yaşıyorlar. Hadim Bey ve Burjuva ise büyük suçların normal karşılandığı bir dünyada. Birinci tür suçları yasalar korumuyor, ikinci türü ise koruyor. Bu karakterler yaşadığımız çağda ve toplumda fazlasıyla var. Hüsnü Arkan, hırsızlığı yasallaştıranlara büyüteç tutuyor.
Romanı okurken, suçun,  herkesin şu ya da bu biçimde eğilim gösterebileceği bir şey olduğunu düşünüyorsunuz.  İçinde yaşadığımız sistem bu eğilimleri bir yandan yasaklıyor, bir yandan da kışkırtıp cazip hale getiriyor. Bu çelişki romanda, çeşitli kahramanlar yoluyla başarılı bir şekilde sunuluyor.  
Hırsız ve Burjuva, bize Türkiye’nin son yıllarının, 12 Eylül sonrasının bir resmini çiziyor. İçinde yaşadığımız sosyal ortamın nasıl bireyler yarattığına dikkat çeken Arkan, bu ruh halinin eleştirisini, genel olarak da sistemin eleştirisini yapıyor.
Roman yazarı, çağının tanığı olmalı mıdır? Yanıtlar değişebilir. Orhan Kemal de Hüsnü Arkan da çağının tanığı olan yazarlardan. İkisi de kendilerini rahatsız eden konuları romanlarına taşımışlardır. Toplumsal gerçekçilik, bazen irkiltici boyutlarda olsa da her ikisinin de yazdıklarının ana damarıdır. Toplum eleştirisi Hüsnü Arkan’da güçlü, hatta can acıtıcı boyuttadır.  Aracısız ve acımasız vermiştir bireyin konumunu.   
Öneminden hiçbir şey kaybetmeyen bu ödülü kazanan Hüsnü Arkan’ı yürekten kutluyorum.

İlknur Özdemir
2 Haziran 2015