24 Ağustos 2015 Pazartesi

‘Siz inanmak istedikten sonra, her fal doğru çıkar’
23 Ağustos 2015 Pazar, 06:05:30Güncelleme: 06:27:05
“Yalansavar” köşesi ve bir dönem radyoda sürdürdüğü “Açık Bilim” programıyla tanıdığımız Tevfik Uyar, Kırmızı Kedi Yayınları’ndan çıkan “Astrolojinin Bilimle İmtihanı” adlı kitapta çok ilginç bilgiler veriyor. Astrolojinin bir “sahtebilim” olduğunu öne süren Uyar’ın kitabında, astrolojinin gerçekliğini savunan iddiaları çürütecek çeşitli testler de var.
Tevfik Uyar, Astoroloji, Burçlar, Gülenay Börekçi
·         5
·         15
·          
·          
·          
·          
·          
·          
Gülenay BÖREKÇİ / HT PAZAR

Çoğu edebiyatçı, çizer, sanat tarihçisi olan birkaç arkadaşımla yemekteydik. Gecenin ilerleyen saatlerinde konu yıldızlara, burçlara bağlandı. Onlara göre, şahsi meselelerimizden memleketin hallerine yaşadığımız her problemin açıklaması orada, gökyüzünde öylece duruyordu. Böyle durumlarda genellikle sessiz kalır, içimden de “Madem cevapları görebiliyorsunuz, önce kendi problemlerinizi çözsenize” derim ama bu defa iş yıldızlar yüzünden benim çektiklerime de geldiği için susmayıp itiraz ettim. Ve oradaki tek şüpheci olarak önyargılı ve kibirli olmakla, tutuculukla suçlandım.

Bilmiyorum böyle bir şey sizin başınıza geldi mi? Benim sıklıkla geliyor, çünkü çevremde hayatı yıldızlara bakmak suretiyle açıklayabileceğini düşünenlerin sayısı gittikçe artıyor. “Astrolojinin Bilimle İmtihanı” adlı kitabı görünce o yüzden çok sevindim. Ve “Oh be, meğer yalnız değilmişim” duygusuyla okuduktan sonra da yazarı Tevfik Uyar’la röportaj yaptım. Ama konuştuklarımız içinde en şaşırdığım şeyi baştan söyleyip rahatlayayım: 21 Ağustos 1930’a, yani İngiltere Prensesi Margaret’ın doğduğu güne kadar günlük burç yorumu diye bir şey yokmuş. Sunday Express Gazetesi’nin farklı bir haber yaratmak isteyen editörü John Gordon, o gün astrolog Richard Harold Naylor’a gitmiş, o da küçük prensesin “haritasını” çıkarmış. Gazete yok satınca da 12 burçluk günlük yorumlar icat edilmiş. Hele yıllar sonra The Daily Mail Gazetesi 1980’lerde okurlarına telefonla burç falı hizmeti başlatınca işler iyice çığırından çıkmış. Devamı, Tevfik Uyar’la röportajımızda...

- Astrolojiyi eleştirmek niçin kimsenin aklına gelmiyor? 

Çünkü “doğal” olan astrolojiye inanmak, çünkü çocukluğumuzdan beri hemen her gazetede bir astroloji köşesi var. Ve güneş tutulması benzeri astronomik olaylarda bile astronomlardan değil astrologlardan görüş alınmasına alışkınız.

- Astroloji niye bu kadar etkili? 

Güzel bir haber alacağımızı ya da bizi bekleyen kısmetleri duymanın keyfi başka şeyde yok. Dahası, umuda ihtiyacımız var. Parasızken, aşksızken, iş bulmaya, evlenmeye hatta boşanmaya dair ümitlerimiz tükenmişken bize haber, yol, kısmet çıkması çok önemli. İnsanlar kahve falında olduğu gibi astrolojide de hep en mustarip oldukları konuya dair çözümler duymak istiyorlar.

- Babil’den antik Yunan’a her kültür astrolojiden faydalanarak evreni, dünyayı, hayatı anlamlandırmaya çalışmış. Fakat siz astrolojinin 18. yüzyıldan itibaren hızla unutulduğunu anlatıyorsunuz, neden?

Kurşunun altına dönüşebileceğine, hastalıklara kötü ruhların neden olduğuna, şizofrenlerin cinler âlemiyle temas kurduğuna yönelik inançlar neden bittiyse astroloji de o yüzden bitti. Bilgimiz arttı. Gezegenlerin gezegen, yıldızların yıldız olduğunu bilmediğimiz çağlarda gökyüzünü izlemek mühimdi. Güneşin ve ayın hareketlerini izleyebilen kavimler göç hayvanlarının geçiş zamanlarını doğru tahmin edip tohumları doğru zamanda ektiler, hasatlarını isabetli gerçekleştirdiler. Günümüzde bu konularda astronomi, zooloji, botanik gibi disiplinlerden yardım alıyoruz. Gezegenleri tanrı sananların inançları ise varlığını astroloji olarak sürdürüyor.

- İngiltere’de 1930’da Prenses Margaret’in doğumundan sonra bu işten ne büyük paralar kazanıldığına dair verdiğiniz rakamlar akla ziyan. Astroloji niye bu kadar başarılı oldu? 

Yenilikçi bir uygulamaydı, fal hizmeti evlere taşındı. Eskiden zenginlerin ulaşabildiği kişiye özel kehanet hizmeti gazeteler, telefonlar aracılığıyla evlere girdi. İşletme dilinde konuşursak, “pazarı büyüdü”.

- Astrolojiyle ilgili en sinir bozucu şeylerden biri, sadece “Bir gün zengin olacak mıyım, iyi bir evlilik yapacak mıyım?” türünden beylik sorulara cevap vermesi... 

Eh, tabii ki öyle. Siz söyleyin; “Burçlara Göre Şehir Planlama Teknikleri” adlı bir kitap mı, yoksa “Burçlara Göre İlişkiler” mi daha çok ilgi çeker?

- Hep mi böyleydi?

Hep böyle değildi. Babil’de astroloji, ulema sınıfınca krallara sunulan bir hizmet olarak geliştirilmişti. Takvim henüz yoktu. Tarih, güneşin o sırada hangi takımyıldızında olduğuna göre tayin edilirdi. Bu yüzden bizim “mart” dediğimiz zaman dilimine onlar “balık” diyordu. “Balık” ayında bahar geliyor; kediler çiftleşiyor, çiçekler açıyor, karlar eriyordu... Neden-sonuç ilişkisini yanlış kuruyor; dünyanın bir gezegen olduğunu, güneşin etrafında döndüğünü ve ekseninin eğikliğinden dolayı mevsimlerin oluştuğunu bilmiyorlardı. Tek bildikleri, tanrı saydıkları Güneş’in ara ara balık evine uğradığıydı. Peki Güneş balığa uğrayınca böyle oluyorsa Mars ya da Venüs balığa uğrasa ne olurdu? Anlayacağınız, gözlem yapıyorlardı. Satürn Oğlak burcundayken bir kral ölürse, “Demek ki Satürn yeniden Oğlak burcuna girdiğinde güçlü bir kişi ölecek” diyorlardı mesela.

- Demek astroloji böyle doğdu... 

Evet, kıtlık olacak, yağmurlar başlayacak, savaş kazanılacak yahut kaybedilecek; bunları anlatmak için... “Gönül ilişkilerinde şanslısınız, burcunuza giren Mars size yeni fırsatlar tanıyor” falan denmiyordu. 1930’a kadar da denmedi.

- Kitabınızda astrolojiyi yalanlayan çok enteresan araştırmalardan söz ediyorsunuz... 

Astrolojinin karakterimizi belirlediği iddiası defalarca deneylerle çürütüldü. Yıllara yayılan Zaman İkizleri Deneyi’ni duydunuz mu? Aynı gün, aynı saatte ve aynı hastanede doğmuş, yani hem burçları, hem de yükselen burçları aynı olan bebekler uzun yıllar takip edildi ve psikologlarca düzenli olarak kişilik testlerine tabi tutuldu. Karakterlerindeki belirgin farklılıkları astrologlar, “Ama dakikalar her şeyi değiştirebilir” diye açıkladılar. Fakat kim kaydediyor bebeğin doğduğu dakikayı? Kaydetse bile hastane saatine mi bakmalıyız, ebenin saatine mi, yoksa annenin babanın saatine mi? Hem madem dakikalar her şeyi değiştiriyor, neden sadece 12 burç ve 12 yükselen burç var?

‘ASTROLOGLAR SADECE BOŞ BULUNDUKLARINDA NET KONUŞURLAR' 

- Astrologların inandırıcı olmak için başvurdukları teknikleri anlatıyorsunuz. Genel olarak ne gibi numaralarla tavlanıyoruz? 

Tavlandığımızı söylemek doğru değil, çünkü karşımızdaki kişi yalan söylemiyor. “Aslında çok gururlusunuz ama gerektiği zaman gururunuzu ayaklar altına alabilirsiniz” gibi bir cümle öyle yuvarlak ki herkes için doğru sayılır. “Yalandan, riyakârlıktan hoşlanmazsınız” gibi bir cümleye de hiçbir yalancı itiraz etmez. Bakın, astrologlar spesifik konuşma riskine girmezler. Bütün cümlelerin “olabilir” diye bitmesi boşuna değil yani. “Barnum etkisi” denen şeyi duymuş muydunuz? Bir şeye inanmışsanız, o konuya dair her şeyi kendi kendinize doğrulama çabasına girişirsiniz. Sözgelişi falınızda “Bugünlerde biriyle kavga edebilirsiniz” dendiyse, ufacık bir tartışmayı bile “kavga” olarak nitelersiniz. Siz inanmak istedikten sonra, her türlü fal doğru çıkar. Kebap iş!

- Hiç net bir şey söylemez mi astrologlar? 

Hatırlıyorum, köşesinde “Bu hafta kalp ameliyatı olmayın” demiş bir astrolog vardı. Astrologlar sadece boş bulunduklarında net şeyler söylerler.
The Daily Mail’de çalışan astrologların yıllık kazancı 1980’de kişi başı 7 bin sterlin. ‘86’daki telefonla burç yorumu hizmetinden sonra bu rakam 100 bin sterlini geçiyor ve ‘90’ların sonunda 1 milyon sterline yaklaşıyor.

'SESSİZ BİR MUTABAKATLA YALAN SÖYLÜYORLAR'

Uyar’a göre astroloji doğru bile olsa yanlış olurdu, çünkü burçlar kayıyor... Bugünkü gökyüzüyle astrolojinin ilk icat edildiği çağlardaki gökyüzü aynı değil. Mesela bugün mart ayında doğan birinin burcu artık Balık değil, Kova. Astrologlar bunu kabul etmiyorlar. Zaten etseler sistem çöker. Uyar, “Bu yüzden sessiz bir mutabakatla yalan söylüyorlar” diyor.

'KORKULARIMIZI KULLANIYORLAR'
“En ümitsiz olduğumuz alanlardan biri sağlık. Umut tacirleri en çok bu konuda devreye giriyor. Sözdebilim formunda tıp uygulamaları var; kozmik tedaviler, kozmik detokslar. Bunlara “kozmik” denmesi bilimsel görünme arzusundan. Şekeri ilaç diye satan homeopatlar, müzikle zayıflama seti pazarlayanlar... Nerede bir zaafımız varsa sözdebilim endüstrisi oraya çalışıyor. “Kaktüs radyasyonu emer” deniyor mesela. Çağımızın paranoyası kanser ya, hepimiz alıp bilgisayarın yanına koyuyoruz. Ya da diş macunlarının arkasındaki karenin renginin kanserojenlik derecesini gösterdiği iddia ediliyor. İddianın arkasından bir organik diş macunu üreticisi çıkabiliyor. Özetle ümitlerimizi, korkularımızı kullanıyorlar.”

21 Ağustos 2015 Cuma


https://www.facebook.com/kirmizikediyayinevi/photos/pcb.901109549958860/901100876626394/?type=1&theater

Mars ve Venüs’ün etkisidir tatlım!

Tevfik Uyar’ın Astrolojinin Bilimle İmtihanı Türk literatüründe örneği olmayan bir astroloji eleştirisi.

21.08.2015 00:45

ÖZGÜN MUTİ

Mars ve Venüs’ün etkisidir tatlım!
 
Tevfik Uyar’ın Astrolojinin Bilimle İmtihanı: Yıldızlar Size Ne söylemiyor? adlı kitabı, bugüne kadar Türk literatüründe örneği olmayan bir astroloji eleştirisi. Kitabın yazarı, uçak mühendisi, İşletme Yönetimi’nde doktora çalışmasına ve Sosyoloji lisansına devam eden bir bilim insanı. Yazar, ayrıca, “Açık Bilim” dergisinin kurucularından ve “Yalansavar skeptik” grubunun da üyesi. Bazılarınız yazarı, bilimkurgu alanındaki çeşitli yarışmalarda derece almış öykülerinden derlenenGalaktik Tiyatro isimli kitabı ile de tanıyordur.  Uyar bu sefer popüler bilim kategorisindeki kitabı ile yeniden raflarda.
Peki, ne anlatıyor Astroloji’nin Bilimle İmtihanı? Kitap üç ana bölüme ayrılıyor.  İlk bölümde, astrolojinin tarihi; ikinci bölümde, neden bir bilim dalı olamayacağı anlatılırken; son olarak “Niçin Tuttu? ayrımında astrolojinin neden bu kadar popüler olduğuna dair açıklamalar getiriliyor.
Son ayrım özellikle çok ilgi çekici. Bölümün detaylarında astrolojiye inanmamızın psikolojik temellerini okuyabilirsiniz. Bu kısımda ayrıca, Tevfik Uyar’ın daha önce ders verdiği bir sınıf dolusu öğrenci üzerinde acımasızca uyguladığı test de yer alıyor. Kitaba da eklenen benzer bir testi,  okur olarak siz de uygulayabilir ve burçlarla ilişkinizi gözden geçirebilirsiniz.
Hareketli ve dinamik bir dil
Tevfik Uyar, bir bilim insanı olarak, gerçekleri anlatma görevini, bilimsel veriler, kuramlar, test ve analizlerle kâğıda aktarırken, kalemini mümkün olduğunca akademik dilden sakınmış. Popüler bilim kategorisinde sayılabilecek kitabın dili, benzerlerinden, hareketli ve dinamik olması ile ayrılıyor. Yazar, okuru, bilimin soğuk ve beyaz koridorlarında yalnız bırakmıyor, hikâyeleştirmeler kullanarak bilim insanı ile okur arasındaki mesafeyi kısaltıyor. Kurgu yazarı olmasının avantajı ve mizahi üslubu sayesinde rahat okunan bir metin çıkarıyor karşımıza. 
Günümüzde astroloji deyince karşımıza, konudaki uzmanlıklarını nereden ve nasıl edindikleri belli olmayan astrolog/guru/koç/yıldızbilimcisi gibi sıfatları kendilerine yakıştıran, her türlü mecrada bir şekilde kendilerine yer bulan bilirkişiler çıkıyor. Eskiden yalnızca bir gazete köşesinden gündelik tahminlerde bulunanlar artık Türkiye’nin siyasi falına bakmakta, sağlık ve yatırım tavsiyeleri vermekte, bunları yaparken de hatırı sayılır bir gelir elde etmekteler. Gelecek tahmini üzerinden kazanç elde etmeyi bir kenara bırakalım, ayrıca bu kişiler, yaptıkları işin ciddiye alınmasını sağlamak için astrolojinin bilimsel bir temeli varmış gibi göstermesini de iyi biliyorlar.
Astroloji’nin Bilimle İmtihanı’ndan öğrendiğimize göre, geçmişi 1930’lara dayanan gazete fallarından bir adım öteye gidemeyen günümüz gazete, dergi, sosyal medya yıldız falcılığının umut ve gelecek sömürüsü olmasının rahatsız edici çok fazla yanı olduğu göz ardı edilemez, özellikle bilim insanları açısından. Kitapta da pek çok isabetli ve komik örneğine değinildiği gibi, bir hafta öncesinden, meteoroloji bilim dalı sayesinde fırtına olasılığının yüzde 90 olduğunu öğrenip de bir sonraki hafta elektrik kesintileri, su baskınları yaşanabileceğini bildirmek, özünde bir kandırmacadan öteye gitmemekte. Üstüne üstlük, astronomi ile astrolojinin, bir doğa bilimi ile bir sözde-bilimin karıştırılması, gökbilimciler için alıştıkları ama içten içe katlanılması zor bir durum.
Tüm bunların ötesinde, yazarın da kitabın ilk sayfasında andığı şekilde, kitabın asıl derdi, gerçeği, yalnızca gerçeği ortaya koymak.
https://www.facebook.com/kirmizikediyayinevi/photos/pcb.901120343291114/901119426624539/?type=1&theater

Bakakalırım giden geminin ardından

Her edebiyatçı kendine göre bir yolculuk aracı sever. Kimi trenin tıkırtısına yayar yazdıklarını kimi de otobüsün camından gelip geçen hayatlara. Bir ışıkta duran otobüsten seyrettiği evlerin içine döker kalemini.

21.08.2015 00:15

HÂLE SEVAL

Bakakalırım giden geminin ardından
 
Bu Sefer Mavi, Haydar Ergülen’in Yolculuklar ve Kentlere ait derlediği kitabın üçüncüsü. Otobüs, tren ve ardından gemiler... Bir de gelecek olan uçak yolculukları olmalı, mutlaka gelecektir. Her edebiyatçı kendine göre bir yolculuk aracı sever. Kimi trenin tıkırtısına yayar yazdıklarını kimi de otobüsün camından gelip geçen hayatlara. Bir ışıkta duran otobüsten seyrettiği evlerin içine döker kalemini. Ya yolculuklar ve gemiler! Kitap da Edip Cansever’in dizeleriyle açılır: “Mavi bir suyun düşünü uyutur bir tayfa/ Arkada, güvertede/ Ah, neresinden baksam sessizlik gene.”
Biliyoruz ki seyahatin tarihçesi tekerleğin icadıyla başlar. Coğrafya bilgilerini düzenleyen Yunanlılar bir dünya tasviri yaratırlar. Romalılar zamanında seyahatin resmi bir kimlik kazandığı kaçınılmaz bir gerçektir. Ortaçağın daracık, bozuk, tozlu yollarını hacılar, tacirler, hokkabazlar ve şövalyeler doldurur. Ve yollarda Rönesans’ın yarattığı büyük gezginler...
Bu Sefer Mavi, kapağı, baskıya hazırlanışıyla bu yaz gününde bir vapur yolculuğuna davet ediyor insanı. Kitabı elinize alıp sayfaları arasında bir gezintiye çıktığınızda hiç bir yere gideceğiniz yoksa da bir ada yolculuğu yaparsanız veya Kadıköy’den Karaköy’e Beşiktaş’a gitmek gelir içinizden, amaçsızca.
Ayşe Sarsayın da “’Yok Ülke’ye Yolculuk Adalardan Bir Ada” adlı yazısında o amaçsız çocukluk günlerine bir gönderme yapar. “Tek tük Boğaz vapurları, Karaköy-Kadıköy  bazen,yaz günlerinde halamlarla birlikte Küçüksu Plajına ya da Kınalıada sahillerine gidişlerimiz. Denizde olmak, hep büyük bir çoşku, sevinç. Vapurun kıç tarafında durup, kollarımı parmaklıklara yaslayarak, başım iki elimin arasında.”
Buradan da anlayacağımız gibi vapurun, denizin bir dili var. Ama o dil anlaşılır mı, veya herkes anlayabilir mi? Nurduran Duman “Bir Hediye Rüzgar” adlı yazısında “İnsandan başka canlı cansız her varlık iyi bilir ve iyi bilir ki, Denizceyi eğer isterse insan da öğrenebilir. Dili var denizin, konuşur insanla, bağırır, kahkaka atar, azarlar, sarılır öper...Çok zengin, cömert, doğurgan bir dil bu.” Evet, Nurduran Duman bu bütün özellikleri üzerinde taşıyan suyu şiirle birleştirir. Deniz diliyle kendi acısını, sevincini, üzüntüsünü, bir eş deyişle şiirselliği sunar bizlere. Kayalıklara vuran dalgalar, kuvvetli bir fırtınada falez yarın toprağını, çakılını götüren dalgalar... Eskiler ne der, deniz aldığını geri verir. Sadece o mu verir, sen de aldıysan denizden, çaldıysan suyundan, toprakla doldurduysan bil ki gelecektir zaman ve aldığını geri vereceksindir denize. Doğayla tam da geçerli olan Hammurabi kanunlarıdır. Doğanın başka kanunu yoktur ve o hiç değişmez..

“Ömür biter, yol bitmez”
Tabii bir de denizden karanın görünmesi vardır. Metin Celal de “Ayvalık Vapuruyla Avşa” adlı yazısında buna değinir. Yapılan yorucu, keyifli o vapur yolculuklarının ardından karanın görünmesine uzatır kalemini. “Karanın görünmesi demek, Marmara Adası’na ulaştık, yolculuğun yarısından fazlası geçti demekti. Marmara Adası’nı bir uçtan diğer uca kat edip el değmemiş koylara, küçük köylere bakıp hayaller kurarak adanın merkezine ulaştığımızda ilk hareketlenme başlardı. Vapur iskeleye yanaşıp yolcular inerken adanın delikanlıları da vapurun en yüksek yerine çıkıp denize balıklama atlayarak hem kızlara hava atar hem de yolcuların attığı madeni paraları dipten çıkarırdı.” Evet, kitabın sayfaları arasında ilerledikçe belki bildiğimiz ama hayatın koşuşturmacı arasında denize, yolculuğa, gemiler dair unuttuğumuz ne çok şey hatırımıza geliyor.
Ben “İki İskele Arasında Vapurlar” derken çocukluğumun kenti dediğim ama sevip sevmemeye bir türlü karar veremediğim Yalova’ya ve karşı kıyı Karaköy’e uzanıyorum. İnsanın çocukluğu sahil kasabasında geçerse oyuncağı da gemidir, denizyıldızıdır, kumdur, iskeledir, karşı kıyıdır, güneştir ve tabii tam da kitabın adı gibi mavidir.
Haydar Ergülen “Miço Sesleniyor”da  bir itirafta bulunur. Kitabın adının konma safhası, ne çok adlar bulunur, değişir, beğenilmez ama sonunda “Bu Sefer Mavi...olsun deyip üç noktayı da koyunca her şey bitti sandık. Bitmezmiş. “Ömür biter, yol bitmez” dedikleri şey, meğer en çok deniz için geçerliymiş., “dünya biter, deniz bitmezmiş! Bitmesin.” diyerek itirafını okuyucuyla buluşturur.

Dalgaların sesi
“Nasıl Olsa Gideceksin” adlı yazı Cemil Kavukçu’nun kaleminden. Hayatının bir kısmı denizlerde geçmiş biri için deniz, ada, gemiler nedir, bilir misiniz? Denize uzak bir kasabada doğup büyüyen ama sonra da denizle iç içe olan Cemil Kavukçu, denizde yakalandığı o fırtınaları anlatır. Onun yazısısını okurken yüzünüze vurur denizin suyu.
Sunay Akın bir geminin öyküsüyle kaptanın öyküsünün nasıl ayrılmaz bir bütün olduğunu vurgular. Kaptanın evidir, çocuğudur, sevgilisidir gemi. Üsküdar’lı bir ailenin oğlu Şefik Göğen’in hayatına çevirir kalemini. Denizi ilk görüşünü, annesinin kucağında dalgaların sesiyle ilkdefa tanışmasını anlatır.
Denizin hikayeleri bu yazdıklarımla sınırlı sanmayın daha kimlerin yazısı var maviyi, denizi, sevgiyi, özlemi, anlatan. Atilla Birkiye, Riitta Cankoçak, Vecdi Çıracıoğlu, Küçük İskender, Vivet Kanetti, Gönül Kıvılcım, Uğur Kökden, Nilüfer Kuyaş, Sevin Okyay, Sibel Oral, Neslihan Önderoğlu, Engin Turgut. Esmahan Aykol’un yazısı varsa bekleyin ölümü cinayeti... Maviye kan mı bulaştı, bulaşır veya bulaşmaz, okuyun siz karar verin.
Kitabı en doğru okumanın yolu tefe’ül açmak. Kitap falı. Eskiden herhangi bir şairin divanından yapılırmış tefe’ül. Rastgele kitabın sayfaları açılır, orada çıkan sözcüklere cümlelere göre günü, hayatı yorumlarlarmış. Sıra takip etmeden canınızın çektiğin başlayarak kitabı okuma olanağınızın olması belki de en güzel tarafı. Ben tefe’ül açtım okurken. Hangi yazı gelirse oradan başladım. Nasılsa hepsi deniz, hepsi gemi, Bu Sefer Mavi değil mi!



11 Ağustos 2015 Salı

“Geleceğe ya da onun temsilcilerine kızılmaz.”
“Gelecek ne getirirse getirsin iyi midir?”
“Evet,” diyor Armand, bir an bile tereddüt etmeden.
“Buna katılmıyorum,” diyor Jean-Baptiste.
“Işığı düşünün,” diyor Armand.
“Işık?”
“Les Innocents Kilisesi’nde 500 yıldır gölgeler birikiyor. Onları serbest bırakacaksınız. Onları ışığa ve havaya kavuşturacaksınız. Göğe salacaksınız. İşte gelecek bu!”
“Bu sadece bir metafor,” diyor Jean-Baptiste.

Yıl 1785... Yer Fransa... Gelecek günler ihtilali getirecek, ışığı. Zamanında Voltaire’in “Yaz oldu mu yayılan leş koku, bütün bir mahalleyi zehirlemeye kâfidir. Kiliselerinize gömülen ölülerin taaffünleri sağları bile öldürür. İnnocent mezarlığı, bizi hotantolardan, zencilerden daha aşağı düşüren bir vahşet delilidir.” diyerek tarif ettiği yükten kurtulmak isteyen bir kral ve boyundan büyük işi becerip beceremeyeceğini düşünen bir mühendis... Mezarlığı kazarken, geleceği inşa eden adamlar. Andrew Miller’ın romanı “Saf”, okurunu ihtilal öncesi Fransa’sında Les Innocents Mezarlığı’nın arındırılma günlerine götürüyor.

İngiliz yazar Andrew Miller, 1997’de yayımladığı ilk romanı “Ingenious Pain” ile yıla damga vurmuş ve 36 dile çevrilen bol ödüllü romanı “Özel Bir Acı” adıyla bizde de benzer ilgiyi görmüştü. Üslûbu ve kurgusu ile dikkat çeken bir yazarla tanışma fırsatını kimse tepmemişti ama nedense yazarın diğer romanlarını raflarda hiç görmedik. Yazarı hatırlayan Kırmızı Kedi Yayınevi olmuş, altıncı romanı “Pure” nihayet dilimize çevrilmiş ve “Saf” adıyla Ocak 2015’te raflarda yerini almıştı. 2011’de yayımlanan roman aynı yıl “Costa Yılın Kitabı” ödülünü kazanmış. Özellikle harika bir kapağı olduğunun altını çizeyim...

Fransa tarihinin önemli dönemlerinden birini anlatıyor Miller... Fransa Kralı artık dolup taşan ve bölgeye pis kokular yayan Les Innocents Mezarlığı’nı ortadan kaldırmaya karar veriyor. Çukurlar açılacak, kemikler istiflenecek ve daha sonra belirlenen bir yere taşınacak. İş bununla da kalmayacak mezarlıkla birlikte kilise de yıkılacak. Kral’ın halkı zehirlediğine inanılan bu mezarlığı ortadan kaldırma projesinin başına da genç bir mühendis getiriliyor: Jean-Baptiste “Beche” Baratte... Nasıl yapacağını bilemediği göreve atanan taşralı genç, saf, kendine güvensiz ve muhafazakar mühendisin eşliğinde atmosferi soluyor, kötü kokuları duyuyor ve Rue aux Fers bölgesi halkını da yavaş yavaş tanıyoruz. İçlerinden biri, kilisenin orgcusu Armand da en önemli karakterimiz. Jean-Baptiste’nin tam zıttı coşkulu ve yenilikçi... Madencilerle birlikte işe soyunan mühendisimiz maddi ve manevi sorunları çözmek için hesaplarını yapıyor. Duvarlara yazılan yazılarla başlayan devrim öncesi atmosferi de soluyoruz. İçine kapanık Jean-Baptiste’in bölge insanının duygu ve düşüncelerinden çekinerek giriştiği görevinin nasıl sonlanacağına dair sürükleyici bir öykü anlatıyor Miller.

İtiraf edeyim, serde mezarlık ve ihtilal dönemini anlatan tarihi roman gözümü korkutmuştu biraz. Ağır ilerleyeceğini ve kasvetli olacağını düşünerek okumaya başlamıştım. Ama hiç de öyle olmadığını daha ilk sayfada gösteriyor Miller, neredeyse bir solukta bitiyor. Muzip dili ve üslubuyla okurunu hemen sarıp sarmalıyor, kurgusuyla da hızla son sayfaya doğru sürüklüyor. Onca pis kokunun ortasında hayat akıyor, coşku var, aşk var, şiddet var elbette ölüm de var... Her sayfada romanını zenginleştiriyor Miller. İhtilale giden süreci de Jean-Baptiste’in düşünceleriyle resmediyor. İlk fırsatta daha yenilikçi ve modaya uygun giysiler alması, daha önce birlikte çalıştığı dostu Lecour ve 30 maden işçisiyle arasındaki sessiz saygı-korku karışımı iletişimleri, kaldığı pansiyonun sahipleri gelenekçi Monnard’larla yaşadıkları başta olmak üzere birçok detayla sadece anlatıcı konumunda kalmayı tercih etmiş ve bunların yorumunu okuruna bırakmış. Bu seçimi de romanın etkileyiciliğini katlıyor. Bir yandan modernliği işlerken, Lecour’un yarattığı sorun ve onun çözümü gibi noktalarda gelenekselci davranarak şaşırtan yazar, tüm bu hengamenin içinde okurunu da Jean-Baptiste gibi ikilimin ortasında bırakıyor. Tarihi gerçeklerle de alakası yok romanın. Tarihi sadece kurgusuna yedirmek için kullanmış. 

İlk sayfasından itibaren okurunu kendisine bağlayan sürükleyici ve çok ritmik bir roman “Saf”, modernleşmenin ayak seslerini duyuruyor ve aydınlanmanın şenlik ateşini yakıyor...


Dizisi : Dünya Edebiyatı
Türü : Roman
Özgün Adı : Pure  
Yazan : Andrew Miller
Çeviren : Volkan Atmaca
Sayfa  : 360

7 Ağustos 2015 Cuma

“O sabah Mona Lisa bana pek güzel görünmedi!”

81 yaşında olmasına rağmen hâlâ çok ama çok seksi görünen Sophia Loren’in otobiyografisini, “Dün, Bügün, Yarın: Bütün Hayatım” adıyla Kırmızı Kedi Yayınları bastı. İtalyan Sineması’nın efsane yıldızı ve bana göre bu dünyanın gelmiş geçmiş en güzel iki üç kadınından biri olan Sophia Loren’in kitabında karşımıza cazibesine ve şöhretine rağmen şaşırtıcı derecede ürkek bir kadın çıkıyor. Öte yandan çelişkili bir biçimde bu kadın çok cesur, çünkü doğduğunda ona sahip çıkmayan babasından yapımcı Carlo Ponti’yle olan fırtınalı evliliğine kadar yaşadığı her şeyi inanılmaz bir açık yüreklilikle anlatıyor.

Bugünlerde herkes bu kitabı yazıyor, bense spoiler vermek yerine kitabı alın ve mutlaka okuyun diyorum. Çünkü biriciğim Mae West’inken sonra rastladığım en nefis aktris otobiyografisi.

Ama özel hayata ilgili alevli alıntılara falan girmeden kitaptan küçük bir bölümü aşağıya alıyorum. Sophia Loren’in “kendini takdim etmeden birbirini ölçen iki yabancının bakışması” diye anlattığı bu bölüm bana kalırsa iki muhteşem kadının Louvre Müzesi’nin tam ortasında zarif ama keskin düello’su aslında. Kadınlardan biri şüphesiz Loren, ötekiyse Leonardo Da Vinci’nin Mona Lisa’sı.

Dedim ya, okuyun. Hem bu vesileyle cazibenin sırrını da öğreneceksiniz.

Gülenay Börekçi

sophia loren egoistokur kirmizi kedi yayinlari

Müzede bir sabah

Cazibe mi? Cazibe nedir? Onu tanımlayabilseydik, herkesin ulaşabileceği bir malzeme olurdu. Oysa o bize doğanın bir armağanı. Fiziksel güzellikten farklı olarak yıllar onu eskitemez. Kalkütalı rahibe Theresa’yı, Rita Levi Montalcini’yi, Katharine Hepburn’ü veya Greta Garbo’yu… ve sonra Mona Lisa’yı düşünüyorum…

80’lerin başındaki o kış sabahında Louvre Müzesi tuhaf biçimde boştu. Her zaman turistlerle dolu olan koridorlarında tatlı ve dinlendirici bir huzur egemendi; ziyaretçilerle tablolar birbirleriyle eski dostlar gibi sohbet ediyorlardı. İşte o zaman kavak ağacından yapılmış o sade çerçeveyi, şöhretiyle ters orantılı küçüklükteki tabloyu fark ettim. Mona Lisa’nın önünde genellikle uzun hayran kuyrukları olurdu. O gün ise ben yalnızdım ve nihayet huzurla onun keyfini çıkarabilirdim.

O çözümlenemeyen gülümsemesini sorularıma yanıt bulmak için uzun uzun seyrettim. Zaman benim için de geçiyordu, cezaevi deneyimi, geride yorucu ve acılı bir iz bırakmıştı; öte yandan oğullarım güçlü, güzel, enerji dolu büyüyorlar ve beni her gün biraz daha gururlandırıyorlardı. 50 yaşıma yaklaşıyordum ve Deniz Prensesi tacını taktığımdan beri bana eşlik eden o güzelliğim artık derin düşüncelere dalmama neden olan bazı soru işaretleri yaratıyordu.

Baş döndürücü bir meslek hayatım olmuştu ve dönüp geriye bakma fırsatı bırakmamıştı bana. Şimdi artık biraz ara verip başarımın anlamını düşünecek zamanım vardı, görünür olanla gerçeklik arasındaki ilişkiye kafa yorabiliyordum. Elbette kendimi hep güzel hissetmiştim ama bu, huzursuz, kendine asla yetmeyen bir güzellikti. Zaten fazla önem verdiğin zaman güzellik bir çıkmaza dönüşebilir. En beklemediğin anda sana çelme takar, seni daha da yükseklere, göklere çıkartır ve sonra ansızın yere bırakır. Bütün dikkatini ona yönelttiysen bu düşüş gerçekten bir felakete dönüşebilir.

sophia loren egoistokur kirmizi kedi yayinlari 1

O sabah Mona Lisa bana pek güzel görünmedi. Biraz erkeksi bir havası, birkaç kilo fazlası vardı ve Cinecitta’da deneme çekimine gelse asla geçemezdi. Ne var ki onun çekiciliğinin insanlığı neden fethettiğini işte o gün anladım. Mona Lisa da sanki hayatımı değiştirecek sırrı bana açıklamaya hazırmış gibi gözlerini üzerime dikmişti. Durup ona kulak vermem yetti; bir anda her şey gözlerimin önünde açık seçik belirdi, aydınlandı.

Kendini takdim etmeden birbirini ölçen iki yabancı gibi bakışırken, cazibesinin bir tür içsel sükunetten, bu hanımın kendisi hakkındaki derin bilgisinden kaynaklandığını anladım. George Cukor’un dediği gibi, insanın kim olduğunu kabullenmesiyle ve bilinçle yarışabilecek hiçbir güzellik yoktu.

Artık kim olduğumu biliyordum ve ailemin sevgisi içinde kendimi gerçekleştirmiştim. Sinema, tutkum olmayı sürdürüyordu ama yılların deneyimi başka şeylerle de ilgilenmeme fırsat tanıyordu. Kendimle barışıktım, olduğum halimde rahattım, hayatla uyum içindeydim. Kendimi önceye göre daha iyi tanıyordum ve belki Charlie Chaplin’in değerli öğütleri sayesinde “hayır” demeyi de öğrenmiştim. Sözün özü enerjimi nasıl harcayacağımı ve neşeyi nerede bulabileceğimi biliyordum. İnsan ne kadar bilge doğarsa doğsun, bu güveni ancak yaşla kazanabiliyordu. Ve sadece bu güven hepimizin içinde gizlenen güzelliği besleyebiliyordu.

Gerçek güzellik, kendini ifade etmeyi sağlamanın yanı sıra çevrendekiler için de bir armağandır. Onu beslemek insanın sevdiklerine saygısının göstergesidir. Elbette yaşlandıkça bu biraz daha zahmetli hale gelir ve her şey bir disiplin meselesine dönüşür. Beden, bakım, özen ve ayrıca biraz da sabır ister. Yıllar içinde sırrımı soranlara hep iyi niyetle yanıt vermeye çalıştım. Herkes dinlenme ve hareket, etkinlik ve uyku, sağlıklı ve iyi beslenme arasındaki dengeyi mutfak zevkiyle kurmalıdır. Ama gençliğin gerçek iksiri gündelik hayatımız sırasındaki hayal gücümüzde, yaptığımız işe duyduğumuz tutkuda ve kendi yeteneklerimizi gösterirken kullandığımız zekanın sınırlarını kabullenmekte yatar.

Hayat kolay bir oyun değildir, hep ciddiyet ve iyi niyet ister. İşte ben çok uzun süredir bu iki özelliğimi canlı tutuyorum.

Sophia Loren

Dün Bugün Yarın adlı anı kitabından

sophia loren egoistokur kirmizi kedi yayinlari 2

Son dönem röportajlarından alıntılar

“Benimki şans değil. Şansa inanmam. Ben her zaman ‘istedim’. Sırrım buydu. Annesiyle babası evli olmayan, fakir bir ailenin küçük kızıyken bile istedim ve başardım. Hiçbir zaman başkalarının benim için uygun bulduklarını kabul etmedim. Bedelini de ödedim. Elde ettiklerim için de acı çektim. Öte yandan hayatım boyunca seks sembolü olmam imkânsızdı, hep genç kalamazdım. Sadece buna odaklansaydım kariyerim kısa sürede biterdi. Bu yüzden daha ileri gidebileceğim roller seçmeliydim. ‘İki Kadın’ filminde bunu yaptım. 25 yaşındaydım ve 15 yaşında bir kızın annesini oynuyordum. Kendimi bir aktris olarak yeniden inşa ettim ve harika rollerde oynadım.”

“Cinsel çekiciliğin yüzde 50’si sahip olduklarınız, yüzde 50’si de insanların sahip olduğunuzu sandıklarıdır. Benim burnum çok uzun, çenem kısa, kalçalarım da geniş. Ama tüm bunlar birleştiğinde ortaya fena bir görünüm çıkmıyor, değil mi? Sanırım güzellik söz konusu olduğunda işin en önemli kısmı genetik. Ama mutlu, huzurlu bir aile hayatının da çok etkisi olduğunu düşünüyorum. Özellikle torunlarımla vakit geçirmek bana büyük keyif veriyor.”

“Hiçbir zaman bir babam varmış gibi hissetmedim. Ne kadar genç olursanız olun, hayatınızdaki kötü giden şeylere bir şekilde alışıyor ve kendi kendinize ‘Belki de böyle olması gerekiyordu’ diyorsunuz. Tabii bir yandan da diğer çocuklardan farklı olduğunuzun farkındasınız. Çünkü onların birer annesi ve babası var. Böyle konuşuyorum ama babama derin bir nefret de duymuyorum. Aslında nefret nasıl bir şey, onu da pek bilmiyorum. Bildiğim aslında şanslı olduğum, neticede çocukken etrafımda kardeşim, dedem ve büyükannem gibi beni seven pek çok kişi vardı…”

“Çocukken öyle sıskaydım ki bana ‘Kürdan Sophia’ derlerdi. 14 yaşında filizlenmeye başladım ve tıpkı annem gibi yuvarlak hatlı bir vücuda sahip olacağım belli oldu. Öte yandan aslında kendimi hiçbir zaman genç bir kız gibi hissetmedim, 15 yaşındayken de ben aslında ‘kadın’dım. Bugün dış görünüşümü elbette elimden geldiğince korumaya çalışıyorum, sağlıklı besleniyorum mesela. Her şeyden az az yeme ve vücudumun ihtiyaçlarına kulak verme taraftarıyım. Akdenizli bir kadın olarak sofrada mutlaka zeytinyağlı yiyeceklere yer veriyorum. Hem yaşlanmak da harika, insanı ‘gerçekten’ olgunlaştırıyor. Bazen bana güzellik rutinlerim olup olmadığını soruyorlar. Onlara verdiğim küçük sırrı sizinle paylaşayım: Sıcak ve güzel kokulu bir banyonun yerini hiçbir şey tutamaz.”http://egoistokur.com/o-sabah-mona-lisa-bana-pek-guzel-gorunmedi/