15 Eylül 2015 Salı

7 Eylül 2015 Pazartesi

1993'te Sivas'ta gericilerin saldırısı sonucu yitirdiğimiz şair Metin Altıok’un genişletilerek basılmış “Şiirin İlk Atlası” kitabında, daha önceki yapıtlarına alınmamış, dergi sayfaları arasında kalmış şiirleri ve radyo tiyatrosu oyunları ilk kez kitaplaştırıldı.
Kızı Zeynep Altıok Akatlı’nın ulaştığı, Türk Dili ve Evrim dergilerinde basılan bu şiirler, uzun yılların ardından, kitapta yer alan eleştiri metinlerinin yanında, gün yüzüne çıkarılıyor. "Usa Vuran Gerçek" (Evrim, sayı 9, Ağustos 1963), "Faltaşı Bir Göz" (Türk Dili Dergisi, 1982), "Yazdan Önce ve Sonra" (Türk Dili Dergisi, 1982) bu kitapta okunabilecek şiirler. Usta şairin 1977 yılında Türk Dili Dergisi’nde yayımlanmış, kitapta yer alan, “Yaşam ve Ölüm Üzerine Savsözler” adlı şiirini sizlerle paylaşıyoruz. Şiir “Yaşarken karar ver,/ Ömrün nasıl noktalansın” dizeleriyle başlıyor:
Yaşam ve Ölüm Üzerine Savsözler
I
Yaşarken karar ver,
Ömrün nasıl noktalansın.
Toprak mı karartsın seni,
Gümüş mü kaplasın?
Karar ver yaşarken,
Ey zaman icarcısı!
Çünkü ölüm hasadıdır yaşamın,
Biçilen bir buğday tarlası.
II
Gözlerini yumduğun zaman
Buluyor yıldızlı kapağını
Bir yaz akşamının
Sıcak, bakır sahanı.
Ya da kılıfı gibi bir sazın
Ömrün siyah ipek kozası,
Yani ölümün kesinlikle
İçinde sır gibi saklı.
III
Sular buharlaşır güneşle,
Toprak acıyla buruşur.
Solar çakıllar birer birer,
Nehirler sıcaktan kurur.
Sonra kararır gökyüzü,
Kararıp yağmura durur.
Ve ipekböceği sevgiyle
Kendi kefenini kendisi dokur.
IV
Zamanın gümüş bir iği var,
Çevirir sonra tutar.
Sarar bükülmüş ipliğini,
İncecik azar azar.
Yaşa derim soluğunu
Dişlerinle sıkmadan.
Bir zıbın örülecek
Bu senin yaşadığından.
Kitapta, şiirlerinin yanında, Evrim ve Türkiye Yazıları'nda yayımlanmış radyo tiyatrosu oyunları da yine ilk kez kitaplaştırıldı. “Şiirin İlk Atlası”nda bu döneme ait üç oyun yayımlanıyor: "Duygusuz Yenilgi" (Temmuz 1963, Evrim, 8. sayı), "İkili Av" (Ekim 1979, Türkiye Yazıları, 31. sayı), "Çizgiler" (Ekim 1963, Evrim, 11. sayı)
Zeynep Altıok Akatlı “kayıp başka oyunlarının da olduğunu” belirtiyor. “Mesela bir çocuk oyunu var, radyo tiyatrosunda oynandığını biliyoruz ama arşivlerden ulaşamadık” diyen Akatlı ekliyor: “Birileri onları bulsa ne güzel olur!”
Bu kitapta yer alan “Duygusuz Yenilgi” adlı tek perdelik radyo tiyatrosu oyunundan bir bölümü paşlaşıyoruz:
Duygusuz Yenilgi
...
2. K. — Keşke o gemiye binmeseydik.
1. A. — Batacağını nereden bilirdik?
1. K. 2. K. 2. A. — Bilemezdik, bilemezdik.
2. A. — Bir ışık gördüm. Evet, evet bir ışık.
1. K. 2. K. 1. A. — Nerede? Hangi tarafta?
2. A. — (Parmağıyla işaret eder) Bakın.
1. K. 2. K. 1. A. — Göremiyoruz, göremiyoruz. Of! Göremiyoruz.
2. A. — (Bakar) Kayboldu. Ama gördüm, eminim.
1. K. 2. K. 1. A. — Yanılmışsın. Biz göremiyoruz.
1. K. — Hepimizin göreceği bir ışık olsaydı.
1. A. — Arayalım, belki buluruz.
1. K. 2. K. 2. A. — (Ayağa kalkıp bakarlar) Yok, yok.
1. A. — Dikkatli bakın.
1. K. 2. K. 2. A. — Bakıyoruz, ama yok. Bulamıyoruz.
(Bir sarsıntı olur. Düşmemek için birbirlerine sarılırlar.)
Efekt. (3)
2. A. — Ne oldu?
1. K. — Ne oldu?
2. K. — Ne oldu?
1. A. — Sarsıldık birdenbire.
1. K. 2. K. 2. A. — Neden sarsıldık?
1. A. — Belki bir şeye çarptık.
1. K. 2. K. 2. A. — Neye?
1. A. — Neye çarptığımızı bilmiyorum.
1. K. — Bir kaya olamaz mı?
2. K. — Ses duymadık ki.
1. A. 2. A. 1. K. — Doğru, ses duymadık. (Otururlar)
1. A. — Heeey!
1. K. 2. K. 2. A. — Kime bağırıyorsun?
1. A. — Hiç kimseye. İçimden bağırmak geldi.
1. K. 2. K. 2. A. — Heeey!
2. A. — Heeey!
1. K. — Heeey!
1. K. 2. K. 1. A. 2. A. —Heeey!
2. K. — Kimse cevap vermiyor.
1. A. 2. A. 1. K. — Kimse cevap vermiyor. Kimsecikler yok etrafta.
(Bir sarsıntı daha olur.  Efekt. (1) Birbirlerine sarılırlar)
1. K. 2. K. — Ne oluyor? Neye sarsıldık?
1. A. — Sakin olun bayanlar. Korkacak bir şey yok.
2. A. — Bakın sarsıntı geçti.
1. K. 2. K. — Evet geçti.
1. K. — Anlamıyorum, ikide bir neye sarsılıyor sandal? Bir sebebi olmalı bunun.
1. A. 2. A. 2. K. — Evet, bir sebebi olmalı. Ama ne?
2. A. — Bırakalım bu konuşmayı. Canım sıkılmıya başladı benim. Boş durmıyalım bir şeyler yapalım.
1. K. — Peki ne yapalım?
1. A. 2. K. — Ne yapalım?
2. A. — (Düşünür) Şarkı söyleyebiliriz pekâla.
1. K. 2. K. 2. A. — Evet, evet bir şarkı. Şarkı söyleyebiliriz.
2. A. — Ne duruyoruz öyleyse? Hadi başlayalım.
1. K. 2. K. 2. A. — Başlayalım.
2. K. — Hangi şarkıyı söyliyelim?
1. A. 2. A. 1. K. — Hangi şarkıyı? Hangi şarkıyı?
2. A. — Bir şarkı hatırlayan yok mu içinizde?
1. K. — Ben hatırlayamıyorum.
2. K. — Ben de.
1. K. 2. K. 1. A. 2. A. — Hiç şarkı hatırlamıyoruz, ne kötü.
2. A. — Evet çok kötü.
1. A. — Ne bir ses var ne de ışık.
2. A. — Koku da yok.
1. K. — Bunlar önemli değil. En kötüsü hatırlayamamak.
1. A. 2. A. 2. K. — Doğru.
“Şiirin İlk Atlası” Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından basıldı.

4 Eylül 2015 Cuma



Kalbin Zamanı Hiç Geçmez!

"...Ve ben anlatmak istedim ki, savaş ve barış yoktur, hep savaş vardır.” Bu savaşın farklı biçimleri de vardır, bazen bedel ödemek olur adı: “Büyülemek ve büyülenmek için herkesin ödemek zorunda olduğu” bir bedel, acaba ‘büyümek’ de eklenebilir mi bunların arasına, ‘büyümek isteyip de büyüyememek’...

Kalbin Zamanı Hiç Geçmez!
Ingeborg Bachmann
Ingeborg Bachmann’ı tanıyalı 45, Paul Celan’ı tanıyalı 30 yıl oldu. Yankı Yayınlarından aynı yıl, 1969, çıkan Manhattan’ın İyi Tanrısı (çev: Hikmet Göktan) oyunu ile öykülerini içeren Otuz Yaş (çev: Kamuran Şipal) ilk okuduğum Bachmann kitaplarıdır. Sonra Ahmet Cemal’in çevirisiyle, herhalde bir kuşağın, okuryazar kuşağından söz ediyorum elbette, okuduğu Malina (BFS yayın, 1985) romanına gelmişti sıra. Bachmann’ın “Ölüm Türleri” başlığını taşıyacak roman dizisinin ilk kitabı olarak yayımlanan Malina'yı okuduğumda Kıbrıs’ta askerdim, ve sonra hayatımı derinden etkileyecek bir aşk acısının da tam ortasındaydım. O zamanlar, kitapların aşklarla, kalple okunduğu zamanlardı, o yüzden altı uzun uzun kırmızıyla çizili kitaplar buna yorulmalıdır. Malina'yı tekrar elime aldığımda gördüm o kırmızı çizgileri. Bazılarını ‘şiir gibi’ diye, bazılarını o günlerdeki halet-i ruhiyeme uyduğu, bazılarını ömürboyu unutmamak için çizmiş olmalıyım: ”Acıyı pazara çıkarmak, dünyadaki acıları artırmak, tiksinti verici bir şey bu”.

Bachmann’ın önemli kuramsal açıklamalarından biri de ünlü faşizm tahlilidir:” Faşizm nerede başlar? Faşizm, insanlar arasındaki ilişkilerde başlar, iki insan arasındaki ilişkide başlar...Ve ben anlatmak istedim ki, savaş ve barış yoktur, hep savaş vardır.” Bu savaşın farklı biçimleri de vardır, bazen bedel ödemek olur adı: “Büyülemek ve büyülenmek için herkesin ödemek zorunda olduğu” bir bedel, acaba ‘büyümek’ de eklenebilir mi bunların arasına, ‘büyümek isteyip de büyüyememek’...

Frankfurt Dersleri'ne (Bağlam Y., çev: Zeynep Sayın, 1989) şimdi yeniden baktığımda, Paul Celan’ın adıyla karşılaşıyorum. Bachmann’ın 1959-60 ders yılında Frankfurt Üniversitesi’nde konuk doçent olarak verdiği derslerin ikincisi “Şiirler Üzerine”. Bu konuşmada Günther Eich’in şiirleri için şöyle der Bachmann: “Şiirler artık tad alınabilecek bir nitelikten öte, iletişimsizlikten kaynaklanan bu dilsizlik çağında, bilinçle bu dil yoksunluğunu giderme çabasını taşıyorlar. Yepyeni bir onura ulaşıyorlar böylece; amaçlamaya cesaret edemeyecekleri denli yüce bir onura. Kendilerinden geçerek, ateşten miğferleriyle delip geçiyorlar geceyi. Bu söylediğim büyük bir oranda en son sözünü etmek istediğim şair Paul Celan için de geçerli. Bir mezar yazıtı, ‘Ölüm Ezgisi’ ile aramıza katılan bu ozan, ışıldayan karanlık sözcükleriyle gecenin sonuna doğru yol alıyor. Ve Celan’ın şiirlerindeki ‘ben’ yeğin bir tasarıdan, gözdağı verici bir baskıdan kaçınıyorsa da ‘acıya boğ beni, badem soyuna katıver, katıver beni...ne ise acı olan ve uyanık tutan seni...” dışında hiçbir şey dilemediği için kaçındığı o güce ulaşıyor. Yeni bir alana açıldığı için son şiir kitabını getirdim, Celan’ın Dilin Parmaklıkları’nı. Eğretilemeler tümüyle yokolmuş, sözcükler bütün maskelerini indirmiş, bütün sırlarını söylemişler, hiçbir sözcük diğerini kovalamıyor, etkilemiyor. Acılı bir dönüşten, sözcüğün ve yaşamın alımlanmasını çok ince bir sınamadan sonra yeni tanımlara varılıyor.” (agy, s.44). Sonra Ahmet Cemal tüm şiirlerini, Mustafa Ziyalan Dar Zaman'ı çevirdi, Metis’ten Bu Tufandan Sonra adıyla bir Bachmann seçkisi yayımlandı. 
  1. 1
  2. 2
Paul Celan 
Celan’ı 1983’te yayımlanan Bademlerden Say Beni (Çev:Gertrude Durusoy-Ahmet Necdet, Adam Y.) kitabıyla tanıdım: “Say bademleri,/say acı olanı, uyanık tutanı say,/beni de onlara kat” dizeleriyle başlayıp, “Beni de acı yap, acı yap beni/ Bademlerden say beni” çığlığıyla biten bu kitabı bana armağan eden de o sıralarda ayrılmış olduğum sevgilimdi. Bachmann ve Celan, ikisini de biten iki aşk dolayısıyla tanımışım bir bakıma. Bunun ne anlama geldiğini ise yakın zamanlara kadar bilmem olanaksızdı. Sonra yine Ahmet Cemal’in çevirdiği, Celan'ın Bütün Şiirlerinden Seçmeler'ini (Kavram Y., 1995) okudum. 2006 yılında Arnavutluk’taki POETEKA Uluslararası Şiir Festivaline gitmiştim. Festivalin yönetmeni şair ve romancı Arjan Leka, Celan’ın ünlü şiiri “Ölüm Fügü”nün 10 farklı dilde çevirisinin okunacağını söyleyerek benden de Türkçesini istemişti. Okuma sonunda, Türkçe bilmeyen Arjan Leka, kendisini en çok Türkçe çevirisinin etkilediğini söyledi ses olarak. Evet ‘Alman bir ustadır ölüm’, ve bu şiirin hangi dilde okunursa okunsun yarattığı dehşetli etkiyi anlamak için Celan’ın yaşamına bakmak yeterlidir: Celan, Almanca konuşan bir ailenin çocuğu olarak, 1926’da Romanya’nın Cernauti bölgesinde doğar. Önce Yahudi hareketine katılır, sonra da İspanya İç Savaşında faşist general Franco’ya karşı Cumhuriyetçilerin saflarında çarpışır. Yenilginin ardından tıp eğitimi için Paris’e gider, II. Dünya Savaşı başlayınca da Romanya’ya geri döner. Ailesini bulamaz. Babası Polonya’daki bir toplama kampında hastalıktan ölür, annesi Karpatlar’daki bir kampta kurşuna dizilir. Celan aç kalmamak için bulduğu işte çalışır. 1942 Haziran’ında Alman askerlerince tutuklanır. Toplama kampında Sosyalist olduğu da anlaşılınca krematoryumda çalışmaya zorlanır. “Ölüm Fügü”nü bu kampta yaşadıklarından yola çıkarak yazar:”Sesleniyor daha tatlı çalın ölümü çünkü o Almanya’dan gelen bir ustadır/sesleniyor daha boğuk çalın kemanları sonra sizler/ duman olup yükseliyorsunuz göğe/sonra bir mezarınız oluuyor bulutlarda rahat yatılıyor/.../Gece vakitlerinde içmekteyiz sabahın kapkara sütünü/sonra öğlen vakitlerinde ölüm Almanya’dan gelen bir ustadır/akşamları ve sabahları içmekteyiz hiç durmadan/ölüm bir ustadır Almanya’dan gelen gözleri mavi...”

Celan 1960’larda Seine üzerindeki köprülerde yaşamaya başlar ve 20 Nisan 1970’de uzun süredir altında yatıp kalktığı Mirebau köprüsünden Seine nehrine bırakır kendini. 50 yaşındadır. Bachmann’sa 47 yaşındayken Ekim 1973’te Roma’da evinde çıkan yangın sonucu yaşamını yitirir.
Kalp Zamanı 
Sartre’dan Mayakovski’ye, Aragon’dan Kafka’ya sevdiğimiz pek çok yazar ve şairin lirik, epik, akıllı, deli ama her zaman dolu dolu mektuplarını okuduk. Ben Kalp Zamanı yayımlanıncaya kadar çağımızın bu iki büyük şairi arasında büyük, uzun, derin ve tutkulu bir aşk yaşandığını bilmiyordum. Ve ikisinin de kısacık, yoğun, trajik yaşamlarının 15 yılında bir bakıma mektuplarla yaşadıklarını, ‘Mektup Aşkları’ yaşadıklarını da.

Benim için doğrusu çok önemli ve değerli bir şiir olayı bu kitabın çevrilip yayımlanması: Kalp Zamanı-Ingeborg Bachmann/Paul Celan-Mektuplar (Çev: İlknur Özdemir,Kırmızı Kedi Y, Mart 2015). Bu nedenle kitabı, ki mektup da şiire sayılır hele bunlar iki büyük şairin mektuplarıysa, olağanüstü bir şiir duygusuyla Türkçeye kazandıran İlknur Özdemir’e teşekkür ediyorum. Doğrusu hem o şiir tadını alarak okudum, hem de gerilimi yüksek ve sürükleyici, ne de olsa tutkulu ve pek az görüştükleri için hakkıyla yaşanamayan bir aşk sözkonusu, bir roman gibi. Bachmann’ın sonra birlikte yaşadığı yazar Max Frisch ve Celan’ın evlenip çocuk sahibi olduğu Gisele Celan-Lestrange mektuplaşmaları da bu romana psikolojik, sosyolojik boyutlar katıyor. Fotoğraflar, belgeler, yazılar, şiir çevirileri, ezcümle hem derin ve geniş bir ‘Kalp Zamanı’ olmuş hem de yeniden Bachmann ve Celan ‘okuma zamanı’ gelmiş. Çoktur yazmıyordum ama bu kitabı okuyunca oturup şiir yazasım geldi, öyleyse bir de ‘şiir zamanı’ demek gerekir ki, iki şairin mektuplarından oluşan bir kitabın bu kadar ‘faydalı’ olacağı kimin aklına gelirdi?

Bachmann'ın Malina'sını okurken yaptığım gibi tıpkı, bu kitapta da pek çok satırın altını çizdim: “Yakında yine Hindistan’a ve bir zamanlar gördüğümüz rüyalara sınırı olan sulara bakacağımızı umuyorum. Ama artık senin için mümkün değilse ya da çoktan bir başka denize dalmışsan, beni, başkaları için boş bıraktığın elinle tut.-Ingeborg”, “Okuyorsun şimdi, sesini düşünüyorum-Paul”, “Burası öyle sakin ki. İlk cümleden bu yana yarım saat geçti, önceki sonbahar bu sonbaharla iç içe geçiyor.-Ingeborg”, “Şematik olarak doğru davranış yoktur, yoksa her türlü neşeden yoksun bırakırız kendimizi-Ingeborg”.

Şiir, iki huzursuz kalbin mektuplarından da doğabilir, ve Celan’la Bachmann’daki gibi bu huzursuzluğun bedelini yaşamla ödemek de gerekebilir. Bedeli şiir, mektup ve ölüm olan bu aşk bize ‘Kalp Zamanı’nın hiç geçmediğini hatırlatabilir.
http://www.artfulliving.com.tr/edebiyat/kalbin-zamani-hic-gecmezi-i-3689

3 Eylül 2015 Perşembe



GURMENİN SON YEMEĞİ: Hazza ve tutkuya dair bir roman

“Kirpinin Zarafeti” adlı romanıyla keşfettiğimiz Fransız edebiyatçı Muriel Barbery, Kırmızı Kedi Yayınları’ndan çıkan “Gurmenin Son Yemeği” adlı romanında Marcel Proust’un adımlarını takip ederek yiyeceklerin peşinde hazza dair bir yolculuğa çıkıyor.

Bu yolculukta hem dünyanın kendi çevresinde döndüğünü sanan bir yemek eleştirmeninin ehlileşme sürecini anlatıyor hem de ekmekten dondurmaya birçok lezzetin hayatımızdaki yerini araştırıyor. Bu lezzetlerden en mühimini finale saklayan Barbery ile romanını ve yiyeceklerle ilişkisini konuştuk…

Gülenay Börekçi

gurme kirmizi kedi muriel barbery egoistokur gulenayb

“Tam da alacakaranlığındayken yaşamımla ilgili söylenmiş veya oluşmuş yegâne gerçek olarak kendini hissettiren, ruhumun derinliklerinde unutulmuş, gizlenmiş bir tat. Arıyorum ancak bulamıyorum…” Gurmenin Son Yemeği, Muriel Barbery

Muriel Barbery: “Bahçemden topladığım kabak ve pancarlarla leziz çorbalar yapmak bana gurur veriyor.”

Birkaç yıl önce yayınlanan “Kirpi’nin Zarafeti” adlı o çok güzel romanı okumuş muydunuz? Paris’in en lüks semtlerinden birindeki şık bir apartmanın aksi mi aksi, dikenli mi dikenli kapıcısıyla snop apartman sakinlerinden birinin 12 yaşındaki depresif kızı arasındaki dostluğu anlatıyordu. Roman, Muriel Barbery’nin dünya çapında ün kazanmasını sağladı.

Yazarın ilk romanıysa bizde yeni yayınlanıyor. “Gurmenin Son Yemeği”nde Barbery, ömrünün son iki gününde, gençliğinin ilk tadını hatırlamaya çalışan bir lezzet eleştirmenini anlatıyor. Pierre Arthens’in hikayesi yıllar önce, büyükannesinin yarattığı muhteşem lezzetlerle başlamıştı. Zamanla yemek yemek onun için açlığını doyuracak bir gereklilik olmaktan çıkmış, uğruna hayatını ortaya koyacağı hatta ailesinden vazgeçeceği bir tutkuya dönüşmüştü. Arthens çocukluğunun o ilk tarifsiz tadını yıllar sonra, ölüm döşeğinde aramaya başladı, ancak hiçbir tat onu yeniden bulutların üzerine çıkaramıyordu.Yine de yılmadı; kalbi ona ihanet etmeden önce son kez hayatının lezzetine ulaşacaktı…

Barbery kitap boyunca adeta bir “tat dedektifi” gibi anılarını köşe bucak gözden geçiren Pierre Arthens’ın hafızasında dolaşmamıza izin veriyor. Aralarda da ekmek, mayonez, yumurta, dondurma gibi belirli yiyeceklere özel bölümler ayırıyor. Ben de konu bu olunca ister istemez Marcel Proust’u ve İstanbul pastanelerinde “mekik” adıyla satılan şu minik Fransız kekleriyle ilgili teorisini hatırlıyorum. Bilirsiniz; Proust bir gün kremalı çayına batırdığı mis kokulu, leziz kekten bir ısırık alır. Ve ruhu bir anda alt üst olur. Hizmetçisinin getirdiği kek, tıpkı çocukluğunda annesinin pişirdiği kekler gibi kokmaktadır. Bu koku, hayatının tüm ayrıntılarını, zaman hiç geçmemişçesine geri getirecektir. Dev eseri “Geçmiş Zamanın Peşinde” işte bu olaydan doğar.

“Gurmenin Son Yemeği”nde Proust’un izinden giden Muriel Barbery’e yiyeceklerle ilişkisini ve romanının ilham kaynağını sordum. İşte anlattıkları…

“Karmaşık lezzetler hafızaya iyi gelmiyor ve dünya bazen basit görünümlü bir tabak yemekte toplanmış olabiliyor”


İlk romanınız “Gurmenin Son Yemeği” bizde yeni yayınlandı. O da tıpkı “Kirpinin Zarafeti” gibi masalsı bir anlatımla ilerliyor. Fikir nereden doğdu?

Size garip gelebilir ama bu romanı yazmaya son bölümünden başlamıştım. Ölüm döşeğindeyken hayatını değiştiren o ilk muhteşem lezzeti hatırlayan bir yemek eleştirmeniyle ilgiliydi. Ama böyle bir öykü yazmam konusunda ana ilham veren şey neydi, hiç hatırlamıyorum. Fakat karakterin uzun zaman önce kaybettiği bir tadın, “ilk tadın” peşine düşmesini, o arayış sırasında hem o güne kadar tattığı diğer lezzetleri hem de çocukluğunun basit zevklerini hatırlamasını yazmak açıkçası bana büyük haz verdi. Fransızların çok seveceği türden hazza dair ve çok renkli bir öykü çıktı ortaya. Umarım siz de seversiniz.

Bazı temel yiyeceklere özel bölümler ayırmışsınız. Onları ölmek üzere olan bir adamdan dinleyince, hayatın anlamının onlarda gizli olabileceğini düşünüyor insan…

Hayatın bir anlamı varsa bile bu bizler için bir sır kalacak. Öte yandan bana da hayatın anlamıyla yiyecekler arasında sıkı bir bağ var gibi geliyor. Şundan; biz insanlar hayvanla melek arası bir yerde duruyoruz ve yaşamak dediğimiz şey neticede bedenle ruh, ihtiyaçla arzu, sağ kalma mücadelesiyle çaba isteyen incelikler arasında kurduğumuz bağlantıdan ibaret.

Bu hikayenin şahsi versiyonunu yazsanız nasıl olurdu? Demek istediğim Pierre Arthens gibi sizin de unutamadığınız bir yiyecek var mı?

Benim tek bir hikayem yok; hayatıma girmiş başka başka insanlarla alakalı birçok farklı anım var. Ama şunu biliyorum, hatıralarımı diri tutan lezzetler hep çiğ istiridye, ızgara balık, bahçeden toplanmış domates, tütsülenmiş et, bir demet maydanoz gibi en basit, sade, süssüz olanlar. Karmaşık lezzetler hafızaya iyi gelmiyor ve dünya bazen basit görünümlü bir tabak yemekte toplanmış olabiliyor.

Karakteriniz gibi siz de bir yiyeceği ilk tattığınız anı hatırlar mısınız? İlk seferler neden önemlidir?

Açıkçası yemek yemeğe düşkünüm, sadece yemeğe değil kokulara ve tatlara da… Güzel bir yiyeceği, sevilen bir yemeği ilk tattığınız an benzersidir, çünkü evrenin bu tadı hayatınız boyunca unutmamanız için bir anlığına durduğunu hissedersiniz. Sihir gibi. Ve artık hayatınızda o tadın, o anın bir anlamı olur. Onunla birlikte dünya da biraz daha zenginleşir.

“Fransız mutfağını sevemiyorum, çünkü hem çok karmaşık hem de gösterişçi”

İyi yemek yapar mısınız?

Hayır ama doğrusu kendimi geliştiriyorum. Geçmişte yemek yemeği o kadar severdim ki sıradan bir şeyler pişirmeye gönlüm razı gelmezdi ve benim yerime bu işi iyi yapan birileri, ustalar pişirsin isterdim. Zamanla yemek pişirmeyi de sevmeye başladım. Şimdi bir sebze bahçem bile var. Üstelik her geçen gün daha güzel, renkli ve bereketli hale geliyor. Bahçemden topladığım kabaklar ve pancarlarla leziz çorbalar yapmak bana gurur veriyor. Pişirme biçiminin, sofra düzeninin ve ritüellerin çok önemli olduğu Japon ve İtalyan mutfaklarına hastayım. İkisinde de sadelik, basitlik yüceltiliyor. Fransız mutfağını ise sevemiyorum, çünkü hem çok karmaşık hem de gösterişçi.

Son yıllarda popüler olmuş bir tür var; “yemekli” romanları sever misiniz?

Pek değil. “Yemekli” romanları değil, sadece “iyi” romanları seviyorum. Ve iyi romanların belirli bir türe ait olmaları, belirli konulardan bahsetmeleri gerekmiyor. Mesela şimdi siz sorduğunuz için düşünüyorum ve aklıma bir tane bile yemekli roman gelmiyor. Tabii Marcel Proust’unkiler hariç. O her zaman, yemekten bahsederken de olağanüstü bir yazardı.

Kitabınıza dönersek; esas karakteriniz bencil bir adam, kendini dünyanın merkezi sanıyor. Ve yiyecekler dışında sevdiği bir şey yok. Finalde o hep peşinde olduğu şeyi nihayet hatırlıyor ama merak etmeyin, onu sormayacağım. Sadece şu: Diğer tüm arzuları dışlayan saplantılı yiyecek aşkı yüzden Arthens aslında neyi kaybetti?

Âşık olma ihtimalini kaybetti, daha ne olsun?

“Hayatı, aşkı, korkuyu, umudu, deliliği ve arzuyu anlatmak istedim”

Çok başarılı bir sinema uyarlamasını da izlediğimiz “Kirpinin Zarafeti”ni okurlar niçin bu kadar çok sevdi sizce?

İnanır mısınız, bilmiyorum. Hâlâ bilmiyorum. Yayınlarken umutsuzdum, kimse okumaz sanıyordum. Kitleleri etkilemesi benim için şaşırtıcı oldu. tam bir muamma! Fakat işin güzel yanı benim sorgulamayacağım bir muamma. Kitabı bitirdiysem, sebep Renée’dir. Daha doğrusu kirpi, yani kapıcı. Yazmaya başladıktan çok kısa bir süre sonra arkadaşım oldu adeta ve bana hiç benzememesine rağmen onunla empati kurabildiğimi hissettim. Yani tamam, onun zaten benim zihnimin bir ürünü olduğunu söyleyerek itiraz edebilirsiniz. Haklısınız ama ne yapalım, elimde değil, Daha ilk günden itibaren Renée gerçek ve benden tamamen bağımsız bir karaktermiş gibi geliyordu bana. Umudu ve sevgiyi bulacağı o yolda onunla birlikte yürümeyi çok istedim. Fakat ‘Kirpinin Zarafeti’ni yazmayı sürdürmemi sağlayan tek itici güç o değildi… Hayatı, aşkı, korkuyu, umudu, deliliği ve arzuyu anlatmayı çok istiyordum. Sayısız ilham kaynağım daha vardı. Japonya; büyük yönetmen Yasujirō Ozu’nun filmleri; çok sevdiğim Tolstoy hakkında yazma kararım.

Gülenay Börekçihttp://egoistokur.com/gurmenin-son-yemegi-aska-ve-hazza-dair-bir-roman/