22 Kasım 2015 Pazar

Gülşah Elikbank: “Hayat benim yazacaklarımdan daha fantastik hale geldi”

FavoriteOkuma listeme ekle
gulsah-elikbankYalancılar ve SevgililerGülşah Elikbank’ın Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından okura sunulan son romanı. Yazdığı romanlarla okurun beğenisini kazanan Elikbank, kişisel sayfasında kendini şöyle tanıtıyor: “1980 yılında İstanbul’da dünyaya geldim. 1999’da Nazilli Süper Lisesi’ni bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde lisans eğitimini tamamladım. Ardından yüksek lisans eğitimini Marmara Üniversitesi’nde Yönetim ve Çalışma Psikolojisi üzerine yaptım. 7 sene İstanbul’da bir inşaat ve turizm firmasında yönetici olarak çalıştım.Kızım Rüya dünyaya geldikten sonra daha mutlu ve huzurlu olacağıma inandığım Bodrum’a yerleştim.Ardından İzmir’e Türkiye’nin ilk edebiyat konseptli otelini açmak için geldim ve halen İzmir’de yaşıyorum. Çeşitli dergilerde yazılar yazıyorum. Şu ana kadar yayınlanmış altı romanım var: Siyah Nefes, Mavi Dağ, Kızıl ÖlümAşkın GölgesiMedusa’nın Pusulası ve Uykusuzlar.” Elikbank’la son romanıYalancılar ve Sevgililer üzerine söyleştik.
Gizemli Transilvanya, Eflak, Drakula, Kazıklı Voyvoda, Romanya, Çavuşesku, Galata, Bağdat Caddesi… Ne çok yer/kişi ismi var. Böyle bir roman fikri ilk nerede/nasıl doğdu ve gelişti sizde?
Ben romanlarımda şehirlere gönderme yapmayı, hikâyeyi şehre göre kurmayı seviyorum. Ama bu romanda biraz farklı bir durum oldu. Çünkü romanın fikrini bana veren Transilvanya’nın kendisi oldu. 2004 yılında yazmayı düşündüğüm ama ancak öyküyü kafamda geçen sene tamamlayabildiğim bir macera bu. VladTepeş, Drakula olmasının ötesinde insani yanıyla anlatılmaya değer biri. Üstelik ona neden Drakula yakıştırması yaptığı sorusuna yanıt buluyoruz bu romanda.
“Aynada gördüğüm tek şey; boşluk. Kendime baktığım zaman, içi oyulmuş, içinde ne var ne yok boşaltılmış ama bir türlü tekrar doldurulamamış bir oyuncak görüyorum,” diyen bir kahramanımız var. Maya, sevgilisini kaybetmiş. Annesi psikiyatr. Elif de önce annesinin hastası, sonra Maya’nın arkadaşı oluyor. Gizemli mektuplar alıyorlar. Bu, onların kendilerini Romanya’da bulmalarını sağlıyor. Siz nasıl buluyorsunuz konularınızı?
Sanırım alçakgönüllü olamayacağım tek şey, romanlarımın konusu. Oldukça özel ve özgün oldukları fikrindeyim. Beni kalem kâğıtla buluşturan önce konu oluyor zaten, sonra kahramanlar ve olay örgüsü gelişiyor. Konularımı genelde seyahatlerimde buluyorum. Ya da onlar beni buluyor. Önce bir fısıltı kulağıma geliyor, sonra kahramanlarım dile geliyor. İlk romanımın konusu da kapımı bir Kapadokya seyahatinde çalmıştı zaten. Bu nedenle çok okumayı ve mümkün olduğunca gezmeyi romanlarım için bir gereklilik olarak görüyorum.
yalancilar_ve_sevgililer_1baskiYalancılar ve Sevgililer’de macera da var, aşk da, heyecan da, siyaset de, psikoloji de… Kurgularken neyi düşünerek kurguladınız?
Çıkış noktam kahramanın cellada, celladın kahramana dönüşmesinin serüvenini izlemekti. Kötü ile iyinin sınırı, tarafı olur mu mesela? Çağa göre, halka göre değişir m bu kavramların içeriği? 15.yüzyıl hiç kuşkusuz bir şiddet çağı ama o çağın gereği bu değil miydi zaten? Şimdi de hepimiz psikolojik şiddet çağının tam ortasındayız. Üstelik bizim durumumuz daha kötü çünkü düşmanlar gizli ve pusu kuran cinsten. Yazar içinde yaşadığı toplumdan ayrı düşünülemez. Elbette ben de yaşanan bu zor süreçlerde politize oldum ve bu yazdıklarıma yansıdı.
Kadir, önce Maya’ya koruma olarak eşlik ediyor. Sonrasında arkadaş, hatta dost, en sonunda sevgili oluyorlar. Hayatın neresinde duruyor yazdıklarınız? İçinde, kıyısında, köşesinde…
Hayatın içinde, ortasında. Aşk romanlarımda her zaman olmuştur. Çünkü bu hayata katlanmayı sağlayan yegâne duygu aşktır. Ben uzun süredir fantastik roman/öykü yazmıyorum farkındaysanız. Çünkü hayat benim yazacaklarımdan daha fantastik hale geldi. Zaten bir distopyanın kahramanı gibiyiz. Maya ve Kadir ise aslında her an sokakta karşılaşabileceğimiz karakterler. Gün içinde yanımızdan yüzlerce insan geçiyor, her biri farklı bir hayatın kahramanı ve belki de başlı başına bir roman kahramanı onlar. En değerli aşkın da içinde dostluk barındıran olduğuna inanıyorum. Bunu yakalamak en zoru.
“Baksana ülkemiz her geçen gün kadınlar için daha zor bir yer oluyor. Dünya özgürleşirken biz eve hapsedilmeye, annelik göreviyle dört duvar içinde tutulmaya çalışılıyoruz,” diye dert yanıyor romandaki kahramanlardan biri. Buna benzer birçok cümle var. Yazarak dünyayı değiştirebileceğinize inananlardan mısınız? Yazarken insanlara mesajlar vermeyi sever misiniz?
Mesaj vermek diye adlandırmak istemem. Daha çok beni dertlendiren konuyu açarak paylaşmak diyebilirim. Son yıllarda kadın hakları konusu beni yakından ilgilendiriyor. Özellikle bir kız çocuğu annesi olarak, toplumda kadının yerini, özgürlüğünü ve bedeni hakkındaki kararları önemsiyorum. Dünyayı yazarak değiştirmek belki mümkün değil ama sadece bir insanı değiştirmek mümkün ise; bu da hiç azımsanacak bir kazanç değil. Ben o bir insanın peşindeyim. Kendimden başlayarak…
“Bana kötülükten bahsetme dostum. Artık yaşadığımız çağda kötülüğü açıklamaya gerek yok; bana neden bu rezil dünyada hâlâ iyiliğin bulunduğunu açıkla. İnsanlık, iyiliği omuzlarına çöken yüzyıllık vicdan azabının kefareti olarak görüyor yalnızca. İnsanın yasak elmayla başlayan ihanet etme yeteneği günden güne arttı. İlk ihaneti Tanrı’ya olan bir varlığın en büyük ihaneti kendisinedir, unutma.” diyor romanınızdaki Prens Vlad karakteri. Işıkla karanlığın, iyilikle kötülüğün mücadelesi kadim zamanlardan beri süregeliyor. Sizce kazanan hangisi/ olacak?
Şu an kazanan taraf karanlık gibi gözüküyor. Bu kadar mutsuz insan neden var? Kendimizi mutsuz edecek, köleleştirecek bu sistemi neden kurduk? Ama burada Vlad’a katılıyorum, mutsuzluk çağı sonunda ya yok olacağız, ya da buradan bir aydınlık bulacağız. Aydınlığı ise önce hak etmek gerekiyor. Şu an yaşamayı bile hak ettiğimizden emin değilim oysa. Doğa insansız da var olabiliyor biliyorsunuz.
Çavuşesku ve Vlad’ın ortak noktaları ve sonları neydi kısaca? Nasıl bir ibret almalıyız bundan?
İkisi de tam bir diktatör. Fakat ikisi de bunun farkında değildi, tüm diktatörler gibi. Yaptıkları her çılgınlığı ülkelerinin iyiliği için yaptıklarına inanıyorlardı ama başkalarının doğrusu ya da arzuları umurlarında değildi. Tek doğru onlarınkiydi. Bunun sonu her zaman hüsrandır. Halkların direnç noktaları vardır, onlara dokunduğunuz anda ilk siz yanarsınız.
“Tanrı dünyada kendi suretiyle görünmez. Elçileri vardır, başka insanları kendine vesile kılar. Gözlerinizi değil yüreğinizi açmak zorundasınız onu görmek için.”diyen kahramanın diliyle konuşursak…O elçiler neredeler? Nasıl tanırız onları?
En önemli elçiler, çocuklar bana kalırsa. Bir çocuğun gözlerinin içinde evrenin tüm sırlarını görmek mümkün. Ama bunun yanında bazı insanlar vardır, hayatınıza tam da ihtiyacınız olan anda girerler ve o ihtiyaç son bulduğunda da yavaşça sizden uzaklaşırlar. Onlar da birer elçidir. Hayatın kendi içinde, bizim pek de anlayamadığımız dinamikleri, kendini ifade etme biçimi var. Ben bir romancı olarak bu gizlerin peşindeyim. Bilim ve hayal gücü her zaman el eledir çünkü. Evreni anlamak için bilimden taraf olmalıyız.
Söyleşi: Merve Koçak Kurt – edebiyathaber.net (20 Kasım 2015)
- See more at: http://www.edebiyathaber.net/gulsah-elikbank-hayat-benim-yazacaklarimdan-daha-fantastik-hale-geldi/#sthash.wlhTYi2S.dpuf

18 Kasım 2015 Çarşamba





Doğal olarak mutsuzduk!

Kimine göre edebiyatın tanrıçası, kimine göre depresyon kraliçesi... Mrs. Dalloway’le bilinç akışının en iyi örneğini sunan yazın insanı... Virginia Woolf’un ölümünden sonra yayımlanan en önemli kitabı Varolma Anları, nihayet 39 yıl sonra Türkçede...

08.11.2015 00:30

Doğal olarak mutsuzduk!
 
Çağ Viktorya çağı... Üst orta sınıf, çok çocuklu bir aile. Ve o ailenin “Bir kadın olarak benim ülkem yoktur. Bir kadın olarak bir ülke de istemiyorum. Bir kadın olarak tüm dünya benim ülkemdir” diyen müthiş kızı Virginia Woolf.
İngiliz edebiyatının en önemli kadın yazarı Woolf, feminizm adına en temel yapıtları Kendine Ait Bir Oda ve Kadının Toplumsal İşlevi’nde (Üç Kuruş) ataerkil sistemi eleştirdi. Mrs. Dalloway’de bilinç akışının en iyi örneklerinden birini verdi. Roman, Clarissa’nın dostlarına vereceği yemek daveti için sokağa çıkmasıyla başladı ve bize tek bir günü anlattı. O gün, diğer roman kahramanı Septimus’un da son günüydü. İkisi hiç karşılaşmadılar ama okuyucuya ‘aynı karakterin farklı yüzleri’ olduğunu hissettirdiler. Topluma yabancılaşan bireyi, yalnızlaşan kadın ve erkeği en iyi anlatanlardan biriydi Woolf. Her zaman büyük sayılan şeyler üstünde değil, küçük sanılanların üzerinde durdu. Ele aldığı kişiler de, renkli bir yaşam sürmeyen, çarpıcı yanları olmayan sıradan insanlar görünürdü. Ancak iç dünyalarına girdiğimizde anlardık ki, en heyecanlı serüvenleri yaşayanlardan daha şatafatlıydılar...

Edebiyat kaygısı yok
Virginia Woolf severlerdenseniz, 39 yıl sonra Türkçeye çevrilen ve Kırmızı Kedi tarafından basılan bu kitabı mutlaka okumalısınız. Burada yazarın ne sinir krizleri ne de intihar girişimleri var. Varolma Anları’nda yer alan metinler, Woolf’un hayattayken yayımlatmadığı, dosyalarda kalmış, terekesinde bulunan otobiyografik yazıları. Çevirmeni İlknur Özdemir’e göre yaşasaydı, hep yaptığı gibi mutlaka üzerlerinden tekrar geçer, bir kitap bütünlüğüne getirirdi. Ama yine de bu, ölümünden sonra yayınlanmış en önemli kitabı olma özelliğini koruyor...
Bu kitapta, herhangi bir edebiyat kaygısı da yok. Çok sevdiği annesi, onun ölümünden sonra ailenin durumu, despot babası – ki Virginia’nın feminizminin başlıca nedenidir bu, burjuva evinin daraltıcı atmosferi, aile içi tacizleri ve onu yazarların dünyasına sokan, ‘entelektüel Bloomsbury grubu’ hakkındaki düşüncelerini okuyacaksınız.
İlk metin 25 yaşındaki Virginia’ya ait. Ve bu kitapla birlikte hayatının da nasıl seyrettiğini izliyorsunuz.
Son metni yazma tarihi de ceplerine taşları doldurup, evlerinin yakınlarında bulunan Ouse Nehri’ne atlayıp, intihar etmesinden sadece dört gün öncesi. Virginia’nın bu kitaba yansıyan en ilginç günleri kuşkusuz Bloomsbury günleri. Yazar günlüklerinde “Kapı çalınıp da hayret verici gençler içeri girdiğinde Vanessa ile benim içimiz içimize sığmazdı. Gecenin geç saatlerinde salon dumanaltı olurdu, çörekler, kahve ve viski saçılırdı her yere; ne satenler olurdu üzerimizde ne de küçük inciler, aslında hiç süslenmezdik. Thoby gidip kapıyı açardı, Sydney-Turner girerdi içeri, Bell girerdi, Strachey girerdi...” diyor.
“Ay ışığında aydınlanmışcasına saydam bir güzelliği vardı”
İngiliz Edebiyatı profesörü Mina Urgan, Virgina Woolf’u incelediği kitabında bakın o günleri nasıl yorumluyor: “Virginia, babasının ölümünden sonra, kardeşleriyle birlikte Bloomsbury mahallesine yerleşti. Artık baba evinde değil, kendi evlerinde oturuyorlar; babalarının yaşlı dostlarıyla değil, kendi genç dostlarıyla görüşüyorlardı. Virginia, tamamıyla özgürdü. Ama özgürlüğüne kavuşan öteki genç kızlardan farklı olarak, durumundan yararlanıp erkeklere yakınlık göstermiyordu. Oysa elimizde yığınla fotoğraf bulunduğundan, annesi gibi bir âfet olmamakla birlikte, gençliğinde de, orta yaşlıyken de, her erkekte hayranlık uyandıracak kadar güzel olduğunu biliyoruz. Romancı Rosamond Lehman, onun çok ince, uzun boylu ve “son derece güzel” olduğunu; hüzünlü büyük gözleri ve çarpıcı yüz hatlarıyla Ortaçağın Meryem Analarını andırdığını anlatır. Ellerinin biçimli inceliği üstünde ayrıca durur. Virginia Woolf’un elleri öyle saydammış ki, onları şöminenin ateşine tutunca, derinin altında incecik kırılgan kemikleri görür gibi olurmuş insan. Uzaktan akrabası Dr. Janet Vaughan, onun güzelliğinin, tenin rengi ve tazeliği gibi gelip geçici şeylerden değil, kemik yapısından kaynaklandığını; bu yüzden de, gençken de yaşlıyken de güzel kaldığını söyler. Şair Edith Sitwell “Onun ay ışığında aydınlanmışcasına saydam bir güzelliği vardı” der. Eşi Leonard Woolf da, onun yoğun ve semav izlenimini veren güzelliği üstünde durur. Bu güzelliğin, ancak Virginia akıl dengesini yitirdiği sıralarda ansızın değişime uğradığını; o zaman, yüzünün yalnız ifadesinin değil, hatlarının bile değiştiğini; insana acı veren bir güzelliğe dönüştüğünü söyler. Güzelliği bir yana, Virginia Woolf, biraz kalınca, hattâ telefonda erkek sesini andıran sesiyle de kendini dinleyenleri büyülermiş. Süsüne düşkün olmadığı halde, her zaman çok bol olan ve başka kadınların giysilerine pek benzemeyen giysileriyle de çok çarpıcı bir kadınmış...”
Yazarın, annesinin ölümünden sonra çektiği acı, kitabın tüm bölümlerine yansımış: “Doğal olarak mutsuzduk, zaman zaman dayanılmaz hale gelen ve asla tatmin edilemeyecek mutlak bir ihtiyaç içindeydik...”
Bu kitabı okuduğunuzda Woolf’un neden ‘doğal olarak mutsuz’ olduğunu daha iyi anlayacaksınız.

VAROLMA ANLARI
Virginia Woolf
Çeviren: İlknur Özdemir
Kırmızı Kedi Yayınevi
2015, 260 sayfa, 19 TLhttp://kitap.radikal.com.tr/makale/haber/dogal-olarak-mutsuzduk-428561

Aşktan da üstün olmalı

Aşktan da Üstün 50 Film serisinin üçüncü kitabına Murat Özer 10, Burçin S. Yalçın ve Burak Göral 9, Okan Arpaç 8, Kemal Ekin Aysel 7, Tunca Arslan 6, Murat Emir Eren bir yazıyla katkı sunmuş. Filmlere, bugünden gelen yankılara kulak vererek bakmak gerek.

14.11.2015 02:20

ŞENAY AYDEMİR sinesenay@gmail.com

Aşktan da üstün olmalı
 
Kolay değil bu ülke de hiçbir maddi çıkar elde etmediğiniz bir işi altı yıl boyunca aralıksız sürdürebilmek. İşinizin öznesine büyük bir aşkla bağlı olmak gerekir bunu yapabilmek için. Ama yetmez, altı yıl boyunca bitmek tükenmek bilmez bir ısrar, sadece aşkla açıklanabilecek bir şey değildir. Aşktan da üstün bir şeyler olmalı!
Yıllarını gazetelerde, kültür sanat ve sinema dergilerinde geçirmiş bir avuç insanın bir araya gelerek altı yıl önce hayata geçirdiği Arkapencere’nin macerası kendi başına ‘aştan da üstün’ bir duruma işaret ediyor aslında. Sinemaya sadece aşkla bağlı olmak dışında, bu sanat üzerine kafa yoran, hayatının merkezine filmleri yerleştiren, iyi-kötü demeden görev bilinciyle bütün filmleri izleyen, hepsi hakkında birkaç kelam etme sorumluluğu kendinde hisseden insanların ısrarının tek açıklaması aşk olamaz çünkü. Altı yıldır her cuma sabahı vizyona giren bütün filmler hakkında eleştiriler okuyabildiğimiz, sinemanın güncel gelişmelerine dair yorumları bulduğumuz, geçmişin unutulmaz klasiklerine bugünden yapılmış değerlendirmeleri merakla beklediğimiz bir emekten bahsediyoruz. Yalnızca uzun metrajın değil, kısa ve belgesel filmlerinde de kendisine alan açabildiği bir çaba söz konusu.
50 önemli film
Arkapencere, tanıtımın eleştiri olarak kabul edildiği, “Sevdim, sevmedim” tanımlamalarının bir filmin iyi ya da kötü olması için yeterli olacağının düşünüldüğü bir dönemde eleştiriye yeniden itibar kazandırmak için ortaya konan bir emek aynı zamanda. 
Üstelik eleştiriyi yalnızca güncel olanla sınırlı tutmayan, geçmişi de kurcalayan bir çaba bu. Yalnızca sinema tarihinin çok bilinen eserlerini değil, sadece sinefillerin haberdar olduğu ya da özel ilgi gösterenlerin bilebileceği bazı filmleri de bulup çıkartıp koyuyor önümüze bu çaba. Bu çaba her hafta derginin “Aşktan da Üstün” adlı bölümünde çıkıyor okurların karşısına. Daha sonra da kitap olarak da okurla buluşuyor. Adını köşesinden alan Aştan da Üstün kitaplarının üçüncüsü de yakın zaman önce raflardaki yerini aldı. Daha öncekiler gibi Kırmızı Kedi Yayınevi’nca okurla buluşturulan kitapta, 50 önemli filmin eleştirileri yer alıyor.
Murat Özer’in 10, Burçin S. Yalçın ve Burak Göral’ın 9, Okan Arpaç’ın 8, Kemal Ekin Aysel’in 7, Tunca Arslan’ın 6, Murat Emir Eren’in 1 yazıyla katkı sunduğu kitapta eleştirileri yer alan filmlerden bazıları ise şöyle: Se7en, Missing, Büyük Diktatör, Yaratık, Susuz Yaz, Kırık Bir Aşk Hikayesi. Vesikalı Yarim, Brazil, Arıcı, Sonsuz Ölüm, Guguk Kuşu, Yeraltı Peygamberi, 12 Maymun, Kazablanka, İkarus’un İ’si, Korku Ruhu Kemirir...
Eski zamanlardan ama...
Uğur Vardan’ın kitaptaki önsözü şu paragrafla başlıyor: “Bir türev mesleğidir bizimkisi... Yankıdır... Kuyuya atılan taştan bir süre sonra gelmesi beklenen sestir... Gölgedir... ‘Duvar pası’dır... Efekttir... Ses ve ışık gösterisidir... Sinema varsa, bize iş düşer... Perdeye, ekrana aksetmeyen görüntü yoksa biz de yokuzdur... Basit bir mantık gerçeği: Olmayan bir filmin eleştirisi de olamaz, tabii ki eleştirmeni de... Bu yüzden biz sinema eleştirmenleriyle birlikte sıkça anılan ‘kibir’ sözcüğünün, gerçekte ait olduğumuz meslek grubuyla pek bir ilişkisi yoktur. Olsa olsa çoklarından daha fazla film seyretmiş, daha fazla sinema üzerine kafa yormuş, okumuş, yazmış, laflamış kimselerizdir... Aslında biz daha çok ‘yer göstericiler’e benzeriz. Onlar size salondaki konumunuzu işaret eder, biz de bir nevi o işaret edilen yerden izlediğiniz film üzerine doğru ya da yanlış kimi noktalardan yola çıkarak hasbihâl eyleriz...”
Vardan’ın “Bir türev mesleğidir bizimkisi... Yankıdır... Kuyuya atılan taştan bir süre sonra gelmesi beklenen sestir” sözleri, Aşkdan da Üstün kitabının tanımına mükemmel uyuyor aslında. Eleştiri, kuyuya atılan taştan bir süre sonra gelmesi beklenen sestir. O ses bazen filmin yaratıcılarını rahatsız edebilir ama yapacak bir şey yoktur. Bu kitapta konu edinilen filmler ise eski zamanlardan. O yüzden, kuyuya taş atıldıktan epeyce bir süre geçtikten sonra ulaşıyor ses okurlara. Çoğumuzun döne döne izlediği bu filmlere, bugünden gelen yankılara kulak vererek bakmakta fayda var.

AŞKTAN DA ÜSTÜN
50 FİLM: 3
Kırmızı Kedi Yayınevi
2015, 216 sayfa, 15 TL.

http://kitap.radikal.com.tr/makale/haber/asktan-da-ustun-olmali-428723

15 Kasım 2015, Pazar

Kont Drakula geri mi geldi?

İzmir'den kalkıp Romanya'ya giden Gülşah Elikbank, karanlık şatolardaki araştırmalarının ürünü "Yalancılar ve Sevgililer" isimli romanında Vlad Tepeş'in kim olduğunu gözler önüne seriyor
İzmir'de hayata geçirdiği Edebiyat Oteli ile kentin gönüllü turizm elçisi olan yazar Gülşah Elikbank, bugüne kadar yazılmayanı yazdı. Bilmeyen yoktur Kont Drakula'yı. Gerçek adı Vlad Tepeş olan ve bizde Kazıklı Voyvoda olarak bilinen, o sivri dişleriyle vampirlerin kralı, binlerce filme konu oldu. Elikbank ise gerçek Drakula'yı kaleme aldı. İzmir'den kalkıp gittiği Romanya'nın karanlık şatolarındaki araştırmaların ürünü "Yalancılar ve Sevgililer", aslında gerçek Vlad Tepeş'in kim olduğunu gözler önüne seriyor. Neden böylesine delirdiği sorusuna da bir kadın gözüyle yanıt arıyor. Romanın kahramanları Elif, Maya ve Kadir'in hikayesi; macera, aksiyon, gerilim ve şaşırtıcı bir sonu ortaya koyarken işin içine giren aşk, size hayatı bir kez daha sorgulama fırsatı sunacak. Elif ve Maya her ne kadar yollarını kaybeden mutsuz ruhlardan da olsalar, kitap bir kadına yalan söylemenin cesaret gerektirdiğini bir kez daha gözler önüne seriyor. Kırmızı Kedi Yayınları'ndan çıkan roman, şimdiden Romanya'nın onur konuğu olduğu İstanbul Kitap Fuarı'nda büyük ilgi gördü. Elikbank yalnızca bir yazar değil aynı zamanda sıradışı bir turizmci. Elikbank ile Kont Drakula, yalancılar ve sevgililer üzerine konuştuk.

*  Hemen söze girelim. Yeni kitap yeni heyecan. Ne hissediyorsunuz? 

- Uzun süredir üzerinde çalıştığım romanım okurla buluştuğu için çok mutluyum. Artık söz okurda. Ben elimden geleni yaptım, hikayemi tüm taraflarıyla ortaya çıkardım.

UMUTSUZ BİR KENT  

*  Aslında bu son roman. Ama sanırım temelleri çok öncesinden atılan ve aslında bu açıdan da ilk kitabınız. Romanya'da sizi etkileyen neydi? 

- Ben ilk olarak Romanya'ya 2004 yılında iş için gitmiştim ve o zaman hayatımda yazarlık da yoktu ama içimi acıtan, ben çağıran bir hikaye vardı orada. Bu bir histi yalnızca ve bunu ilk olarak Drakula'nın Bran Şatosu yolundaki karlar altındaki, dik yokuşu çıkarken düşünmüştüm.

*  Romanya'ya ilk ve araştırma için gittiğinizde gördüğünüz fark neydi? 

- Ben 2004 yılında gittiğimde Romanya henüz bir AB ülkesi değildi ve hala komünizmin ve diktatörlüğün izlerini taşıyordu. Şehrin ruhu yoktu, gri ve iç karartıcı, umutsuz bir kentti. 2014'te araştırmalarım için yeniden gittiğimde ise, artık Avrupa'nın bir parçası ve en hızlı entegre olan ülkesiydi. Hareketli, renkli, ışıl ışıldı.

*  Drakula denildi mi aklımıza gelen ile kitaptaki Drakula'nın farkı nedir? 

- Bir kere onun bir hikaye kahramanından öte gerçek bir yanı oluşu. Elbette vampir olandan söz etmiyorum, o bir yazarın öyküsü. Öyle bir öykü ki gerçek Vlad Tepeş'i gölgelemeyi başarmış. Benim amacım gerçek Dracula'nın kim olduğunu, insani yönü ile ortaya koymaktı. Bu adam neden bu kadar delirmiş, sorusuna bir kadın gözüyle yanıt aramaktı.

*  Yalancılar ve Sevgililer... İkisi bir araya geldiğinde ortaya ateş topu çıkıyor. Kısaca her iki kelime, yaşanamayan bir aşkı ifade ediyor. Yaşanmayan aşkın çekiciliği için ne dersiniz? 

- Maalesef en güzel aşklar, imkansız, ulaşılmaz olanlar ya da yarım kalanlardır. Turgut Uyar'ın dediği gibi, Herkesin bir gideni vardır, içinden bir türlü uğurlayamadığı... Aşkın çeşitleri var bana kalırsa, yaşa göre, zamanın ruhuna göre değişiyor. Mesela ikinci bahar da ilk aşk kadar özeldir.

GÜÇLÜ KADINLAR

*  Romanın karakterleri biraz bizden, biraz tarihten. Maya ile Elif yalanlarla baş etmenin yolunu buluyor mu? 

- Onlar güçlü kadınlar. Her ne kadar yollarını kaybetmiş, mutsuz ruhlardan olsalar da onları huzura kavuşturacak zekaya ve sağduyuya da sahipler. Üstelik iyi yalan söylemek zeka gerektirir, hele bir kadına yalan söylemek cesaret ister. Kadın kendisi istediği sürece size inanır.

*  Ya Kadir, neredeyse "onu sevmeyen ölsün" hissiyatını uyandıran bir karakter. Bunları yaratmak için insanın uçlarda yaşaması gerek. Öyle misiniz? 

- Evet, ben her duyguyu uçlarda, yoğun ve kendi içimde yaşarım. Dışarıdan görünen kadınla içimde yaşayan kadınlar çok farklı bu nedenle.

*  Bir eş, güzeller güzeli bir çocuk ve turizm ile yazın dünyasında bir yaşamınız var. Herşeyden öte bir anne... Tüm bunlar arasında nasıl, ne zaman yazıyor, motivasyonu nasıl sağlıyorsunuz? 

- Yazmak için zaman ayırmıyorum. Zaten yazmak üzerine bir hayatım var. Bir de okumak. Hatta yazmanın ötesinde önemserim iyi okur olmayı. Hiçbir zaman özel ritüellere de ihtiyacım olmadı yazmak için. İçimde gereken her kelime var roman sayfalarına koşmak için.

*  Ortada gerilim, macera, aşk hepsini barındıran bir roman var. Kaleme alırken, "Burası olmadı" dediğiniz anda, çıkışı nasıl arıyorsunuz?

- Editör çalışması çok önemli. Çok şanslıyım ki bu romanımda harika bir editor ve ekiple çalıştım. O yüzden kurguda sorun yaşamadım. Ama çok tıkandığımı hissettiğimde deniz kenarında ya da ormanda yürüyüş yaparım uzunca bir süre. Yanıtı genelde adımlarım bulur.

*  Fantastik dünyanız nasıl? Ormanda yalnız kaldığınızda o elmayı ısıranlardan mısınız? 

- Kesinlikle. O elma olmadan Pamuk Prenses prensine kavuşamazdı çünkü.
Yazar, çağının önünde olmalı
*  Son dönemde ilgi gören bir Türk fantastik yazarlar ve eserleri ile karşılaşıyoruz. Siz de bunlar arasındasınız. Her bir eserin, sonraki kitap için yarattığı "daha iyisi olması gerek" baskısı karşısında ne yapıyorsunuz?

- Ben kendimle yarışıyorum her zaman, kendimi de sert eleştirebilirim. Ayrıca kendi olduğum yeri ve olabileceğim yeri de az çok bilirim. Acelem yok. Mutlu bir yolda ilerlemeyi tercih ediyorum. Üstelik bir yazar okumayı ve dünyayı keşfetmeyi sürdürürse kalemi her zaman bir önceki halinden daha iyi olacaktır. Kendini tekrar eden yazarları okumuyorum mesela ben. Yazar çağının önünde olmalı belki de.

*  İzmir'in yaşamınızdaki yeri nedir? Siz de fantastik bir yanı var mı? 

- İzmir benim için özgürlük, demek her şeyden önce. Bir çok kadınsı, dişi bir şehir bence. Masalların, mitlerin doğduğu kentlerden biri.

Bir kadını en iyi bir kadın tanır

*   Kitabın son bölümü, Tolstoy'un o meşhur sözü ile başlıyor. İhanet ve sadakat... "Bir kadının kaderi, sevdiği adamın ihanetiyle, sevmediği adamın sadakati arasında çizilir" diyor. Tolstoy sakın bir hata yapmış olmasın? 

- Erkekler genelde kadınlar hakkında böyle büyük sözler söylemeyi sever. Ama bir kadını en iyi bir kadın tanır, buna inanırım, erkek yazarlar kusura bakmasın ama genelde öyle. Bu nedenle kadını iyi anlatabilen eserler ölümsüz oluyor. Ama Tolstoy'un bu sözü söylediği dönemle şimdiki dönem biraz farklı, onu da hesaba katmak gerek, hele Yalancılar ve Sevgililer de durum çok daha farklı.

10 Kasım 2015 Salı

Dağlarca Şiir Ödülü’nü kazanan Şükrü Erbaş: Kötülük insan haysiyetinden güçlü olamaz

Pervane isimli son kitabı ocak ayında yayımlanan Şükrü Erbaş, ödül alan kitabını, eşinin vefatından sonra yaşadıklarını ve gündemle ilgili izlenimlerini anlattı.
Şehmus AY
Ankara
Şair Şükrü Erbaş’ın ocak ayında yayımlanan “Pervane” kitabına, Dağlarca Şiir Ödülü verildi. 45 yıllık eşi Hatice Erbaş’ın sağlık sorunlarıyla mücadele ettiği bir süreçte, yayıncısının ısrarıyla son anda ödüle başvurusu yapılan “Pervane”nin ödül haberi, Erbaş’ın eşinin vefatından sonraki yas günlerinde gelmişti. Erbaş’la son kitabını, ödülü, kısa süre önce kaybettiği eşini ve şiiri konuştuk. 
Türkçe şiirin büyük ustalarından Fazıl Hüsnü Dağlarca adına düzenlenen ödül bu senenin başında çıkan Pervane kitabınıza verildi. Öncelikle kutluyoruz. Sanırım yayıncınızın ısrarıyla son anda katılmış Pervane. 
Sorunun yanıtı birazcık özele girmeyi gerektiriyor. Eşimin hastalığının son günleriydi. Ne ödül, ne şiir, ne kitap... Canımızdan can çekildiği günlerdi. Yayınevinden İlknur Hanım (Özdemir) aradı, Pervane’yi Dağlarca Şiir Ödülü’ne göndermek istediğini söyledi. Son günüymüş katılımın. Üç bahane buldum hayır için, üçüne de hayır dedi, kıramadım, peki dedim. Bu kadar acıyla halkalanmış bir sevinç yaşamamıştım; eşimin ölümünden kısa bir süre sonra geldi ödül haberi. Kalbim, daha çok kendi üstüne kapandı. Tuhaf bir suçluluk duygusuyla susup duruyorum.
BÜYÜK ŞİİRLER KOLAY KEŞFEDİLMEZ
Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın şiiri bir der-ya. Doğrusu tam anlamıyla keşfedilmiş mi, emin değilim. Dağlarca şiiriyle nasıl bir ilişki kuruyorsunuz?
Açıkçası her okuduğumda korkuyla karışık bir hayranlık duyuyorum. Yaşar Kemal’le ilgili yazdığım yazıda da bu örnekleri vermiştim. Tekrar alıntılayacağım, çünkü aynı büyüklük söz konusu. Victor Hugo, “Homeros, soğumaz, sönmez” der. Goethe’nin de Mozart’ın müziği ile başlayıp Shakespeare’in şiirine bağladığı bir değerlendirmesi vardır: “Mozart, müzik sanatında ulaşılmazlığın simgesidir. Şiir sanatında Shakespeare’in olduğu gibi. Onun sanat evreni de belirişi açıklanması olanaksız bir mucizedir.” Bizim şiirimizle sınırlı tutacak olursak, Dağlarca’nın, Nâzım’ın, Yunus’un, Karacaoğlan’ın, Pir Sultan Abdal’ın şiir evrenleri bana, doğuşu açıklanamaz bir mucize gibi gelir. Elbette başka isimler de sayılabilir. Ancak, yazıldıkları dönemde yazılan şiirin yatağını değiştiren ve kendinden sonra o dilde yazılan bütün şiirlere ustalık eden şiirleri, şairleri kastetmeye çalışıyorum. Büyük şiirlerin keşfedilmesi üç-beş sayfalık tanıtım yazılarıyla olmaz. Büyük emekler ister, büyük akıllar ister. Sonra bu tür keşifler, bir kere yapıldıktan sonra bitmez. Gelen her yeni zaman, o şiirleri kendi akıl, yürek ve yaşantı süzgecinden bir daha geçirecektir. Bu keşifler ölümlü bizlere sonsuzu yaşatan bir ufuk olarak, hayatımızı ve yarattığımız bütün sanat yapıtlarını kuşatacaktır. 
ÖLÜMCÜL BİR İLLÜZYON
Pervane’yi okurken, özellikle Unutma Defteri’nden bu yana daha belirgin olarak gördüğümüz neredeyse o mutlak iyilik duygusu, doğayı ve aşkı bütün doğurganlıkların ve güzelliklerin en tepesine koyan naiflik göze çarpıyor. Sanırım sizin dünyayla ve hayatla kurduğunuz ilişkiyle alakalı bir durum bu.
Modern zamanların insanı bana göre ölümcül bir illüzyonu yaşıyor. Doğayla bağlarını koparıp uygarlık dediği bir cenderenin içine girdikçe içindeki bütün iyilik duygusunu, başkalarını anlama ve sevme yetisini, bir avuç alan içinde yüzlerce bitki, ağaç, çiçek ve börtü böceğin nasıl beraber yaşadığı bilgisini ve görgüsünü kaybetmiştir. Çok gerilerde kalan bu yitik cennet onu, gündelik ilişkilerde akıl almaz bir kabalığa, kıyıcılığa, yalnızlığa yuvarlayıp atmıştır. Bu yenilmişin yarattığı sanat da giderek bir zeka oyununa, kendi ıssız “ben”ini bütün bir topluma giydirme kibrine, bir narcissos teşhirine dönmüştür. Ben, insanın varoluşunun, kendi dışındaki bütün canlı-cansız varlıklardan oluştuğuna inanırım. Bu varlıkların başında da, hepsi de tek tek insan kadar değerli, insanın kalbinin hizasına yazılı, ağaçlardan kuşlara, sulardan bozkırlara, serçelerden kedilere... Doğanın bütün varlıkları gelir. Budur sözümün ve varlığımın büyülendiği yücelik.
Pervane’deki Yutkunma şiiri, kitabın öne çıkan şiirlerinden biri. Bir gözaltında kayıp öyküsü, Yusuf’un öyküsü var şiirde. Şiirin alınlığında da bir Dağlarca dizesi. Bu şiirin hikayesi nedir?
Sadece Ankara’nın değil bütün bir ülkenin vicdanı bir güzel dostum var; Mehmet Özer. Toplumun, tarihin, insanın acı sayfalarını, utanç sayfalarını, zulüm sayfalarını, yıkım sayfalarını tek tek arar, bulur, aralar, açar; yetmez tüm bu olup biten kötülüklerden sergiler, kitaplar yapar. Belli başlı kentlerde bir arınma olanağı gibi insanların vicdanlarına sunar bunları. Bir çeşit toplumsal bellek, bir vicdan gibi çalışır durur. Onun çalışmalarından birisi de, 1990’lı yıllarda ağırlıklı olarak Bölge’de yaşanan, 8-10-13-15 yaşlarındaki küçücük çocukların polis karakollarına, askeri birliklere götürülüp bir daha haber alınamadığı kocaman bir açık yarasıdır bu ülkenin. Yüzlerce çocuktan hâlâ bir haber yoktur. Bu çocukların fotoğraflarını şair, yazar, ressam, müzisyen dostlarına dağıttı, bizlerden birer kısa-uzun yazı istedi. Yutkunma şiiri, Mehmet’in bu hepimize verdiği ortak “ödev”den çıktı. Dağlarca’nın o iki dizesi öyle bir alınlık oldu ki şiire, sanırım başka hiçbir söz bu acıyı böyle kanatlandırmazdı: “Ortalıkta bir yalnızlık / Birisi kaybolmuş kadar.”
YALANA BATMIŞ BİR AHLAK
Önce Suruç, şimdi de Ankara Katliamları. Neler söyleyebilirsiniz bu hunharlıklar için?
Çok gerilere gitmeden -çünkü yüz yılın başına kadar gidersek, neredeyse baştan sona devlet katliamlarının tarihinden söz etmek gerekecek- hemen şu yakın günlere bakalım... Bana göre bizim ilk hatamız bütün gücümüzle, hatta “barış süreci” diye bütün bir ülkeyi aldattıkları ikiyüzlülüğü de tehlikeye atma pahasına, Roboskî’nin üzerine gitmemek olmuştur. Failleri, failler tarafından bile kabul edilen bu büyük alçaklığın “büyük” sorumluları, cezalandırılmalarından vazgeçtim, bir biçimde ülkenin gündeminde tutulabilseydi, durmadan teşhir edilseydi, sanırım ondan sonra yaşanan, giderek bir cinnete dönüşen pek çok katliam, bu kadar pervasız yürürlüğe konulmazdı. Uzun siyasi çözümlemelere gerek var mı? Baştan ayağa yalana batmış bir ahlak, açıklanamaz servetlerinin yaldızlı kiriyle kendi geçmişine bile küfreden bir görgüsüzlük, vicdanlarını şiddetle temizleyen bir eziklik, kağnı gölgesinde gidip kendi gölgesi sanan bir ahmaklık, tam anlamıyla devlete dönüşmüş bir hırs, dünyanın hiçbir yerinde bu kadar acının üstünde saltanat süremez. Onlar yapacaklarını yapıyor da, mesele bizde sanırım. Bunu açmayalım istersen, çok uzar söz... 


http://www.evrensel.net/haber/264018/daglarca-siir-odulunu-kazanan-sukru-erbas-kotuluk-insan-haysiyetinden-guclu-olamaz