26 Mayıs 2015 Salı

Yaralı âşıklar, vicdanını susturamayanlar için

“Bir baksana! Sana kendi içine kapanan hikâyeler anlatacağım şimdi. Rahatsız olacaksın belki, belki canın yanacak, sızı oturacak kalbine; belki değil, eminim. Yazarken bana da böyle oldu çünkü. Benden geçmeyen sana işlemez ki… Canım yandı yazarken, değiştim; seni de değiştireceğim. Budur acı, hem anlatanı hem dinleyeni değiştirir. Hikâyemi okumaya başlayan sen, bitirdikten sonraki senle aynıysa hâlâ, yak hepsini, okuma. Tekrar okumak, geri dönüp bakmak istemeyeceksen bırakalım peşin… Kötü hikâyedir o, arada birini özler gibi açıp da okumayacaksan birkaç satırı. Altını çizmiyorsan kimi cümlelerin, kapat bu kitabın kapağını… Sana şimdi acı şeyler anlatacağım; bir baksana…”

Şair, öykücü Onur Caymaz, yeni öykülerini topladığı kitabı “Herkes Yalnız”da, şehirlerin; İzmir’in, Diyarbakır’ın, Kars’ın, Ankara’nın ama elbette en çok “ne olursa olsun sevdiğim lanet şehir” İstanbul’un kendi hikâyelerini dile getiriyor, yaralı âşıkların, vicdanını susturamayanların, haysiyet mücadelesi verenlerin, ömrünce haksızlık duygusuyla yaşayacak olanların; görmediğimiz, başımızı çevirdiğimiz insanların sesi oluyor.  (Yorum benim değil, genç arkadaşım Semih Büyü’nün.) Ben henüz okumadım “Herkes Yalnız”ı ama Onur Caymaz’ın bu röportajda Semih’e söylediklerinden etkilendim.

Mesela şu: “Sessel yakınlıklar yaratmaya çalışan bir işçi gibi çalıştım bu kitaba. Edip Cansever bir yerde, şiirin yazılan değil, yapılan bir şey olduğunu anlatır. Ben önce yazdım, sonra da yapmak için uğraştım kitabımı…”

Okuduğumda ayrıca yazacağım…

Gülenay Börekçi

onur caymaz egoistokur semih buyu kirmizi kedi

“Nar fotoğrafı ne alaka?” diye soranlara: Onur’un kızının adı Nar ve bu da benden ona bir hediye :) Tam da alakasız değil aslında, çünkü birbirine tutunmuş ve böylece apayrı bir bütün oluşturmuş yüzlerce bağımsız Nar tanesinden daha iyi ne simgeleyebilir ki öykü anlatıcılığını?

Onur Caymaz: “Önce yazdım, sonra da yapmak için uğraştım kitabımı…”

Onur Caymaz, yeni öykülerini topladığı “Herkes Yalnız” kitabında şehirlerin kendi hikâyelerini dile getiriyor. Kendine özgü tınısıyla yaralı âşıkların, vicdanını susturamayanların, haysiyet mücadelesi verenlerin, ömrünce haksızlık duygusuyla yaşayacak olanların; görmediğimiz, başımızı çevirdiğimiz insanların sesi oluyor.

Öykünün en çok şiire yakın olduğundan sıkça söz edilir. Fakat şiirle öyküyü birbirine karıştırmamak, şairaneliğin tuzağına düşmemek ve öykünün kendine has şiirini yakalamak da epey zordur. İki tür arasındaki tehlikeli geçişlerde nasıl bir yol izlediniz?

Aslında benimki tuhaf bir durum. Her iki türün içine de bulaşmış biri olarak benim için sınır kalmadı artık. Açıkçası 2015 yılında artık yazınsal türlerde sınırların fazlasıyla esnek olması gerektiğini düşünüyorum. Tanımlamak, biraz da o türün içine hapsolmak. John Updike’ın misal, S diye bir romanı vardır, mektuplardan oluşur. Sait Faik’in birçok hikâyesi, aslında şiir dizelerinden mürekkeptir. Füruzan çoğu zaman bir şair gibi yazar. Yüce Nâzım’ın Memleketimden İnsan Manzaraları bir roman-şiirdir. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Ama ara geçişlerde özellikle gözettiğim şey, konunun çekirdeğinden kopmamaktı. Zira ne yazarsam yazayım, bir “şey” anlatmak gibi bir derdim oluyor hep. Anlatmayı seven biriyim. Bu anlamda Herkes Yalnız’ın kendine ait bir anlatı üretme stratejisi olduğundan söz edebilirim. Sessel yakınlıklar yaratmaya çalışan bir işçi gibi çalıştım bu kitaba. Edip Cansever bir yerde, şiirin yazılan değil, yapılan bir şey olduğunu anlatır. Ben önce yazdım, sonra da yapmak için uğraştım kitabımı…

Gezi Parkı direnişi, Soma’daki işçi katliamı, muhafazakarların Alevi algısı, Kürt sorunu… Öykülerinizde, ister istemez içine çekildiğimiz güncel siyasete genişçe yer veriyorsunuz. Ve tıpkı şairanelik gibi, siyaset de herkesin aşamadığı ve çoğunluğun uzak kalmayı seçtiği edebi riskler içeriyor. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Aslında siyasetle ilgisi yok bunların… Bunlar hayatımız. Alevi birinin hayatında muhafazakârların Alevi algısı durur hep bir köşede. Aleviler, Ermeniler arasında büyüyen bir Bektaşi torunu olduğum için yakinen biliyorum bunu. Soma’daki işçi katliamı, hayatımızın bir yeridir. Gezi, hayatımızın bir yeriydi. Yoksa siyaset kirli ve korkunç bir şey, dediğim gibi alabildiğine de hayatımızın içinde. Eurovision’da alınıp verilen puanlardan çocuklarımıza verdiğimiz isimlere dek hepsi siyasettir. Dövmeli, küpeli bir baba çocuğuna Rümeysa Nur diye isim koymaz yani. Tuvalet alışkanlıklarımızdan bıraktığımız bıyık sakal çeşidine dek politiktir, fark etmeyiz sadece. Bu anlamda hayatla sıkı sıkıya bağlantısı olan her şey beni çokça ilgilendiriyor yazarken.

Çoğunluğun uzak kalmayı seçtiği edebi risk meselesine gelince, bu da sanıyorum ki bir yetenek sorunu. Şöyle bir algı oluşmuş durumda ne yazık ki. İlkokuldaki sevgilini blog yazar gibi yazdığın zaman edebiyat oluyor, fakat Soma’da yaşananları yazdığında sorun varmış gibi davranılıyor… Bu doğru olsaydı Füruzan’ın Edirne’nin Köprüleri adlı bir öyküsü, 47’liler diye bir romanı olmazdı asla. Bu yüzden ki Kürk Mantolu Madonna çok satanlar arasında, Kuyucaklı Yusuf kendi yalnızlığında. Bunların ikisi de kalitedir oysa ki… Yine de konuyu ele alış biçiminin altını iyice çizelim. Ajitatif edebiyat, dil meselesini hep geri iter, oysa yazı, önce ve sadece dille ilişkilidir. Borges ömrünün son otuz yılında hiç gazete okumadı. Ama siyasetin merkezinde hep duran Maksim Gorki de Borges de büyük eserler verdi. Burada tek ayrım güdüyorum ben; iki tür edebiyat var: İyi edebiyat ve kötü edebiyat.

Sonlarına eklediğiniz notlardan da anlaşılıyor ki, öykülerinizi içinizde dinlendirerek, uzun yıllara yayarak ortaya çıkartmışsınız. Buradan hareketle, teslimi için belli bir süre biçilen, derlemeler için ısmarlanmış öykülere nasıl baktığınızı soracağım önce. Sonra da, Gezi için de bu tür kitaplar yapıldığını hatırlatıp, şu güne dek içinize dokunan, inandırıcı bir edebi metinle karşılaşıp karşılaşmadığınızı soracağım.

Yazı canlı biri gibi. Her bakışta farklı bir şey yakalayabiliyorsun. Bu anlamda bir öykünün, bir metnin, şiirin yazıldıktan sonra bekletilmesi gerektiğine inanıyorum. İnsanın da değiştiğini hesaba katın bir de… İki yönlü bir geliş gidiş var. Bir de okuru katın içine, al sana çok yönlü bir etkileşim zinciri. Kâğıdı, kitabı, okunan atmosferi de ekleyin buna… Epey girift bir yapı… Yani edebiyat çokça ciddiye alınması gereken bir iş. Tomris Uyar günlüklerinden birinde iyi bir yazarın üç yeteneğini sayıyor. Bir, ısmarlanan bir konu hakkında, herhangi bir konu ama (misal kokorecin güzelliği, misal tıbbın yanlı bir bilim olması) yazı yazabilmek. İki, iki kişiyi beş sayfa boyunca konuşturmak. Üç, noktalı virgülü doğru kullanmak. Bu anlamda ısmarlanmış öykü, öylesine yazılmış metin, bir anda gelen diye bir şey yok. Edebiyat bir sanat ama bu ilk elden oluşan malzeme ham malzeme. Beklemesi, işlenmesi gerekiyor. Buna da zanaat diyorum ben. Gezi öncesi ya da gezi sonrası diye bir şey yok, iyi anlatılmış bir de kötü anlatılmış hikâye var. Gezi ile ilgili de güzel hikâyeler dinledim, yazılmıştır da, yazılacaktır da; başka şeyler hakkında da bu böyledir. Bir de hikâyelere inanmak yazara değil, okuyucunun inanma eşiğine bağlı biraz.

Gezi’den sonra edebiyatta, sinemada, müzikte bir kırılma olduğunu fakat bunun kısa sürede tavsadığını düşünüyorum. Buna katılır mısınız?

Tabii ki katılırım çünkü sözümüzü tutmadık. Hani o gazeteleri okumayacak, o televizyonları seyretmeyecektik! Hani oralardan kahvemizi almayacak, tostumuzu oralardan yemeyecektik. Ne oldu? Kimi çocuklar öldü, kimileri yaşadı. Kimileri bir yere doğru bir kanal açtı kendisine. Kimileri umudunu tümden yitirdi. Kimileri de benim gibi hep umutlu olarak devam ediyor yaşamına. Zira tarih bu! Tarih böyle akmak zorunda. Yükselişler ve düşüşler. Tarih egemenin önceki egemenden intikamı şeklinde ilerliyor bu coğrafyada ve süreçler artık çok kısa. İnternet var, dünya küçücük artık, görmek isteyen için hakikat hemen bulunuyor. Bu anlamda her devirle bir şekilde hesap kesilecek, kesiliyor. Ne kadar zorsa, o kadar kolay. Tavsama meselesine gelinceyse katılmıyorum tabii ki. Zira bir sürü insan var artık o günlerin ruhuyla yaşayan. Geçenlerde Abbasağa Parkı’nda yıkım olacaktı, insanlar o yazdan öğrendiklerini çok güzel uygulayarak bu yıkımı durdurdu. Bunun sanatı da olacak. Başlarda tepe yapar ama çizginin yerine oturması gerekir, biraz zaman geçtikten sonra göreceğiz. İlk zamanlardaki parlama inandırıcı değildir. Biraz daha toplumun genetiğine sinsin olan biten… Ne yazıyordu Fransız Konsolosluğu’nun duvarında: “Ey kanıma çakıllar karıştıran isyan!”

Kadıköy, Eminönü, Samatya gibi köklü ve tarihi semtler, İstanbul’a ait renkler, kokular, sesler “Herkes Yalnız” adlı kitabınızdaki öykülerde birer karakter gibi var oluyor. İstanbul’u edebiyatınızda nereye koyuyorsunuz?

Her şeyden önce yaşadığım yer. Ne olursa olsun sevdiğim bir lanet şehir İstanbul. Halen sevilebilir yanları var. Düşün nasıl bereketli bir yer. Bunca mahvolduktan, edildikten sonra bile sevilebiliyor. Herkes Yalnız’da İzmir, Diyarbakır, Kars, Ankara gibi çeşitli şehirler olmasına karşın fark ediyorum ki en güzel anlatabildiğim şehir yine de İstanbul. Çünkü benim burası. Attila İlhan’ın bir şiiri geliyor aklıma hep: “Ulan İstanbul, 1949 Eylül’ünde, sokaklarında Mohikanlar gibi ateşler yaktık! Sana taptık ulan unuttun mu, sana taptık!” Öyle bir şey.

Peki, “Herkes Yalnız” adlı kitabınızı kendi edebiyatınızda nereye koyuyorsunuz?

Her son yazdığıma, yazdığım en güzel şey demedikçe yayınlamıyorum… O yüzden en çok sevdiğim kitabım şimdilik Herkes Yalnız. Birkaç ay sürer bu tatlı, hülyalı hal. Sonra geçer. Bu ülkede, nerede yaşadığın, hangi şartlarda edebiyat yaptığın hemen hatırlatılır sana… Hemen fark edersin. Ama yine de dediğim gibi en güzeli şimdilik…

Adalet Ağaoğlu “Yazarların ödüllere ihtiyacı varsa, ödül kurumlarının da yazarlara ihtiyacı var,” demiş zamanında. Tomris Uyar’sa, kendisi, Murathan Mungan ve Nedim Gürsel arasında paylaştırılan Haldun Taner Öykü Ödülü’nü reddederken, seçici kurul üyelerinin böyle bir paylaşıma giderek kendilerini yazarın yukarısında bir yere koymalarına itiraz etmiş. Günümüzde ödüller eskisi kadar tartışma da yaratmıyor, ses de getirmiyor. Haldun Taner Öykü Ödülü, Bedri Rahmi Eyüboğlu Şiir Ödülü ve Behçet Aysan Şiir Ödülü’nün sahibisiniz. Günümüzde bu ödüllerin sahibi olma duygusunu nasıl tarif edersiniz?

Günümüzde edebiyata dair hiçbir şey o kadar da ses getirmiyor. Kısır, sığ, bitik bir ortamda yaşıyoruz. Tartışmasız, şenliksiz, neşesiz, gelişmeye, zıt fikirlere kapalı, hafif bir ortam bu ortam. Bu anlamda ödüllerin tavsaması da normal. Ödüllere şöyle bakıyorum ben. Her ödül, iki ismi bir araya getiriyor. Adına ödül konan yazar ile o ödülü alan yazar ve şöyle düşünüyorum; ilki, ikincisiyle oturup bir rakı, çay bir şey içse ne olur… Bu anlamda birbirine çok ters düşen isimlerin olduğunu, özellikle son yıllarda böyle olduğunu söylemek mümkün. Kendi adıma konuşmam gerekirse adını taşıdığım isimlerin yaşantısına, sanat algısına gölge düşürmedim hiç, onların onurlu yaşamlarına leke sürecek bir davranışım da olmadı gibi geliyor bana. Edebiyatı, bu ödülleri sadece almayı değil, taşımayı da bir onur, sorumluluk meselesi yaptım. Gerçi ben hayatımda neyi böyle yapmadım, o da ayrı bir konu!

Semih Büyühttp://egoistokur.com/herkes-yalniz-yarali-asiklar-vicdanini-susturamayanlar-icin/

21 Mayıs 2015 Perşembe

İnci Aral (1944 – ) – Ölü Erkek Kuşlar – Suna

İnci Aral’ın bu kitabı 1991 yılında yayımlanan ilk romanıdır. 1992 yılında Yunus Nadi Roman Ödülü’nü alır. Güçlü bir gözlem yeteneği olan Aral, gerçek hayattan beslenen romanlarıyla dış dünyadaki olay ya da kişileri aynen anlatmaz. Bunları yorumlar. Bu nedenle roman figürlerinin hiçbiri gerçek yaşamda tek bir insanın karşılığı değildir.
İnci Aral bir röportajında “Ölü Erkek Kuşlar bir ölçüde otobiyografik. İlk romanlarda görülen bir özellik. Ancak sonraki romanlarımda kendimden değil, yarattığım karakterlerden yola çıkmayı seviyorum” der.
Roman kadınların olduğu kadar erkeklerin de dünyasını aydınlattığı gibi, her iki cinse de eleştiriler vardır. Ölü Erkek Kuşlar kabaca bilinen aşk üçgenini anlatır. Suna evli olduğu Ayhan’ı sevmekle beraber, Onur’a da aşıktır. Her ikisini de kaybetmek istemez. Entellektüel olduğu halde düşüncelerini, hislerini, davranışlarını bir türlü dengeleyemez, yetiştirilme biçiminin etkisinden kurtulamaz. Suna içinde Su ve Na diye iki ayrı ruhun mücadelesiyle yıpranır. Su hayatını özveri üzerine kuran, kurulu düzen yanlısı, evcil, uysaldır. Na ise tutkulu, isyankar, hayalperest, bağımsız, bencil, başkaldırmaya hazır, romantiktir. Romanda Ayhan ve Suna’nın ilişkisi irdelenerek evlilik kurumu da sorgulanır.
inci aral
“Bana sevecenlikle karışık bir saygı ile yaklaşıyor, aramızdaki uzaklığı kim bilir nasıl bir önseziyle korumaya çalışırken zaman zaman yapay, abartılmış bir kayıtsızlığa düşüyordu. Anlıyordum ki, bana duyduğu ilgiden kendisi de ürküyor. Bunu bilinçle, yaşamına girmekte bunca gecikmiş birine sunabileceği tek duygu olan dostlukla perdelemeye çalışıyordu. Dostluğun tatlı ve avutucu güzelliğinin bir süre sonra Ayhan, ben ve kendisi için yürek yakan bir acıya dönüşmesine çok az bir zaman kalmıştı oysa.”
http://www.leblebitozu.com/turk-edebiyatinin-unutulmaz-10-kadin-roman-karakteri/

Yarım kalmışlık hissi, anlatılamamışlık...

Cemal Süreya Şiir Ödülü... M. Sunullah Arısoy Şiir Ödülü... Arif Damar Şiir Ödülü... Behçet Aysan Şiir Ödülü... Evet bu ödüllerin sahibi Selahattin Yolgiden’in son kitabı ‘gittiğim en uzak yer sizdiniz’ Kırmızı Kedi Yayınevi’nden raflara çıktı

Yarım kalmışlık hissi, anlatılamamışlık...
SÖYLEŞİ: ÖMER TURAN
Son şiir kitabınız, “gittiğim en uzak yer sizdiniz” çok kısa bir zaman önce Kırmızı Kedi’denyarim-kalmislik-hissi-anlatilamamislik-47121-1.çıktı. Bu kitabı konuşacağız ama ben öncelikle; Selahattin Yolgiden’in şiir yolcuğunu, kitaplarını, ödüllerini ve sanatsal poetikasını öğrenmek istiyorum.
Kendimi bildiğim zamanlardan beri yazıyorum. Ben bunu şöyle düşünürüm. İnsan hayatındaki en önemli şey “anlatma” ihtiyacıdır. Kişi bununla beraber doğar. Aradan zaman geçtikçe neyi nasıl anlatacağını keşfeder. Ben bu hissi şiirle tatmin ediyorum. İlk şiirim 2000’de yayımlandı. 2004 yılında ilk kitabım “Su Kıyısında Kimse Yoktu” yayımlandı ve 2004 Cemal Süreya Şiir Ödülü’nü kazandı. O kitabımda izlek olarak kendi çocukluğum baş köşedeydi. İkinci kitabım “Gün Geceye Küstüğünde” 2007’de yayımlandı ve “M. Sunullah Arısoy Şiir Ödülü”nü kazandı. İzleğim yine aynıydı. Şiirlerimi bir çocuğun duyarlılığıyla oluşturup, hayata o gözle bakmaya çalışmıştım. Ardından 2009’da gelen üçüncü kitabım “Unuttuğum Limanlar”da ise denize kıyısı olan kentleri, limanları yazdım. 2011’de çıkan “Lacivert Bir Oyundu İkimiz Arasında” isimli kitabım “Arif Damar Şiir Ödülü”nü, 2013’te çıkan beşinci kitabım “Eve Geç Kaldım Yalnızlık Bekler” ise “Behçet Aysan Şiir Ödülü”nü kazandı.
Kitaplarınızın isimleri alışık olduğumuz türden biraz farklı; hepsi bir dize uzunluğunda aslında. Bu bende, kitabın içindeki şiirleri okumaya başlamadan önce okuyucuya hazırlanmış meraklandırma fragmanı gibi bir algı uyandırdı. Deneysel bir durum mu yoksa?
Bu tamamen benim tercihim. Uzun isimli kitapları seviyor ve içeriğini merak ediyorum. Bu yüzden dediğiniz “okuyucuya hazırlanmış meraklandırma fragmanı” doğru bir saptama.
Bir önceki “Eve Geç Kaldım Yalnızlık Bekler” kitabındaki tematik özellik şuydu: Düşün ve sanat insanları üzerinden şiirin duygu ve düşünce yapısını buluşturmuştun. Oradan hareketle yaşamın kılcal damarlarına da bir yolculuk yapmıştın. Bu son kitabında ise, bay antuan imgesi ya da karakteri ile aynı yolculuğu sürdürüyorsun. “gittiğim en uzak yer sizdiniz” bana bir devam şiirleri gibi hissettirdi kendini, yanılıyor muyum?
“gittiğim en uzak yer sizdiniz”in neredeyse tamamı aslında tek bir şiir olarak yazıldı. Bir önceki kitabımda çok ciddi hazırlık süreci geçirmiştim. Bir iddiam vardı; o ressamların ne kadar önemli olduklarını, resim ile şiir arasında nasıl bir benzerlik olduğunu anlatacaktım. Bu yüzden onların hayatları, yapıtları ve ait oldukları akımlar arasında uzun süren bir hazırlık dönemi geçirdim. Son kitabımda ise böyle bir süreç yaşamadım aslında. O yüzden bir devam olduğunu düşünmüyorum. Bence onun en büyük özelliği şuydu: İlk defa uzun, upuzun bir şiir yazdım. Bay Antuan geldi ve dertleştik kitap boyunca.
Bay Antuan ile sürekli bir dertleşi halindesin. Ondan hep tutarlı cevaplar bekler gibisin ama yer yer de onu incitecek türden sorgulamaları da en üst perdeden yapıyorsun. Bu dünyanın bütün yükünü neden onun omuzlarına yüklüyorsun?
Aslında kendi omuzlarıma yüklüyorum. Bay Antuan bazen bendim, bazen de herkesti. İlk başlarda onun bir alter ego olup olamayacağını düşündüğümü hatırlıyorum, ama değildi, bazen kendi benliğimden çıkıp bambaşka bir şekle bürünüyor ve söylenmesi gereken, ona söylemem gereken ne varsa bana söyletip gidiyordu. Ondan beklediğim tutarlı cevaplara kızıyor ve bazı zamanlar ise sorularımı havada bırakıyordu. Yanıt alamadığım bu zamanlarda hırsımı ondan çıkardım desem doğrudur. Bir de şu var, Bay Antuan’ın omuzlarına yüklediğim yük benim yüküm aslında. Ben yardıma muhtaç birini gördüğümde elimden ne geliyorsa sonuna kadar yapan, yapamazsam içi içini yiyen biriyim. Trafikte kalan arabaları itmeye yardım ederim, sokaktaki kediler ve köpekler için düzenli mama alırım, çiçeklerle konuşurum, imge olarak değil, cidden konuşurum. Böyle yaşamak kolay mı, değil elbette ancak kesinlikle huzurluyum. Bay Antuan da bana yardımcı oldu bu süreç boyunca.
“gittiğim en uzak yer sizdiniz”deki yolculukların birçok yere uğruyor ama nedense hep Balkan kentlerinde konaklıyor. Senin için belki bir köke sığınma olabilir. Okuyucunun oralarda sezmesini istediğin nedir?
Dedelerim Balkanlardan gelmişler. İçimde neredeyse tüm Balkan ülkelerinin kanını taşıyorum. Elbette daimi konaklama mekânlarım bu kentler olacaktı. Bu sadece son kitaba özgü bir durum değil ama, ilk kitabımdan itibaren bu “göçmenliği” anlattım ben. Elmanın diğer yarısı oldukları için İstanbul’daki azınlıklardan da bahsettim. Göçmenlik ve şiir arasında muazzam bir ilişki görüyorum. İkisinde de o yarım kalmışlık hissi, anlatılamamışlık var. Bu sığınmanın bir diğer önemli sebebi de çocukluğumdan itibaren dinlediğim göç hikâyeleridir. Sonuçta birilerini bence geçerli olmayan sebeplerle köylerinden, kentlerinden uzaklara gitmeye zorluyorsunuz. Üstelik etiketler yapıştırıyorsunuz onlara “Sen busun, o yüzden burada ya da orada olman lazım.” Ortaya çıkan yabancılık hissini onarmak için ise benim hayatım boyunca devreye şiir girdi. Şiire sığındım. Şiirlerimin de öyle limanlar olmasını arzulayarak yazdım.
“haritaların yakılması”, “dünyanın bütün sınırlarının kalkması” dizeleri bana öyle ütopyalar denizinde yüzerken alelade söylenmiş gibi gelmedi. Bu büyük coğrafyanın bizlerden bunu ivedi olarak istediğine sen aracılık ediyorsun aslında…
Bu doğru. Bana kalsa yarın dünyanın tüm ülkelerinin sınırlarını kaldırırım. Bir politikacı ise belki size bunun aptallık olduğunu söyleyecektir ve belki bunun böyle olamayacağı hakkında geçerli sebepleri vardır, bilemem. Neyse ki kitaplar var, hep vardılar ve onlar aradaki sınırları kaldırdılar.
“yazmak için unutulduğunu düşündüğümüz şeyleri:/ öğle uykularını, tipitip sakızları, elvan gazozunu…” Bu saydıklarının hepsi çocukluğumuzda kalanlar ve anımsadıkça yüzümüze gülümse bırakanlar. Şiirlerinde hep geçmişe açılan bir kapı mevcut. Bugünlerin bunaltılarından ve mutsuzluklarından kaçış için mi aralık hep o kapı?
Geçmiş, şiirimde önemli bir huzur noktası. Buna iki farklı şekilde bakıyorum: İlki, dediğiniz gibi geçmişe bakmak beni rahatlatıyor, ikincisi ise hata yapmamı engelliyor. Hayatım boyunca empati yaptım ve çok iyi bir gözlemciyim. Empati ve gözlem birleşince cidden attığınız her adımı tartan ve ona göre hareket eden bir birey haline geliyorsunuz. Ama zaten insan olmanın gereği bu değil mi?
“konuşan herkese baktık uzun uzun/ ve anlayamadık hayatı” diyorsun ya, anlasak ne değişecek ki?
Bilmem. Hayatı değiştirmek isteyen herkese izin versek ortaya çıkacak kaosu düşünebiliyor musunuz? Bu dizede de yine şiire sığınmak var aslında. Yani “Durumu kabulleniyorum ama yine de öyle düşünmüyorum” gibi bir şey söz konusu. O “hayatı anlayamamak” aslında anlayıp da kabullenmemenin getirdiği bir bıkkınlık aslında.
    http://www.birgun.net/haber-detay/yarim-kalmislik-hissi-anlatilamamislik-81375.html

    15 Mayıs 2015 Cuma

    Yazarımız HÜSNÜ ARKAN, 2014 yılında yayımladığımız HIRSIZ VE BURJUVA adlı romanıyla bu yılın ORHAN KEMAL ROMAN ARMAĞANI'nı kazanmıştır. Yazarımızı yürekten kutluyoruz.
    Ödül töreni 2 Haziran günü yapılacaktır.https://www.facebook.com/kirmizikediyayinevi/photos/pcb.852603181476164/852601188143030/?type=1&theater

    6 Mayıs 2015 Çarşamba

    Muratpaşa Belediyesi tarafından düzenlenen "Antalya Edebiyat Ödülleri"nin sahipleri belli oldu... Yazarımız HASAN ÖZKILIÇ'ın "Sonunda Herkes Yalnız" isimli eseri "En İyi Öykü Kitabı" seçildi... Değerli yazarımızı kutluyoruz...
    https://www.facebook.com/kirmizikediyayinevi/photos/a.127765787293244.23266.127757230627433/848410138562135/?type=1&theater

    2 Mayıs 2015 Cumartesi

    http://kitap.radikal.com.tr/makale/haber/alti-kisi-yazarini-ariyor-420273

    Altı kişi yazarını arıyor

    Tom Stange kitabında biradan başlayarak şarap, viski, kahve, çay ve Coca Cola üzerinden bir dünya tarihi okumasına girişiyor.

    01.05.2015 00:40

    Altı kişi yazarını arıyor
    Seçkin mutfak malzemeleri satan bir mağazadayım. Sağa sola dönerken, bir şeye elimi uzatırken özenli davranıyorum. Özel olarak tasarlanmış, belli bir mantıkla dizilmiş, cam, porselen, metal, toprak, ahşap nesnelerle dolu her yan. Onlara nesne demek şimdiden anlamsız. Çoktan birer varlığa, estetik birer çözüme mi evrilmişler ne? Bu denli seçkinci olmasa da çeşit bakımından zengin bir zücaciye mağazasında olsaydım da aynı özeni gösterecektim şüphesiz. Artık camın ve porselenin, ahşap ve metalin çoktan bir standardı var. Zevk, malzeme ve ince işçilikteki fark yanında marka olmakta başlıyor. İnce ve keskin ağızlı bardaklar, kulplu kulpsuz fincanlar, suyu bir dünya nimeti gibi haznesinde taşıyan sürahiler, ama, en çok en çok zevk ve keyif vadedenler. Şarap kadehleri, viski ve meşrubat bardakları, kahve fincanları, bir köşeye çekilmiş bira bardakları.
    Her birinin sergilenişinde, zevk, günlük kullanım değeri ve elbette imgesel yük de var. Tom Standage’ın gözüyle baktığınızda ise  bilgi ile keşfi, düşünce ile sosyal ve ekonomik hayatı, bireysel olanla toplamsal duranı daha içerden fark edebilirsiniz. Stange, biradan başlayarak, şarap, damıtık içkiler(en çok viski), kahve, çay ve coca-cola üzerinden bir dünya tarihi okumasına girişiyor. Yazım diyemiyoruz buna, bir tür çoğul okuma. İnsanın ihtiyaçlardan, tesadüflerden, keşif ve arayışlar sonunda yaşam ve iktidar tutkusundan kalka kalka gittiği bu yol elbette çok ilgi uyandırıcı. Tarih bu bağlamda kesin ve keskinliklerin değil bağışlanabilir hayretlerin de toplamıdır. Ancak unutmayın bu bardaklar olmasa onların her birisi boşlukta kalmaya mahkûmlar.

    İşte şu çay bardağı. İnce belli. Yanında altlığı, nedense İstanbul çağrışımlı. Boşuna mı şimdi bu? Biçiminde, sunumunda bir geçmiş çağrışımı hiç mi yok? Boy boy, lale çağrışımından zarif bir bilek hareketi izlenimi veren şu şarap kadehi? İddiasız mı? Ya şu içine bir kürek buz çağıran viski bardağı? Kahve fincanlarının efendilikle soyluluk, özgürlükle teslimiyet arasında gidip gelişini pekiştirişi? İşte biraz değil belki tamamen bu elbiselerle seviyoruz, bağlıyız onlara. Zevkimiz ve meşrebimiz, statümüz ve öykümüz bu kıvrımların nefesinde. Dünkü insan ne ise biz de oyuz bu bakımdan. Kitap da onu duyurmaya çalışıyor. “Kahvenin çekiciliğini artırıcı bir özelliği de, yeni bir içecek olmasıydı. Yunanlıların ve Romalıların bilmediği bir içkiydi; onların bilmediği bir içkiyi içiyor olmak, on yedinci yüzyıl düşünürlerinin eski dünyanın sınırlarının ötesine geçebildiklerini vurgulamanın başka bir yoluydu.”
    Ne var ki bardaklara yoğunlaştıkça, sevimlilik ve güzellik kazanan öykü, tarihi deştikçe her zaman hoşluklarla örülü değildir. “Bir içecek olmadan önce ilaç ve yiyecek olan çay”, sonradan, İngilizlerin marifetiyle “emperyalizm, sanayileşme ve dünya egemenliğinin öyküsü”ne dönüşmüştür. Tıpkı ilk reklam metninde “hoş, serinletici ve ferahlatıcı” diye nitelenen Coca-Cola gibi. Dünya marketlerinde, her üç içecek de çoktan aynı kaderi paylaşmıştır. Bir bakıma tarih kapitalizm eliyle altüst edilmiştir. Tom Standage yeri geldiğinde eleştirel dilini devreye sokmaktan, zevkin kara ve güce aktarılmasının ateşini anmaktan geri durmaz bu açıdan.
    Ve sonunda güzel bir sürpriz yapar. Kaynağa, bütün içkilerin atası ve özü suya döner. Onu bir kere daha geleceğin tahtına yerleştirir ve bu taht şimdiden küresel güç kavgalarının ana öznesidir. İnsanı insandan ayıracak ve ona asıl niteliğini kazandıracak su ile kuracağı esaslı ilişkide düğümlenecektir gelecek. Mağazayı gezerken su bardaklarının billur göz ışıltılarına ayrıca bir gönül düşürdüm ben de! 

    ALTI BARDAKTA DÜNYA TARİHİ
    Tom Standage
    Çeviren: Ahmet Fethi
    Kırmızı Kedi Yayınevi
    2015, 288 sayfa, 22 TL

    son derece renkli ve çok yönlü bir roman YERKUBBE… Eline sağlık.

    Nedim ATİLLA


    Yerkubbe…


    30 Nisan 2015 Perşembe

    Sultangaliyevler ve Rıskulovlar’la başladı millî komünizm üzerine araştırmaları... Struma belgesel romanı… Çerkes Aşkı ve en nihayet Yerkubbe gibi metafizik kokulu romanlarla devam etti. Medya’da farklı bir sol tandanslı yazıları ile tanınıyor. Akademisyen.
    İyi de bunlardan hangisi aslında?.. · Halit Kakınç Yerkubbe’de İstanbul’un yeraltı geçitlerinde Eşiz Evrenler’i sorguluyor. Kakınç’ın “belgesel roman” olarak sınıflandırılabilecek, kanıtlanmış verilere dayalı çalışması okuyucuyu Doğu Roma’nın 18 yüzyıl önce kurulmuş başkentine davet ediyor. İstanbul’un altının birbirine bağlı tünellerle dolu olduğu efsanesinden yola çıkan mağara bilimci bir arkadaş grubu, şehrin diplerini örümcek ağı gibi sarmalayan bu dehlizleri araştırmaya karar veriyor. M.S. 4. Yüzyıl’da o Eşiz Âlem’e kaçanların, Ariusçular’ın ve Mithracılar’ın kurdukları bir uygarlık çıkıyor karşılarına. Rivayete göre, Yerebatan Sarayı’nın gizli bir geçidinden ulaşılan, ucu Üsküdar’dan Kınalı Ada’ya kadar uzanan bu tünellerde araştırma yapmak isteyen ekip, asırlardır sarnıcın içinde bulunan gizemli Medusa başlarının aracılığıyla kendilerini bir anda bambaşka ve gizemli bir dünyada buluyor. Ve büyük bir aşk yaşanıyor bu Paralel Evren’de. Bu taraftan Sinan ve diğer taraftan Maria, deliler gibi seviyorlar birbirlerini. Sinan da Maria da bir anda aşkın kimyası ile aklın kimyasının arasında kalıyorlar. Günümüzden tarihin son derece az bilinen bir dönemine geçiş, objektif bilgi aktarımı ve geleceğe yönelik tahayyüllerle Yerkubbe okuyucuyu gizemli ve öğretici bir yolculuğa çıkarıyor.
    Halit Kakınç, neredeyse 40 yıllık dostum. Mesai arkadaşım. Yeni Asır’da kısa sayılamayacak bir zamanı paylaştık. İzmirli, hemşerim… Kitap çok farklı bir üslupta yazılmış. Yani Halit Kakınç şaşırtıyor insanı… En iyisi, kendisine sormak bu soruyu.  Yerkubbe’yi son seyahatimde okudum ve bu beni çok etkiledi ve sordum “Üstat seni bir renkle tanımlamak kolay değil. Hangi rengi taşıdığına da.”

    “İlle de siyah-beyaz olmak mı gerek Nedim?.. Emin Maluf’un çok güzel ifade ettiği gibi, normal hayata aidiyetlerimin her birinin beni çok sayıda insana bağladığı gibi, aklın sürekli evrimi ve geneldeki değişim ve dönüşümler de etkiliyor.”



    Yani renklendiriyor mu bu seni?

    “Elbette… Tek yönlü, tek sesli ve siyah beyaz olmaktan kurtarıyor. Aidiyetlerim benim çoğaldıkça, kimliğim de özel bir durum olarak ortaya çıkıyor.”

    Bu Yerkubbe Romanın, bayağı kafa karıştırıyor. Bir solukta bitiyor ama, insan sonunda soruyor kendi kendine: İyi hoş da hangi mesajı veriyor bu roman?.. Ana fikir ne?.. Ne amaçlıyor?..

    “Çok iyi soru. Yola çıkış noktası, İstanbul’un gizemli efsanelerinden hareket ederek henüz netlik kazanamayan, bilim olmaya aday hipotezlere ulaşmak. Doğal olarak, bu deneyimi de insanoğlunun vazgeçilmezi bir aşk ortamı içinde yaşamak. Bilirsin, İstanbul ve İzmir gibi kentlerin efsaneleri tarihle ve tarihsel arkeolojik kalıntılarla – verilerle ilgilidir. Bunların üzerine bina edilir. Bilim-kurgu denilen denilen tür de, bana göre aslında, henüz bilim olmayan bilim adayıdır. Bilim insanlarının, bu tür hipotezleri ampirik olma aşamasına hizmet eder. Paralel âlemler… Solucan delikleri, bu alanın önemli öğelerinden biridir. Arkeolojik… Bir sürü efsane… Birbiri peşisıra yağmur gibi gelen bilimsel araştırmalar… Ve sonunda, bütün bunların sentezi mütevazı bir çalışma… Doğal olarak Yerkubbe.

    “Peki kitapta bu Eşiz Evren’e geçmek için Yerebatan Sarayı’nı özel olarak mı seçtin?

    “Hayır. Böyle bir tercih için bir çok seçenek vardı… Önemli olan, iki eşiz âlem arasındaki şurası veya burası bir geçiş kapısında karar kılmaktı. Yerebatan Sarayı, verileri inceledikçe bu konudaki en uygun kapı olarak diğerlerinden sıyrıldı, ön plana çıktı.
    Söylemeye gerek yok – İstanbul, dünya üzerineki en eski yerleşim yerlerinden biri. Neredeyse MÖ 10 binlere kadar iniyor bilinebilen tarihçesi...
    Üzerinde yaşayan insanlar ve uygarlıklar zaman içinde doğal olarak değişse de, kolektif bellek, bu tür söylemleri nesilden nesile aktarıyor. Bizans öncesi dönemlerden bile Osmanlı’ya geçen - hadi araştırma demeyelim de, efsane aktarımları mevcut.
    Yerebatan Sarnıcı veya Sarayı, bu kalıntılardan en eskisi ve etkileyicisi gibi geldi bana…”

    Sosyal Medya’daki yazılarında, belirli bir duruşun ve görüşün var… Bu tür romanlarının içine de politik mesajlar mı sıkıştırıyorsun?

    “Yok yahu… İnan, bu kitabın politika ile hiçbir ilgisi yok… Hele hele güncel ülke politikası ile… Aman aman… İnanmadığım şeyi asla yazmam, bu bir… İkincisi, kısıtlı 5 duyu olanakları ve de ancak yüzde 10-15’ini kullanabildiğimiz bir beyin kapasitesi ile bilimsel yobazlığa takılı kalmak da, köktendinci yobazlıktan daha da kötü bir şeydir.”

    Ben yine de şu metafizik konusuna takılı kaldım. Nedir senin metafizikten anladığın?

    “Çağdaş bir Metafizik diyalektik yöntem izler. Sultangaliyevler, Rıskulovlar derken ‘metafizikle flört’ de nereden çıktı’yı daha bir geniş anlatayım bari…Birincisi, nedir metafizik?.. Uzaydan gelen canavarlar saçmalıklarını geç... Çağdaş metafizik, diyalektik bir yöntem izler. Hegelci bir araştırma alanıdır. Ontolojik çıkışlıdır. Kozmolojik çerçevelidir. Metafizik, artık doğa ötesi sorunlarla ilgili akılsal açıklamalardır. Görünenin arkasındaki asıl ilk nedenleri ve ilk ilkeleri araştıran bir alandır. Varlık bilimi anlamına gelen ontoloji de genel olarak varlıkla ilgilenen metafiziğin bir dalıdır. Yeni Ontoloji diye adlandırılan varlık felsefesi, klasik metafiziği aşmıştır. Deneysel temeller ve bilimsel bilgiler esastır. Kozmoloji ise evren bilimidir. Astronominin yanısıra biyolojiden matematiğe kadar birçok bilim dalını içerir. Evren’in yapısını, tarihini ve geleceğini inceler. Kasıt böyle bir metafik ise, ben hep bu metafiziğin peşinde koştum.”

    Bu romanda, bir de Arius çıkartmışsın karşımıza…

    “Arius, gerçek bir tarihsel kimlik… Ve bence çok ama çok önemli… MS 4. Yüzyıl’da Vatikan’a ‘Şeytan’ın Kilisesi’ diyen Hıristiyan İnancı’nın unutulmaya yüz tutan inanılmaz bir din adamı… Teslis’e karşı çıkıyor ve tabii yok ediliyor.”

    Benim son sözüm, son derece renkli ve çok yönlü bir roman YERKUBBE… Eline sağlık.


    “Benim son sözüm de ‘Paralel Dünyamız YERKUBBE gibi daha evrilmiş bir düzende görüşmek üzere’ olsun.”