30 Ekim 2015 Cuma


Virginia Woolf’un Ölümünden Sonra Yayınlanan En Önemli Kitabı

Kırmızı Kedi Yayınevi’den çıkan Varolma Anları, Virginia Woolf’un terekesinde bulunan otobiyografik yazılarını ve geçmişten anımsadıklarını bir araya getiren tek kitap. Ve nihayet 39 yıl sonra ilk kez Türkçede...

Virginia Woolf’un Ölümünden Sonra Yayınlanan En Önemli Kitabı
Varolma Anları’ndaki metinler, gerek üslupları, gerekse açıkça ve içtenlikle kâğıda dökülüşleri açısından, Virginia Woolf’un günlüklerinde ve mektuplarında kendisi ve ailesi hakkında yazdıklarının çok ötesine gidiyor, çok daha derinlere iniyor. Bu anılar, Virginia Woolf’un hayatının ve sanatının belgelenmesinde benzersiz bir konuma sahip.

Viktorya çağında, üst orta sınıftan, çok çocuklu bir ailenin kızı olarak doğan Virginia Woolf, edebiyat kaygısından uzak bir anlatımla çok sevdiği annesini, despot ve katı kuralcı babasını, kalabalık ve “kibar” ailesini, öz ve üvey kardeşleriyle olan ilişkilerini, Kensington’daki burjuva evinin daraltıcı atmosferini, annesinin ve sonra üvey ablası Stella’nın beklenmedik ölümlerini ve bu ölümlerin kendisinde yarattığı tahribatı, aile içi tacizleri, entelektüel Bloomsbury grubunu, kendi edebiyat çalışmalarını konu ediyor. Kitaptaki ilk metin yirmi beş yaşındaki Virginia’nın elinden çıkma. Çok sevdiği ve evlenmesini kabulde zorlandığı ablası Vanessa hamileyken, onun doğacak çocuğuna hitaben ve annesini tanıtmayı amaçlayan 1907 yazında kaleme aldığı Anımsamalar adlı bölümle başlayan kitap 30 yıllık bir zaman diliminin değişik evrelerinden geçerek son bölüme uzanıyor; en son kayıt, uzun bir yazarlık hayatının sonunda, ölümünden sadece dört ay öncesine ait.

Kitabı okurken şunu da akılda tutmak gerekir ki, bu kitaptaki yazılar Virginia Woolf’un son şeklini verdiği metinler değil; Woolf yazdıklarını defalarca elden geçirir, düzeltir, değiştirir, eklemeler, çıkarmalar yapardı. Buradaki yazılar bu işlemden geçmeden kalmış, yazarın yayımlanmak üzere hazırlamadığı metinlerdir. Dolayısıyla Woolf’un diğer yapıtlarıyla bu açıdan karşılaştırılmamalıdırlar.

Anımsamalar bölümü, biraz da Vanessa ile geçirdiği ve artık bulamayacağı bir zamana duyduğu özlemi yansıtıyor. Vanessa ve Clive Bell’in ilk çocuğu Julian’a hitaben kaleme aldığı bu yazılar, bir anlamda bir sonraki kuşağa hitaben yazılmış; bu bağlamda bir aile geleneğini sürdürmüş oluyor Virginia Woolf, çünkü büyükbabası James Stephen ve kendi babası Leslie Stephen da gelecek kuşaklar için anılarını yazıp kitaplaştırmışlardı. Vanessa’yı anlatmakla başlattığı anılarını, aile yaşamlarını alt üst eden iki büyük acıyı anlatarak sürdürüyor, annesinin ve üvey ablası Stella’nın ölümlerini. Kitabın başındaki ve sonundaki metinler aynı konu çevresinde dönüyor, ancak bakış açıları birbirinden tamamıyla farklı. Bu iki bölümün arasında Virginia Woolf’un Memoir Club’ta yaptığı üç konuşma yer alıyor. Memoir Club ara sıra toplanan ve yaptıkları konuşmalarda özellikle Birinci Dünya Savaşı öncesine ait anılarını anlatan arkadaşlarından oluşuyor. Woolf’un burada yaptığı üç konuşma Anımsamalar bölümünün devamı gibi, ancak aradan yıllar geçmiş, Virginia evlenmiş, yazarlığında yol almış. Ne var ki rahatsızlıkları ve erken yaşta girdiği depresyon peşini bırakmamış, zaman zaman yazması yasaklanmış, dinlenme molaları vermesi istenmiş, intihar girişimleri olmuş. 
20. Yüzyıl Başındaki İngiliz Toplumuna Bir Pencere Açıyor
Memoir Club konuşmalarının ilkinde aile içi ilişkileri anlatıyor, ikincisinde ünlü Bloomsbury grubuna geçiyor, girdiği entelektüel ortamı tanıtıyor. Virginia’nın babası tanınmış bir eleştirmendi, yazardı, dolayısıyla evleri dönemin ünlü yazarlarının, sanatçılarının uğrak yeriydi. Bloomsbury grubu ise bu soylu ortamdan uzaktı, orada soyut konular ele alınırdı, katılanlar birbirleriyle kadın ve erkek olarak ilgilenmezlerdi ve cinsellik dahil her şey açıkça konuşulurdu. 20. yüzyıl başındaki İngiliz toplumunun, burjuva ailelerin ve entelektüel ortamların içine de geniş bir pencere açıyor bu konuşmalar. Woolf, kişileri kendi inşa ettiği kocaman bir yapının içinde sunuyor bizlere. Anne-babasının kişilikleri, çocukluğun acı-tatlı yaşantıları, annesinin ve babasının ilk evliliklerinin izleri, annesinin erken ölümünün yarattığı trajedi ve acı çeken babası Leslie Stephen’in çocuklarına zorbaca davranışı, çocukların da ona aynı şekilde sırt çevirmeleri, ilkgençliklerini yaşayan Virginia ile Vanessa’nın baba evindeki kıstırılmış yaşamları, Bloomsbury’ye taşınmayla birlikte gelen özgürlükler. Elbette anlatmadığı şeyler de var Virginia Woolf’un. Bu notlarda sinir krizlerinden ya da intihar girişimlerinden söz etmiyor.

Geçmişe Dair Bir Taslak bölümü bu kitaptaki en önemli ve yoğun içerikli bölüm, aynı zamanda Woolf’un özgüveni konusunda yazdığı en güçlü metinlerden biri. Babasıyla ilgili değerlendirmeleri ise, ona karşı çelişkili duygularına, Freud okumalarından sonra başka bir gözlükle bakmış olduğunun ipuçlarını veriyor. Woolf’un buradaki analitik ve olgun kişilik çözümlemesi, hem birey hem yazar olarak gelişimindeki en önemli etkilerden birini ortaya koyuyor. Baştaki Anımsamalar bölümündeki konular çevresinde dönüyor metin, ama bambaşka bir açıdan bakarak. Çocukluk yıllarının yaz aylarında kaldıkları St. Ives’taki anılarını İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı bir dönemde yazmış; İngiltere’nin Almanlar tarafından istilası halinde karı-koca Woolf’lar intihara hazırlar. Aslında Geçmişe Dair Bir Taslak’a Vanessa’nın uyarısı üzerine başlamış. “Anılarını yazmaya başlamazsan, yakında çok yaşlanacak ve yazamayacaksın,” demiş Vanessa. Bu uyarı üzerine ve Roger Fry biyografisini yazmaktan bunaldığı bir dönemde, Geçmişe Dair Bir Taslak’ın notlarını tutmuş. Ve hatırlayabildiği ilk anısından başlamış: Annesinin elbisesindeki kırmızı-mor çiçeklerden. 
Son Kayıt Ölümünden Dört Ay Öncesine Ait
Bu bölümde, annesinin ölümünden sonra abisi George’un zoruyla kendisinin ve Vanessa’nın sahte pırıltılarla dolu, boş ve katı kurallara tabi sosyeteye nasıl takdim edildiklerini, gitgide sağırlaşan, gerçek hayattan uzaklaşan, çocuklarına karşı zaman zaman despotlaşan Leslie Stephen’a içten içe nasıl düşmanca duygular beslediklerini de açıkça anlatıyor. Geçmişe Dair Bir Taslak yarıda kesiliyor, tamamlanmadan bitiyor. Son kayıt, ölümünden dört ay öncesine, 17 Kasım 1940’a ait.

Bu kitaptaki beş yazıyı okurken, Virginia Woolf’un da bir yerde dediği gibi, anıların bireysel konusunu, onu kuşatan kalıtım, çevre, toplum, aile ve ilişkiler ağından ayırmanın mümkün olmadığını fark ediyoruz. Burada da yazarı, içinde yetiştiği aile ve kendisini kuşatan toplum çerçevesinde görüyor ve anlıyoruz. Yazdıklarını besleyen ilişkiler ağını, yazdıklarının arka planını değerlendirebiliyoruz. Virginia Woolf yaşasaydı, hep yaptığı gibi mutlaka yazdıklarının üzerinden tekrar geçer, bir kitap bütünlüğüne getirirdi. Yine de Varolma Anları, ölümünden sonra yayınlanmış en önemli kitabı olma özelliğini koruyor.

http://www.artfulliving.com.tr/edebiyat/virginia-woolfun-olumunden-sonra-yayinlanan-en-onemli-kitabi-i-4129

Beklendiğimiz yere mutlaka varırız

José Saramago’nun aynı adlı romanından çizgiye uyarlanan Filin Yolculuğu bir kervanın hikâyesi. Roman, Joao Amaral’ın muhteşem çizgileriyle resimli destana dönüşmüş.

30.10.2015 00:50

ÖMÜR KURT omur@hurriyet.com.tr

Beklendiğimiz yere mutlaka varırız
 
Dünya zamanı ile büyüdük, ahirete gömüldük. Köleler, soylular ve hayvanlar düzeninde azınlığın ezdiği çoğunluktuk. Saray dünyasında köle olduk, kervan dünyasında köle olduk, eşitliğe ise ahiret dünyasında kavuşacağımıza inandık. Bununla güç bulduk.
Efsane yazar José Saramago’nun aynı adlı romanından, çizgi romana dönüştürülen Filin Yolculuğu, Avrupa sırtlarını tekmeleye tekmeleye yol alan bir kervanın hikâyesi. Joao Amaral’ın muhteşem çizgileri ile bir resimli destana dönüşen kitabı İpek Gürsoy Kutluyüksel dilimize çevirmiş. Kitapta sadece filin yolculuğunu değil José Saramago’nun da bilge kişiliğini göreceksiniz.
Hikâye bu ya, artık hiçbir işe yaramadığı düşünülen fil Solomon, Portekiz Kralı tarafından Roma-Germen İmparatoru’na hediye edilir. Bu hediyenin, yerine ulaşması için ise uzun bir yolculuk yapılması gerekir. File, yolculuğunda eşlik edecek büyük bir kafile ayarlanır. Filin bakıcısı Subhro da bu kafiledekilerden biridir. O, bu yolculuğun “köle kahramanı”dır. Bir Hintlidir ve ten renginden dolayı aşağılanan kişidir. Sadece bir fil bakıcısıdır. Beyaz, Batılı ve Hıristiyan değildir. O halde ötekidir. İlk yapılması gereken şey adının değiştirilmesidir. Ancak adı da “Beyaz” anlamına gelmektedir. Ne büyük tezat! Fakat Portekizliler onun adından memnun değildir, “Keşke değiştirseydik” sözleri avlularda çınlar. Aynı kader, Viyana’da da Subhro’nun peşini bırakmaz. Sadece Subhro’nun mu? Hayır… Filin de. Onun adı da Solomon’ken Viyana’ya ulaştığında Süleyman oluverir. Fil bakıcısına Batılı bir ad layık bulunurken, bu devasa filin kaderi Doğulu olmaktır. Her ne kadar adları değişse de onlar aynıdır. Eskiden kendileri gibi birer “köle iken”, şimdi ikisi de Batılı anlayışla cilalanmış birer köledir. Kaderlerini başkaları çizer.
Biz dünyaya gelirken her şey hazırdır. Anne ve babamızı kendimiz seçmeyiz. İçine doğduğumuz evi kendimiz seçmeyiz. Adımızı, kültürümüzü, dilimizi, dinimizi, cinsiyetimizi kendimiz seçmeyiz. Hepsi bize, bizden öncekiler tarafından verilir. Her şey hazırdır. Bu büyük yolculukta ise asıl sorgulanan şey de budur. Nerede yolculuk yapıyoruz ve nereye gidiyoruz? Subhro’ya göre, her ne kadar bizden önce her şey hazır olsa da biz ait olduğumuz topraklara ve atalarımızın kültürüne sahibiz ve onunla şekilleniriz. Bu en iyisidir. Viyana’da Subhro’nun, yani yeni adı ile Fritz’in başına gelen bir olay onu bu büyük sorguya itiyor. Çünkü ait olduğu kültürde güven duygusu önemliyken, bu yabancı yerde güvensizliği tadıyor.
Olayın geçtiği zamanda, Avrupa’da Kilise’ye olan güveni sarsan olaylar, Protestanlık mezhebinin hızla yayılmasını sağlar. Bu da Kilise’nin varlığını devam ettirmesi için çeşitli yollar aramasına sebep olur. Bunun için Viyanalı bir rahip, Subhro’dan fil Solomon’un kilisenin önünde diz çökmesini ister. Bu, gerçekleştiğinde ise Kilise’nin kutsallığını kanıtlamış olacaktır. Subhro rahibe “Bu söylenenler hakkında hiç bilgim yok” derken rahibin yanıtı bütün olayların özetidir: “Bunları bilmen gerekmiyor, inanman yeter!”

FİLİN YOLCULUĞU
José Saramago
Resimleyen: Joao Amaral
Çeviren: İpek Gürsoy Kutluyüksel
Kırmızı Kedi Yayınları, 2015
119 sayfa, 25 TL.http://kitap.radikal.com.tr/makale/haber/beklendigimiz-yere-mutlaka-variriz-428303

28 Ekim 2015 Çarşamba


“İdeal okurumdan çekinirim”

Enis Batur: “Basit Bir Es’in bir hikâye içerdiği söylenebilir, ama bundan emin olamıyoruz. Anlatı yüzlerce sayfaya yayılabilir, yazar konsantre içeceklerde olduğu gibi, dilediği kadar su katmayı okura bırakmış.”

25.10.2015 01:00

ÇAĞLAYAN ÇEVİK ccevik@hurriyet.com.tr

“İdeal okurumdan çekinirim”FOTOĞRAF: MUHSİN AKGÜN
 
Enis Batur’un yeni verimi Basit Bir Es. Kurmacaya teşne bir “mikro roman”. Bir kış sabahı, trende karşılıklı oturan iki yolcudan birinin anlattıklarına dair... Anlatan yazar, karşısındaki ise o yazarın başka dile çevrilmiş kitabını okuyan bir okurdur. İşte yazar için asla bitmeyecek bir yolculuk böyle başlar... Daha önceki denemelerinde içbükey, dışbükey ve sokulgan okur tanımlarını getiren Enis Batur’la Basit Bir Es üzerine konuştuk...
Evvela hayırlı olsun diye söze girmek istesem de memleket halleri dolayısıyla “artık hayrı mı kaldı” diyeceğinizi tahmin ediyorum. Biliyorum artık sıkıldınız bu sorunun tekrar tekrar sorulmasından, ama biraz farklı açıdan sormak istiyorum bu sefer. Her gün sık sık en az bir(kaç) saat en az bir(kaç) sayfa düzenli yaza(bile)n birisi olarak, böyle zamanlarda “siz yazabiliyor musunuz”? 
Broch, yazarların şizofrenik yarılmalara kalemlerine sıkısıkıya sarılarak meydan okuduklarını yazmıştı. Dünyanın ve ülkenin dumanları tütüyor, farkındayız, hem de nasıl, yenik düşmemek için işimize sarılıyoruz. Her gün. Olabildiğince her gün. Suçlandığımız oluyor: Yeterince kavganın içinde değilsiniz ya da meleklerin cinsiyeti üzerinde tartışıyorsunuz, bunlara rağmen her gün. Yoksa yazamamak için bahaneden bol ne var?
Basit Bir Es’le ilgili konuşmadan önce, sanırım biraz “tür”den söz etmek gerekiyor. Zira son zamanlarda E.B. imzasının kurmacaya teşne metinlerle çok fazla bir arada olduğunu görüyoruz. Basit Bir Es’i bu kurmacalar içinde nereye koymalıyız?
Birincisi, hayır, çok fazla değil: Bu yıl yeni şiir kitabım çıktı, önümüzdeki yıl bir başkası gelecek. Deneme kitapları sürüyor. Kurmacaya teşne güzel yaklaşım, evet, onların daha bir görünür oldukları doğru. Tür konusuna gelince, malûm ben türler arası sınır ihlallerine hep yatkın oldum. TYN (tanımlanamayan yazınsal nesne) yerine artık TGYN diyorum: Tanımlanması güç yazınsal nesne. Basit Bir Es bana göre bir mikro roman niteliği taşıyor. Bir uçta ırmak romanlar varsa öbür uçta neden mikro romanlar olmasın?
Mikro Roman’ı novelladan veya makro romandan veya genel olarak diğer romanlardan ayıran temel farklılık nedir peki?
Bu yakınlarda, hem de bir romancı, Yann Moix, yanında oturan ve kitabı milyonlarca nüsha satmış bir sözde meslektaşına dönüp “bana hikâye anlatılmasından nefret ederim” dedi, kulaklarımla duydum ve açıkçası çıkışını mantıklı buldum. Edebiyat ‘ne’yin ‘nasıl’ından hiçbir biçimde ayrılamadığı bir ifade alanı. Basit Bir Es’in bir hikâye içerdiği söylenebilir, ama bundan emin olamıyoruz. Anlatı yüzlerce sayfaya yayılabilir, yazar konsantre içeceklerde olduğu gibi, dilediği kadar su katmayı okura bırakmış. Unutuyoruz: Kitaptaki metin her okumayla başka kılıklara bürünür. Bir yandan da yerinden kıpırdamaz! Sözün özü, belirleyici olan burada, karşılıklı yoğunluk derecesinde karar kılmak.
Kitabın hemen başında bir epigram yer alıyor. Calvino’nun Kitaplarımdan Birini Nasıl Yazdım’da birinci bölümün son cümlesi bu. Fakat sizin kitabınızla bir arada düşündüğümüz zaman, insan ister istemez onu şöyle okumak istiyor. Kitabın içindeki yazar, buradaki yazar olduğunu iddia etmekte... Mümkün mü bu değişiklik. Buradaki yazarın siz olduğunuzu düşünmekten kurtulamıyor asla okur...
Yazar nasıl kendi denklem çeşitlemelerini öne sürerek metnini kuruyorsa, okur da ters yönde çözüm denklemlerini arar, arayacaktır. Bir tür satranç oyunundayız ve kenarda bir saat çalışıyor. Eskiden kitapları yazarların yazdığı fikri tartışmasız kabul görürdü. Şimdi, daha doğrusu nicedir öyle değil: Okurla tamamlanabilen şey kitap. Siz öyle diyorsunuz ya, bakalım bütün okurlar öyle düşünecek mi?
Bunun devamında, gerçekten bir yazarın yazdığı ve aynı sahnenin başınıza geldiği böyle bir sahne oldu mu? Basit Bir Es’te okurun okuduğu kitap hangisi acaba?  
Bu soruyu yanıtlamamı nasıl beklersiniz: Püf noktasını ele veren, gizlerini açığa vuran kişiye yazar denir mi?! Ayrıca, biliyorsunuz, benim yazdıklarımda susulanın payı da, şüpheli tabakaların varlığı da geniş yer tutar: Loş bir ortamda el yordamı ilerleme sanatına başvuracaksınız çaresiz!
Madem epigramı andık, onun yer aldığı bölümün ilk cümlelerinden birini yine değiştirerek sormak istiyorum: Buradaki kitap, kitabın içindeki “yazarın” öyküsünü anlatmakta. Haliyle merak ediyor insan, sokulgan olsun veya kitaptaki gibi kendi halinde olsun. Ama sizin okurunuz olduğunuzu bildiğiniz birileriyle karşılaştığınızda ne hissediyorsunuz... 
Önce kirpileşirim. Davranışlarıma mesafe ayarı kaygısı hâkim olur. Ardından, yavaş yavaş sokulganlığın derecesini ölçmeye, anlamaya çalışırım. Sonuç ne çıkarsa çıksın tedirginlik ağır basıyor yanılmıyorsam. İnsan ilişkilerinde, kendileriyle çok dolu, dolayısıyla da ânında şahsi basın bülteni gibi konuşan yazarlar tanırım, onlardan biri sayılmam açıkçası. Gerçek ve derinlemesine diyalog olanaksızdır demiyorum ama pek seyrek gerçekleşebilir bana kalırsa. O da ağır ağır ve zamanla, sabırla olur.
Yazılarınızda farklı zamanlarda tanımını yaptığınız, kitabınıza ad olarak bile verdiğiniz “sokulgan okur”la karşılaşmalarınız olmuştur muhakkak. Peki “mütecaviz” denecek kadar sokulgan okurlarla karşılaştınız mı, neler hissetmiştiniz o karşılaşmalarda...
Sokulganlığın hedefi yapıttan yazara, dolayısıyla kişiye döndüğünde buz kesiyorum. Beni tanıyanlar mesafelilik konusunda duyarlı olduğumu bilirler. Kapımın çalınmasından geçtim, bütün temas zorlamalarına kapalıyım. Bana öyle geliyor ki, Basit Bir Es’teki yazar karşısındaki kitabını okuyan okurdan hemen uzaklaşmış, koltuk değiştirmiştir. Böyle mi olmuştur bilmiyorum tabii.
Calvino’nun Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu adlı harikalar harikası kitabından ilham aldığınızı daha ilk satırdan anlıyoruz. Ki kitaptaki yazar da dayanamayıp açıkça bunu gösteriyor zaten. Bu oyunlu anlatıyı çatmak ne zamandan beri aklınızdaydı? ‘Hepsi’ kitabınızda hesap-kitapla – belki planlayarak yazan birisi olduğunuzu ve birçoklarının bunun olumsuz yönüyle altını çizdiğini söylüyordunuz... 
Benim gibi “çok” ve aynı anda “onlarca” kitap yazan yazarlarda kuluçka evresinin kurallı süresi olmaz. Daha önce söylemiştim, “Mimarın Düşü” başlıklı kitabımı 1977’den beri yazı masamda sürüklüyorum örneğin. Basit Bir Es, yaklaşık on yıl boyunca magma halinde kafamda gezdikten sonra çıkageldi. Çıkagelmeyebilirdi, çünkü yazamadığım kitapların sayısı yazabildiklerimin kat be kat fazlası. İşin kötüsü, size bir şey söyleyeyim mi, yazdıklarımı yazamadıklarımla eşdeğer önemde buluyorum.
Okuruyla diyaloğa girmekten çekinen, daha doğrusu olası bütün diyalog biçimlerini kafasında tartarak koca bir yolculuğu tüketip, olası diyaloğu mümkün olduğunca erteleyen bir yazar var karşımızda. Yazar okurundan bu kadar çekinmeli mi gerçekten?
Yazar ideal okurundan çekinir. O “biri” değil, bir seviyedir. Ben okur özelliklerimi beğendiğimi saklayamam: İnce eler sık dokurum, üşenmem, yorulmam, kendimi yokuşa sürerim. Aynısı okurumdan istiyorum, ne yalan. Onun için de çekiniyorum ondan, onlardan.
“Ne yabani adamsın” demişti Turgut Uyar
Sizin de bir okur olarak “sokulgan” tutum sergilediğiniz olmadı mı hiç? e-posta atmak, tanışmak, mektup atmak, imzasına gitmek, biyografisini, hayat hikâyesinin detaylarına hakim olmayı istemek gibi şeyleri merak ediyorum. Hiç mi olmadı gerçekten?

Genç yaşlarımda bu tür adımlarım oldu. Mektup yoluyla daha çok. Onun dışında oldukça tutuktum ama. 1984’de, Bilsak barında biriyle buluşacağım, yanımda o zaman 7 yaşında olan oğlum var. Oğlan sıkılıyor tabii, yerinde durmuyor, kalkıp dolaşıyor. Bir ara baktım, barda biriyle konuşuyor: Turgut Uyar! Tanışmıyoruz. Oğluma kim olduğumu sormuş, yanıma geldi: “Ne yabani adamsın, oğlunla senden önce tanıştık!” Böyle işte.
Kitabın en önemli sahnelerinden, bir o kadar da en oyunlu sahnelerden birisi, yazarın karşılaştığı okurun resmini çizdiğiniz sayfa. Ve adeta sizin farklı zaman portrelerinizden birisi gibi. Yani biraz Las Meninas etkisiyle, başından beri yazarın Enis Batur olduğuna kanaat getiren okur, kitaptaki okurun Enis Batur olduğu zannına kapılıyor. Haliyle okur Enis Batur ise, onunla karşılıklı oturan yazarın kim olmasını isterdi?
Las Meninas benzetmesi çok yerinde. Karşımda Mallarmé ya da Nietzsche otursaydı ben kitaplarını okurken herhalde dilim tutulurdu.

http://kitap.radikal.com.tr/makale/haber/ideal-okurumdan-cekinirim-427841

Öncesiz sonrasız Virginia Woolf

İlknur Özdemir Varolma Anları’nı çevirdiğini söylemişti, Virginia Woolf’un Türkçe’de bilinmeyen bir eseri. Konuştukça, yıllarca aklıma takılı kalan eser olduğunu kavradım. Ve çok sevindim.

23.10.2015 00:30

Öncesiz sonrasız Virginia Woolf
Ödünç alınmış bir kitaptı, büyücek boy, kalınca, ciltli; Fransızca bir Virginia Woolf çevirisi; okunacak, geri verilecekti. Kimden ödünç almıştım? Ustam, aziz dostum, çok özlediğim Peride Celal’den olabilir mi? Peride hanım Paris gezilerinden birinde, Woolf’un iki kalın cilt, bütün romanlarını armağan getirmişti...
Ödünç aldığım kitap bir roman değildi ama. Adını Türkçe söylemeye çalıştığımı hatırlıyorum: Yaşamdan Duruk Anlar filan gibi bir şey, Duruk Yaşam Görüntüleri... Okuyamadan kaldı. Bir süre sonra da geri vermiş olmalıyım. Yıllar yılı merak ettim.
Yaz ortasıydı, İlknur Özdemir, Jale ve Lale Sancak, bir akşam Koço’da buluştuk. İlknur hanımVarolma Anları’nı çevirdiğini söylemişti, Virginia Woolf’un Türkçe’de bilinmeyen bir eseri. Konuştukça, yıllarca aklıma takılı kalan eser olduğunu kavradım. Ve çok sevindim.
Birkaç gündür, İlknur Özdemir’in yetkin çevirisinden Varolma Anları’nı (Kırmızı Kedi Yayınevi) okuyorum. Henüz 91. sayfadayım. Tadını çıkara çıkara okumak istiyorum.

“Çevirmenin Sunuşu”ndan alıntılıyorum: “Varolma Anları, Virginia Woolf’un terekesinde bulunan otobiyografik yazılarını ve geçmişten anımsadıklarını bir araya getiren tek kitap. Kitaptaki metinler, gerek üslupları, gerekse açıkça ve içtenlikle kâğıda dökülüşleri açısından, Virginia Woolf’un günlüklerinde ve mektuplarında kendisi ve ailesi hakkında yazdıklarının çok ötesine gidiyor, çok daha derinlere iniyor.”
Bu kadar da değil: “Bu anılar, Virginia Woolf’un hayatının ve sanatının belgelenmesinde benzersiz bir konuma sahip.”
Daha ilk bölümde seziyor, duyumsuyorsunuz: Anılar bir yerlerden tanıdık geliyor; sanki önceden başka birtakım metinlerde de karşınıza çıkmış, sizde izi kalmış. Durup düşününce, Deniz Feneri’ni, Yıllar’ı anımsıyorsunuz, Woolf’tan iki eşsiz roman, hele Deniz Feneri!
Naciye Akseki Öncül’ün çevirisinden Deniz Feneri’ni ilkgençliğimde okumuştum. Belki başarılı bir okuma değildi. Romancının yepyeni tutumuna bir türlü ayak uyduramıyordum. Ayrıca Virginia Woolf’un sanatı konusunda adamakıllı bilgisizdim. Yine de Deniz Feneri kılavuzlarımdan biri olacak, sonraları tekrar-tekrar okuyacaktım...
Şimdiyse Deniz Feneri’ni yazdırtan, romana esin kaynağı kimi sahneleri, gerçek yaşamdaki karşılıklarıyla okuyordum. Yıllar’ın kimi sahnelerini de. Tuhaf bir sevinç uyandırıyor bu, eski bir dostla yeniden buluşmayı andırıyor ya da Woolf’un esinlenişlerini yakalama fırsatı buluyorsunuz.
Bilgilendirici dipyazılardan biri: “Şair J. A. Symonds’un kızı olan Madge Symonds, Virginia’nın kuzeni William Wyamar Vaughan ile evlenmişti. Madge, Virginia’nın hoşlandığı ilk kişiydi, bu ilginin derinliği Mrs. Dalloway’in Sally Seton’la ilgili anılarında görülür.”
İşte yine eski bir tanış! Handiyse ezbere bildiğim bir roman Mrs. Dalloway; Sally Seton ise oradaki yaşamasıyla bana hep yansıyıp durmuş, tıpkı romanın öteki kişileri gibi...
Varolma Anları benim için harikulâde bir armağan oldu.


http://kitap.radikal.com.tr/makale/haber/oncesiz-sonrasiz-virginia-woolf-427838


6 Ekim 2015 Salı



DAĞLARCA ŞİİR ÖDÜLÜ
 ŞÜKRÜ ERBAŞ ve ÖMER ERDEM’in…


Bu yıl ilk kez düzenlenen Dağlarca Şiir Ödülü’nü kazananlar belli oldu.
Beşiktaş Belediye Başkanlığı tarafından, PEN Yazarlar Derneği, Türkiye Yazarlar Sendikası’nın desteği ve Tekin Yayınevi organizatörlüğünde gerçekleştirilen Dağlarca Şiir Ödülü, Şükrü Erbaş ve Ömer Erdem’e verildi. 

Ataol Behramoğlu, Doğan Hızlan, Enver Ercan, Ertan Mısırlı, Haydar Ergülen, Sennur Sezer ve Tarık Günersel’den oluşan Seçici Kurul, 1. Dağlarca Şiir Ödülü’nün Şükrü Erbaş ile Ömer Erdem arasında paylaştırılmasına karar verdi.

Şükrü Erbaş “Pervane”, Ömer Erdem ise “Pas” adlı kitaplarıyla ödüle değer görüldüler.

Ödül, 18 Ekim Pazar günü (Saat 18.00) Beşiktaş Belediyesi Fulya Sanat Merkezi’nde düzenlenecek etkinlikle sahiplerine sunulacak.


SEÇİCİ KURULUN ÖDÜL GEREKÇESİ
“İnsana ve hayata bakışlarındaki evrensel algı birleştiriyor’’
Seçici Kurul, ödül gerekçesini şöyle açıkladı:
“Şükrü Erbaş ve Ömer Erdem’in farklı şiir dünyaları olsa da, onları insana ve hayata bakışlarındaki evrensel algı birleştiriyor.
Onların şiirlerinde “gaz lambasıyla duvarlara dünyaları çizen çocuklar” da var, “kelebeği incitmeden geçip giden bulutlar” da.
Şiirler boyunca zalimin, mazlumun, acının ve kederin ve zulmün… insanın izini sürüyorlar vicdanın sesiyle. Tıpkı Dağlarca gibi.”

DAĞLARCA ŞİİRİNİ YAŞAMAK ve YAŞATMAK İÇİN…
Ödülün Amacı
Türkçem benim ses bayrağım” diyerek yüzü aşkın kitabıyla Türkçe’nin ses bayrağını yaşamı boyunca yükseklerde dalgalandıran Fazıl Hüsnü Dağlarca, 100 yıl önce doğduğu yer olan Beşiktaş’ta, adına düzenlenen etkinliklerle yaşamaya, yaşatılmaya devam ediyor. Yaşadığı dönemde “Yaşayan En Büyük Şair’’ sıfatıyla da onurlandırılan Dağlarca, “Yunus gibi giderken gitmez olmak isterim’’ sözüyle, şiirdeki ölümsüz kaynaklardan biri olmak isteğini ortaya koymuştu. Beşiktaş Belediyesi tarafından, PEN Yazarlar Derneği ve Türkiye Yazarlar Sendikası’nın desteğiyle düzenlenen bu ödül, Dağlarca’nın anısını yaşatmak, Türk şiirinin gelişimine katkıda bulunmak ve şiiri hayata daha çok katmak amacıyla verilir.

Ödül miktarı 15 bin TL olarak belirlenmişti.

DAĞLARCA BEŞİKTAŞ’TA YENİDEN DOĞUYOR…
26 Ağustos 1914’te Beşiktaş’ta dünyaya gelen Fazıl Hüsnü Dağlarca, doğumunun 100. yılı olan 2014’te Beşiktaş Belediyesi’nin desteği ve ev sahipliğinde düzenlenen etkinliklerle anılmıştı.




2 Ekim 2015 Cuma

1 Ekim 2015 Perşembe