12 Aralık 2013 Perşembe




Tuna Kiremitçi'nin Bu İşte Bir Yalnızlık Var romanının sinema uyarlamasını beklerken, edebiyattan beyaz perdeye başarılı uyarlamaları merak ettik. Konuyu ehline danışalım dedik.
Edebiyat ve beyaz perdenin hatırı sayılır kesişme noktalarını yazarlığı, senaristliği ve sinema eleştirmenliğiyle tanıdığımız Uygar Şirin'e sorduk.
Hem edebiyat hem sinema meraklılarına izlenmeye değer uyarlamalar önerileri.


Kitabı kadar iyi

Uygar Şirin


Edebiyattan uyarlanan filmlere “Kitabı daha iyiydi” demek âdettendir. Değişiklik olsun, “en az kitabı kadar iyi”  diye düşündüğüm filmlerden söz edeyim.
Bu bir “en iyiler” listesi değil (hatta bazı çok iyi filmleri, adları bu bahiste hep anıldığı için listeye dahil etmedim), uyarlama üzerine konuşmak için iyi malzeme sunduğunu düşündüğüm filmler.


1) Beyaz Geceler / Le Notti Bianche (Luchino Visconti, 1957)
Ne Dostoyevski’nin en iyi kitabı, ne de Visconti’nin en iyi filmi. Hikayeye önemli değişiklikler, yenilikler getiren bir uyarlama da yok karşımızda.
Peki ne var?” derseniz, efsanevi görüntü yönetmeni Giuseppe Rotunno’nun görüntüleri var. Bu filmi, yönetmen ve oyuncuların mükemmel performansları bir yana, Dostoyevski’yi sinemaya uyarlarken karakter ya da diyalogdan öte, ışıklar ve gölgeler üzerine düşünmek gerektiğini gösterdiği için seviyorum.



2) Giriş Kapısı / The Door in the Floor (Tod Williams, 2004)
Roman ve senaryo konusunda pek dikkate alınmayan bir nokta: Çok farklı hacimlerden söz ediyoruz. Uyarlamalar iyi olamaz ya da sadık olamaz demek istemiyorum ancak kitabı olduğu gibi koruyamaz. Sırf yer/zaman darlığı bile buna engel. Kaldıki pek çok zaman sorun uyarlamaların kitaptan sapması değil, sapmama çabası. Her şeyi koruyayım derken hiçbir şey olamamak.
Giriş Kapısı” bu imkansızlığı kabul edip ayağını denk alan filmlere iyi bir örnek. John Irving’in “Bir Yıllık Dul” (A Widow for One Year) adlı kitabından uyarlanmış ama roman çok ciddi bir “kesip atma” işlemine tâbi tutulmuş. 35 yıla ve 500 sayfaya yayılan kitabın sadece bir dönemi ve 170 sayfası filmde yer bulmuş. 
Sonuç: İyi bir roman ve romandan farklı ama iyi bir film.



3) Tersyüz / Adaptation (Spike Jonze, 2002)
Senaryo yazarı Charlie Kaufman, Susan Orlean’ın “The Orchid Thief” adlı kitabını uyarlamak için masaya oturur. Uyarlama işinin altından bir türlü kalkamayınca, ana karakteri Charlie Kaufman olan ve Kaufman’ın “The Orchid Thief”i uyarlayamamasını anlatan bir film yazar. Adını da “Uyarlama” koyar.
Bir kitabı her şeyiyle uyarlamanın imkânsızlığını kabullenme”nin zirvesi. Yaratıcılık ve hikâye anlatmanın doğası diye yola çıkıp işi “Hayatın anlamı ne?” sorusuna vardıran bir şaheser.



4) Masumiyet Yaşı / The Age of Innocence (Martin Scorsese, 1993)
Bir edebiyat uyarlamasında anlatıcı (dış ses) kullanılmışsa, önyargımı bağışlayın, film benim için maça 1-0 yenik başlıyor. Ama yönetmen Martin Scorsese olunca iş değişebilir.
Dış sesleri sıklıkla ve her seferinde yaratıcı yöntemlerle kullanan Scorsese, Edith Wharton’ın romanını uyarlarken dakikalarca susmayan, kitabın bazı bölümlerini satır satır okuyan bir anlatıcıya başvuruyor. Bir yandan büyüleyip hipnotize ederken bir yandan da insanı bezdiren ses, hikayenin boğucu atmosferinin ayrılmaz bir parçası haline geliyor. Scorsese’nin derdi de bu zaten.



5) Değirmen (Atıf Yılmaz, 1986)
Türk sinemasında yeterince hakkı verilmeyen bir film. Barış Pirhasan’ın senaryosu Reşat Nuri’nin romanının tüm malzemesini kullandığı gibi, romanda yeterince işlenmeyen bir ironi/dram dengesi yakalıyor. “Değirmen”, 'Türkiye’nin ruhu' üzerine yapılmış en iyi filmlerden biri oluşunu bu dengeye borçlu.




6) Aziz Matyas’a Göre İncil / Il Vangelo secondo Matteo (Pier Paolo Pasolini, 1964)
İncil’i temel alan bir film uyarlama sayılır mı tartışmasını bir kenara koyuyorum. Asıl ilginç olan, İncil’i neredeyse kelime kelime uyarlayıp, buna rağmen Hristiyanlığın İsa tasvirinden çok farklı bir karakter ortaya çıkarmak.



7) Yojimbo (Akira Kurosawa, 1961)
Bir Avuç Dolar / Per un pugno di dollari (Sergio Leone, 1964)
Son Adam / Last Man Standing (Walter Hill, 1996)
Düello/Sukiyaki Western Django (Takashi Miike, 2007)
Dashiell Hammett’ın “Kızıl Hasat” adlı romanı ilginç bir “zincirleme uyarlama” vakasının ilk halkasını oluşturuyor:
1) Sene 1961. Kurosawa, “Yojimbo”yu çeker. 
2) Kimi eleştirmenler filmle “Kızıl Hasat” arasında paralellikler olduğunu söyler, fakat Kurosawa “Ben o kitaptan uyarlamadım” der. Pek çok kişi ikna olmaz ve “Uyarlamadıysa da esinlenmiş”te ısrar eder. 
3) “Yojimbo” dünya sinemasını öyle bir sallar ki farklı ülkelerde farklı yönetmenler tarafından, “benzer ama farklı” filmlere uyarlanıp durur. Bazı örneklerini yukarıda görüyorsunuz. Ben en meşhur ve iyilerini seçtim ancak sinema tarihinde daha pek çok “Kızıl Hasat'ın uyarlamasının uyarlaması” var.




8) Anayurt Oteli (Ömer Kavur, 1986)
Anayurt Oteli nasıl bu kadar iyi uyarlanabilir?” sorusu, Kavur’un da bir bakıma sinemamızın Yusuf Atılgan’ı olduğunu düşününce anlamsızlaşıyor. Edebiyatçıyla yönetmenin dünyalarının örtüşmesinin her şeyden önemli olduğunu hatırlatan bir film.




9) Romeo&Juliet (Baz Luhrmann, 1996)
Sinemanın çok kez deneyip sıklıkla çuvalladığı “günümüze taşıma” meselesini en iyi çözen filmlerden biri. Ve bunu “Hikâye 2013’de New York’ta, reklam dünyasında geçsin” diyerek değil, sinemanın kendine özgü olanaklarını kullanarak yapıyor.


10) Zazi Metroda / Zazie Dans le Métro (Louis Malle, 1960)
Tristram Shandy: Uyduruk Bir Öykü / Tristram Shandy: A Cock and Bull Story (Michael Winterbottom, 2004)
Tristram” hikâyeyi bir türlü anlatamama üzerine kurulu bir roman. “Zazi” ise dille kavga ediyor, gramere ve sözdizimine kafa tutuyor, gündelik konuşmayı, “sokağın dili”ni romana taşımayı amaçlıyor.

Sonucu severiz ya da sevmeyiz (ben “Zazi”yi sevmiyorum da, o bakımdan), yine de bu dil arayışlarını beyazperdeye tercüme etme çabalarını es geçmek olmaz.

7 Aralık 2013 Cumartesi

Bilinmeyen bir geleceğin ardından koşan, boyuna tökezleyen iki gencin hikâyesi.



  

Serhat Güney, ilk romanında dar bir bürokratik çevrenin içinde yolunu kaybetmiş bir ergenliğin saldırgan sayıklamasıyla çıkıyor karşımıza.

Bozkırın ortasında, büyük bir kışla daha yeni boğuşup düze çıkmış küçük bir şehir. Türkiye devletçiliğinin çarpık sınıf senaryosunda bir araya gelmiş iki yeniyetme. Biri alabildiğine öfkeli, diğerinin başında kavak yelleri... Şiirlerin, küçük sevinçlerin ve değerli anların peşine düşmenin muteber sayılmadığı bir iklimde, bilinmeyen bir geleceğin ardından koşan, boyuna tökezleyen iki gencin hikâyesi.


Tadımlık:

Hafta sonu geldiğinde okulun karanlığından kopup, bir gölge gibi evin ıssızlığına doğru akıp giderdim. Şehri bir uçtan bir uca yürürdüm her cuma akşamı ve çok tedirgin olurdum çünkü okuldan çıkıp özgürleşmekle bitmezdi iş, evde başka türlü bir kapatılmışlık başlardı – ki hakkaten de çekilmez, mutlak bir göz hapsinde yaşardım o iki perişan günü. Servise binmiyorum diye çok içerlerdi babam ama ben inatla yürürdüm. O yol bitmesin diye bir karıncanınkinden bile daha küçük devrilirdi adımlarım.”

4 Aralık 2013 Çarşamba



José Saramago'nun Portekizcede ilk basımı 2008 yılında yapılan, yazarın büyük bölümünü hastane yatağında tamamladığı romanı Filin Yolculuğu, Lizbon’dan Viyana’ya doğru yola çıkan bir fil ile bakıcısı yoksul Subhro’nun ve bu tuhaf yolculuğun hikâyesini anlatır.

16. yüzyılda, Portekiz kralı III. João, kuzeni Kutsal Roma-Germen İmparatoru II. Maximilian’a hediye olarak gönderir fil Süleyman’ı. Süleyman ile Subhro, yanlarında kendilerine eşlik eden Portekiz kralının korumaları ve yardımcı ırgatlarla zorlu yolculuklarına başlarlar. Portekiz’i, İtalya’yı, Alpler’i geçerken hayatlarında ilk kez bir Hintliyle karşılaşan, ilk kez bir fil gören köylüleri ve kasabalıları şaşırtır ve etkilerler. Yolculuğun ikinci bölümünde bizzat İmparator Maximilian ve karısı Maria tarafından karşılanır ve Viyana’ya onlarla birlikte giderler.



José Saramago’nun bu en eğlenceli romanında, fil terbiyecisi Subhro’nun erdemi, pasifist felsefesi ve yaşama bakışındaki doğallık ve Süleyman’ın emir kabul etmeyen doğası, yolculuğun ritmini belirlerken, insanların ruhlarında değişimlere yol açar. Hinduizm, mistisizm ve Hıristiyanlık hikâyeleriyle, mucizelerle renklenen romanda Süleyman ve Subhro’nun dokunduğu insanlar, kilisenin söz verdiği türden bir mucizeyle karşılaşmazlar ama bu yabancılar onların ruhlarında derin izler bırakır. Saramago her zamanki ince mizahıyla, muhteşem metaforlarıyla ve insana dair gözlemleriyle olağanüstü bir yolculuğu anlatıyor.

2 Aralık 2013 Pazartesi





Edebiyatıyla olduğu kadar müzik çalışmalarıyla da tanınan Tuna Kiremitçi, Bu İşte Bir Yalnızlık Var’da iyi bildiği bir dünyayı, bir müzisyenin dünyasını anlatıyor. Genç yaşta hatırı sayılır bir külliyata sahip olan yazarın ikinci romanı olan kitap, geçtiğimiz günlerde beyazperdeye uyarlandı ve bu ay izleyiciyle buluşacak. Senaryosunu Burak Göral, yönetmenliğini Hakan ‘Ketche’ Kırvavaç üstlendiği filmin başrollerini  Özgü Namal ve Engin Altan Düzyatan paylaştı. 

Bu İşte Bir Yalnızlık Var, sinemalardan önce Kırmızı Kedi Yayınevi'nin sunumuyla kitapçılarda.




Eskiden bir rock grubunda çalan, besteler yapan ve zamanında parlak bir gelecek vaat eden, 30’lu yaşlarının sonundaki Memet, boşanmış, geçimini gitar tamir ederek ve özel ders vererek sağlamaya çalışan bir adamdır. Parasızdır, yalnızdır, yakın çevresindekiler gibi o da mutluluk arayışındadır. Memet’i hayata bağlayan en önemli şey, haftada bir gün görebildiği 9 yaşındaki kızı Ezgi’dir. Yakın arkadaşı Orhan hiç kimseye gittiği yeri söylemeden, anlaşılmaz bir biçimde evini ve karısı Ayşe’yi terk edince Memet hayatında yeni bir dönemece gelir. Kocasını arayan Ayşe ile Memet’in arasında bir yakınlaşma başlar. Bu iki yalnız insan, her şeye rağmen bütün bağlarına sırt çevirip bir araya gelebilecekler midir?