29 Nisan 2015 Çarşamba

http://m.ilerihaber.org/guzella-bayindir-yazdi-kahire-de-kayip/14433/

Güzella Bayındır yazdı: “Kahire’de Kayıp”

29-04-2015 11:15:59

Güzella Bayındır yazdı: “Kahire’de Kayıp”
Güzella Bayındır - İleri Kültür Sanat
“…Makana gösterilen yere oturdu. ‘Oyuncularımdan biriyle sorunum var.’… ‘Sorun nedir?’ ‘Gitti. Kayboldu.’…”
 “Kahire’de Kayıp/Bir Makana Vakası”, edebiyat dünyasındaki söylentilere göre on kitaplık bir serinin ilk kitabı. Parker Bilal bir müstear ad. Türkiyeli okurun “Raşidin Dürbünü”, “Alametler Saati”, “Kayıp Enlemler” gibi kitaplarından tanıdığı Jamal Mahjoub’un ilk polisiyesinde kullandığı müstear ad.
Polisiye okurları bilirler. Edebiyat okuruysanız, iyi polisiye okumaktan da mutlu oluyorsanız bunu her yerde dillendiremezsiniz. Hayatı boyunca hep ‘iyi’ kitapları okumuşçasına ya da her zaman iyi bir edebiyatçıya rastlamak kolaymışçasına mütebessim karşılarlar sizi. Başka kitap mı yok dudak büküşü, zamanımı boşa harcayamam göz süzüşleriyle imkanı yok başa çıkamazsınız. “Ölmeden önce okumanız gerekenler” listelerinin de bu dudak büküşte etkisi olduğu kanısındayım. Listelerdeki yazarların bir kısmı malum sebeplerle (ölüm gibi) artık yazamıyor. Ne yapalım? Tekrar dönüp okuma işinin de bir sınırı var ve açıkçası çok cazip değil. Bazıları artık yazamıyor diye kitap okumayı bırakacak değiliz ya. Araştırıyoruz, bakıyoruz, tavsiye alıp tavsiye ediyoruz.
Kimi kitaplar rahat rahat yayılarak okunur. Uyumadan önce, plajda kumlara bulanmışken, çocuk uyuturken. Kimi ise bir düzenek ister yanında. Masa olacak, kalem olacak, not almak için kâğıt olacak.  “Kahire’de Kayıp/Bir Makana Vakası” adlı kitap uyumadan önce okurum diye başladığım lakin masada sonlandırdığım kitaplardan. Bir polisiye hem de iyi bir siyasi polisiye. Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim. Tavsiye ediyorum, okuyun.
ORTADOĞU BİLDİĞİNİZ GİBİ
Sudan’daki İslamcı darbeden kaçarak Mısır’da bohem bir yaşam süren, arada ufak tefek dedektiflik işleri yaparak yaşamını idame ettiren eski polis memuru Makana’ya bir kayıp vakası gelir. Futbol takımı DreemTeem’in yıldız sporcusu Adil Romario kaybolmuştur. Takımın sahibi Saad Hanefi,  Makana’dan iyi bir para karşılığında Adil’i bulmasını ister. Makana’nın Adil Romario’nun izini sürüşü okuyucu açısından Mısır’ın,  Kahire’nin ve Ortadoğu’nun da izini sürüştür aynı zamanda.
Saad Hanefi’nin yaşamı bir sermayedarın kanla yıkanmış geçmişini temize çekme öyküsü. Ülkemiz de dahil birçok ülke ve halk içinse tanıdık ve sıradan bir yaşam öyküsü. Bir zamanların “baltacı”sı Hanefi,  karanlık geçmişiyle arasına mesafe koymaya çalışsa da bunda çok başarılı değildir açıkçası.
“Yetmişli yıllarda, Sedat iktidarda ekonomiyi liberalleştirir, bu sırada arkadaşlarını zenginleştirirken Hanefi de yarı saygın bir işadamı olarak ilk adımlarını atıyordu. …Anlatılanlara inanılacak olursa Heliopolis’in büyük bölümü onundu. … yeni edindiği siyasi destek önüne çıkan yasaları ezip geçmesine izin veriyordu.”
Adil Romario ise bir “yırtan” portresi. Yaşadığı “çöplükten” yeteneği sayesinde kurtulmuş, Hanefi’nin kanatlarının altında hiç ummadığı bir yaşantıya kavuşmuştur. Doğduğu baraka turistik hale gelmiş, köyündeki tüm çocukların ve gençlerin onun için deli olduğu, reklam panolarının ve duvarların fotoğraflarına alışkın olduğu bir yıldız.
Romanın bu denli nitelikli oluşunun başlıca unsurlarından biri de yan karakterler.
DreemTeam futbol takımının teknik direktörü İtalyan Clamenza, ülkemize gelen çoğu teknik direktör ya da futbolcu gibi emekliliğin hemen öncesinde ve fena halde kumar düşkünü bir adam.
Hanefi’nin hayattaki tek çocuğu ve doğal olarak mirasçısı olduğundan şirketlerinin başına geçmesi gereken, ama -affedersiniz kadın olduğu için-  buna kimsenin ihtimal vermediği ve herhangi bir erkekten on kez daha fazla çaba harcaması gereken Soraya Hanefi.
Kitaptaki ikinci kayıp vakasının kahramanları İngiliz asilzadesi Liz Markham ve kızı Alice, İslamcı Daut Bulatt, Rus mafya babası Vronski, sinemacı Farrag, acar muhabir Sami Barakat, müfettiş Okasha,  Mekr Nimr, Makana’nın ev sahibi Umm Ali ve çocuklarının her biri, ayrı ayrı üzerlerinde düşünülmesi gereken güçlü karakterler. Hatta tümü için öyküler, romanlar kurgulanabilir.
Karakter oluşturma konusunda olduğu kadar kurgu konusunda oldukça güçlü bir roman. Aksamıyor, sıkmıyor, boğmuyor, gereksiz güzellemeler yapmıyor. Didaktizme kaçmadan sakin sakin bir gerçek inşa ediyor ve kurguladığı gerçeğe okuru inandırıyor. Yirminci sayfaya geldiğinizde ‘arkadaşım zaten yarattığın üç karakter, aradığımız kişi/katil/suçlu da elbette bunlardan biri’ dedirtmiyor.  
Çok canlı tasvirler yapmış yazar. Bir batılının bakışıyla değil içeriden bir gözlemle. Egzotik piramitleri, baharat kokulu büyülü sokakları, lezzet patlaması yaşatan yemekleri değil;  piramitleri gölgeleyen plazaları, gericileşen ve şiddetin kol gezdiği sokakları, karasineklerin mutfak tezgâhlarında ayaklarını bilediği lokantaları anlatmış.
Üniversitede sırf biyoloji dersleri verdiği için öldürülen hocalardan, uygun şekilde giyinmediği için tecavüz edilip öldürülen kadınlardan, onların ağızlarına tıkıştırılmış tebeşirlerden söz etmiş. 
“Kahire’de Kayıp/Bir Makana Vakası”; devletin, sermayenin, polis teşkilatının, futbol kulübünün hatta sokaktaki vatandaşın bile çürüdüğü,  fırsatçılığın ve gericiliğin dibe doğru çektiği bir ülkeyi anlatırken; ana karakter Makana’yı yedi yıldır yüzleşemediği kendi kaybıyla ve Sudan’dan kaçma nedenleriyle de yüzleştiren çok katmanlı bir eser olmuş.
Bir zamanların mafya babası Daut Bulatt şahsında Afganistan’a uzanıyor, Liz Markham’ın hikâyesi üzerinden İngiliz emperyalizminin bölgedeki izdüşümüne kafamızı uzatıyor, Makana’nın geçmişi üzerinden Sudan’a gidiyor, kayıp vakaları üzerinden Rus mafyasının ve yerel müteahhitlerin ırzına geçtiği efsunlu Kahire’de dolaşıyoruz. Hiçbir turistin uğramadığı sokaklarda dolaştırıyor yazar bizi. Hiçbir gezginin kapısını açmayacağı binalara sokuyor. Ortadoğu’da geçen bir hikâye kendiliğinden Ortadoğu’nun hikâyesine eviriliyor.  
Ali Cevat Akkoyunlu tarafından başarılı bir şekilde dilimize çevrilen romanın ana karakterleri Daut Bulatt ve Makana’nın bir diyalogu ile sonlandıralım incelememizi. Bu diyalog belki yüzlerce yıldır Ortadoğu üzerine yapılan tartışmaları da özetliyor.
“Demokrasi aşk gibi, mutlu olmamız ve yerimizden kımıldamamamız için uydurulmuş bir yalan.”
“Bazıları aynı şeyi din için de söyleyebilir.”
KÜNYE: Kahire’de Kayıp Bir Makana Vakası, Parker Bilal, Çeviri: Ali Cevat Akkoyunlu, Kırmızı Kedi Yayınevi, Şubat 2015, 335 sayfa

28 Nisan 2015 Salı

Kelimelerin altını fosforlu bir turuncuyla çizersiniz onun öykülerini okurken… - See more at: http://www.edebiyathaber.net/uykusuzlardan-geriye-kalan-o-gecmis-merve-kocak-kurt/#sthash.SrV3OAWQ.dpuf

“Uykusuzlar”dan geriye kalan o ‘geçmiş’ | Merve Koçak Kurt

FavoriteOkuma listeme ekle
merve-kocak-kurtUykusuzlar, İnci Aral‘ın ilk defa 1984’te yayımlanan öykü kitabının adı. Geçtiğimiz günlerde Kırmızı Kedi Yayınevitarafından okura yeniden sunuldu. Kitapta altı öykü yer alıyor: “Mor Damga”, “Mehmet Kaptan”, “Karanfil Saksılarda”, “Karanlığa Kumru Nakışıdır”, “Ağrılı Kapısında Gecenin” ve “Kıyıda”.
Uykusuzlar’daki öykülerde, düşleri törpülenen insanların yaşamı uzun ve hüzünlü bir bekleyişe dönüşür. Umut yok olmasa da azaldıkça azalır, arzu soğuk bir mesafeyle karşılaşır, aşk ise anlık bir mutlukla çoğalır.
Aral’ın öykücülüğüne dair kurulacak elbet daha çok cümle vardır: Dilinin şiirselliğine, insan ilişkilerinin sahiciliğine yahut okunup bittikten sonra boğazınızda biriken düğümlere dair cümlelerdir bunlar.
Kelimelerin altını fosforlu bir turuncuyla çizersiniz onun öykülerini okurken… “Bir tarihte küçük bir kıyı kentinde bir şeyleri, birilerini, bir temmuz sabahının buğusu içinde bırakır gidersiniz. Odanızı, gözyaşlarınızı, sesinizi, anılarınızı, ellerinizin değdiği her şeyi, denizin uğultusunu, uykusuz gecelerinizi, eski ayakkabılarınızı. Sevdiklerinizi, sevemediklerinizi. Masanızı, dolabınızı, birikmiş gereksiz kâğıtları.” (Mor Damga)
Kitabın ilk öyküsü “Mor Damga” adını taşır ve bir sürgünü anlatır. “Unutmak önemsememeyi becermektir benim için. Yeni durumlara alışmak ya da yatışmaktır kısaca.” diyen anlatıcının dilinden izleriz yaşanılan o sürgünü. Sorgulamalar, ikilemler, memnuniyetsizlikler, gelgitler ve bireyin iç dünyasına dair daha birçok duyguyu ele alır. “Mehmet Kaptan”, “Karanlığa Kumru Nakışıdır”, “Ağrılı Kapısında Gecenin” öyküleri ise doğrudan “acılar, kayıplar, işkence, hapislik…” konularını işler.
“Mehmet Kaptan” öyküsünde, babası hapiste olan dört yaşındaki bir çocuğun hayatı nasıl algıladığı anlatılır. Anlatıcı ise annedir. “Yarım kalmış yataklarda, karanlığın iç çekişiyim. Saçlarım kara, üzgün ve solmuş bir gölgeyim.” derken öykünün geneline sinen hüzne tanıklık ederiz. Kekremsi ve acı bir tat kalır dilimizde.
“Kırılmış bir aynada…”
Uykusuzlar’ın her bir öyküsünün atmosferi ayrıdır. Kiminde kahraman, aşkın coşkusunu diri tutmaya çalışır; kimindeyse tek hayal bir tas sıcak çorbadır. İnsanca bir yaşam, mutlu bir gelecek özlemi, hak ve özgürlük, adalet gibi kavramlar öykülerde romantik bir hayale dönüşür. Yerini hayatın acı gerçekleri –yalnızlık, korku, acı ve keder- alır.
uykusuzlar-754247-Front-1“Kırılmış bir aynada kendimi görüyorum. Adım Gülgez. Kırık bir aynaya dağılıyorum. Soyadımı bilmiyorum. Onlar biliyorlar gene de soruyorlar.” Anlatılan gözaltı ve işkence sürecidir, “Karanlığa Kumru Nakışıdır”. Anlatıcı, “Zaman kavramını yitirdim. Karanlık, soğuk ve yalnızlığın içinde kaldım geçen zamanı bilmeden. Sessizlik parçalanıyor şimdi. Gözümdeki bezin burnuma değdiği kapanan kapılar. Bozuk bir çeşmeden akan suyun şırıltısı. Neredeyim?” der. Yazarın bu öyküde Guguk Kuşu’ndan ve Körleşme’den bahsedişi de tesadüfi değildir.
Kronolojik bir sıraya uyulmamış “Karanfil Saksılar”da. Daldan dala atlanmış: Farklı zamanlara, mekânlara, şahıslara… “… Biri bana bir söz söylerken, bir erik ağacının dalına doğru uzatmışken kolumu, ürkerek ben bu anı bir kez daha yaşadım, diye düşünürüm. Kuşlar geçiyor belleğimdeki gökyüzünden. Tahta bir merdiven gıcırdıyor. Orada, avlunun dibinde, hiç görmemişim de gördüm sanıyormuşum gibi duruyor ev.” Yine aynı öyküdeki imgeler ve metaforların kattığı şiirsellik de oldukça dikkat çekicidir. “Örtüyü boynuma doladım. Kırmızı karanfiller çoğalıp dağıldı göğsümün üstünde.”
Okuyan için geri dönüşler, örtük ifadeler ve kapalı anlamlar yorucu olduğu kadar keyifli de olabilir. Çünkü zihni zorlayacak, açacak, genişletecek ve geliştirecek bir uğraş bu.
Son öykü ise “Kıyıda”… İsmiyle müsemma bir öykü…
Uykusuzlar’dan kalan…
Yazıldığı zamanın izlerini taşıyan bir kitap Uykusuzlar… Aral, bu kitabında toplumsal olaylara tutmuş aynasını. Bireylerin nasıl oradan oraya savrulduğunu ve bu savruluşlar sonucunda yaşanan travmaları anlatmış. Ancak anlattığı öyküler -aradan geçen onca yıla rağmen- güncelliğini yitirmemiş.
Aslolan, insanın yaşadıkları değil midir zaten? Acısı, umudu, kederi, sevinci, kaygısı, korkusuyla… İnsana ait olan duygulardan geçmez mi yolu öykünün de? Bazen bir kapı eşiğinde belirir yüzü, bazen demir parmaklıkların ardında…
Bilinç akımı sıklıkla kullanılıyor Uykusuzlar’daÖyle hemencecik okunup geçilebilecek türden öyküler yok; anlattıkları üzerinde durup düşünmek gerek. Hatırladığımız, yaşanmışlığın dilimizde bıraktığı tat değil sadece. Tanıdık bildik bir ‘geçmiş’ aynı zamanda…
O toplumsal savruluşların kahramanları, şimdilerde yazılmış birer öykü kahramanı olsalardı yine benzer şeyleri yaşayacaklardı muhtemelen. İsimler, şehirler, vakitler… değişse de ‘yaşanılan’ değişmeyecek, yine ‘anlatılan’a dönüşecekti. Kitabın adı yine aynı olacaktı: Uykusuzlar… “Konuşmaktan kaçınıyoruz. Aramızda söylenmeden bilinen sözcüklerle kurulmuş bir köprü var ve konuşursak belki dağılırız.” diyecekti.
Geriye kalan o ‘geçmiş’le…
Merve Koçak Kurt – edebiyathaber.net (28 Nisan 2015)


27 Nisan 2015 Pazartesi

http://www.gelecekgazetesi.org/?p=13697

Kendi Gecesinde

KORKUT AKIN | İnci Aral, önceki romanlarına da gönderme yaparak, bir anlamda hem eski romanlarını okuyanlarda oluşan soru işaretlerini açıyor hem de bu romanın altyapısının hazırlanışını bilmek isteyen okuru meraklandırıyor
20 Nisan 2015 Pazartesi, 16:54

kendi gecesinde
Herkes kendi dünyasında yaşar, herkes kendi dünyasının içinde bir şeyler yapmaya, başarmaya çaba harcar. Buna da bağlı olarak herkesin kendi gecesi vardır muhakkak. İnsanın kendi dünyasıyla kendi gecesi arasında bir fark olur mu, olabilir mi? Birbiri ardına takılan, ucu bucağı gözükmeyecek onlarca soru ile desteklenebilecek soru işaretlerini İnci Aral, birer birer açıyor, anlatıyor yeni romanında.
Öyküleriyle (özellikle “Kıran Resimleri”nin başka bir yeri vardır bizim kuşağımızın insanlarında) başlayan, roman ve denemeleriyle yazın hayatını sürdüren, sayısını bilemediğim onlarca ödül kazanan İnci Aral, bu kez “Kendi Gecesinde” ile okurun karşısında…
“İnsan gecedir”
Hegel’in bu sözü, romanın da özü bir bakıma. Bir bakıma, çünkü tümüyle gece değil insan; sevgi de, heyecan da, umut da aynı zamanda… en çok aşk ama.
“Kendi Gecesinde”nin arka kapağındaki, “İnci Aral bu kez, tanımak istemediğimiz, yakınında, hatta belki içindeyken bile kolay kabul edemediğimiz bir dünyaya eğiliyor” cümlesi yeterince çağırıyor zaten okuru. Bir yabancılaşmayla birlikte kuşbakışı bakıyoruz kendimize, romanın kahramanlara baktığı gibi. Hayatın hayhuyu içinde göremediğimiz/görmekten kaçındığımız, belirli kalıplar dolayısıyla daha baştan gözümüzü kapadığımız yalın haliyle aşk ve reddedilmiş ilişkiler, yazarın güçlü betimlemeleriyle önümüze gelince duvara tosluyoruz, sözcüğün tam anlamıyla.
“… Belki de geriye kalan tek şey, oyun da olsa aşktı. İnsanı değersizlikten kurtaran en güzel şey.” Sizce de öyle değil mi, aşkla baktığınız zaman daha bir güzel değil mi dünya, daha bir anlamlı değil mi yaşananlar… Evet, kuşkusuz. Devam ediyor yazar: “Ama her zaman değil. Çünkü aşk da bozuntunun bir parçası artık ve çoğu zaman kaçıp başka yere gitme arzusunu kışkırtmaktan başka bir işe yaramıyor.” (s. 53) İyi kötü, doğru yanlış, eksik fazla, yarım yamalak veya tam, isteyerek veya itilerek yaşadığımız her şey için aynı duyguları yaşamıyor muyuz, kendi içimizde. Kaçıp gitmek de mümkün olmuyor, olamıyor aslında. Çok da bireysel çözüm bu kaçıp gitmeler, çok da bencilce; tıpkı roman kahramanı Hayal/Hayali/Hayati gibi.
“Ayrılık da sevdaya dahil”
Sevgiyle nefret arasında incecik bir çizgi olduğu, ne zaman o tarafa veya bu tarafa düşeceğinizi bilmediğimiz, apaçık ortada. Bunu kimsenin söylemesi gerekmiyor, kendi yaşamınıza bir bakın; evde, işte, okulda, sokakta… yaşadığınız zaten. Sadece gün yüzüne çıkarmıyorsunuz, bir etken olmadıkça… Hep bildiğiniz, ama bir türlü sıyrılıp da çıkamadığınız bu durumu, İnci Aral, çok çarpıcı, çok ayrıntılı, ilgiyle okunacak betimlemelerle bezeyerek anlatıyor “Kendi Gecesinde”de.
Küçük yaşta anne babası ayrılmış biridir Hayal/Hayati… İtirazlarla başlayan hayat yolunda hep kendi seçimini -cinselliğini bile- tercih etmiş, kim ne derse desin hep kendi seçiminin peşinden gitmiş biri… Onun yaşadıklarından öte, karşılaştıkları önemli.
Karagöz ile Hacivat
Çok zengin kaçakçı babasının, çok küçükken armağan ettiği gölge oyununda kendisini, yaşadıklarını görmek asıl hedefidir. Cevat da, Dilda da, Reyan da hep aynı hedefin parçalarıdır. Belki de adını aldığı o hayal perdesinde kendini, yaşadıklarını -ki anlatılan senin de hikâyendir aslında- göstermek istemesi de, bu bütünün bir parçası olmaktan kaynaklıdır.
“Böyle dalgın, içten içe kırgınken yüzüne açıkça bakamıyorum. Yine de rüyaların ürküttüğü bu yüzü, bu başı iyi tanıyorum. Olmadık bir yığın şeyi, renklerle biçimleri, hayallerle gerçeği bir araya koymayı seviyor. Kendini anlamaya çabalarken her şeyi birbirine karıştırıyor… Seviyorum onu ama uyandırdığı merhamet ve sevecenlik, duyduğum arzuyla çelişiyor.” (s. 41-42) Sahi, hep öyle olmuyor mu? Hayallerle gerçeği karıştırmadık mı? Bu, aynı zamanda, bilinçsizliğimizin öngörüsüzlüğümüzün göstergesi değil mi?
Sessizliğin çınlaması…
İnci Aral, önceki romanlarına da gönderme yaparak, bir anlamda hem eski romanlarını okuyanlarda oluşan soru işaretlerini açıyor hem de bu romanın altyapısının hazırlanışını bilmek isteyen okuru meraklandırıyor. Doğrudan birebir bağlantı kurulamasa da olay örgüsü, yaşamın anlamı, toplumsal çelişkiler, kirlenmeler, mutluluk arayışı ve kuşkusuz aşk üzerine daha geniş perspektifle, bakış sağlıyor. Yazar; sadece İstanbul’da Boğaz’da yaşananları değil, küçük ve köhne mahallelerdeki küçük ve küf kokan binaların arasında yaşayanları da… Sadece iki kişi arasında geçen aşkı değil, o anı yaşayan insanların belleğindeki yerini de… Sadece cinsel tercihleri değil, bir bütün olarak hepsinin arka bahçesini de… Sadece zorunlu askerliği değil, yaşananların etkileyici gücünü de… Sadece yalnızlığı değil, yalnızlığın içindeki boşluğu, bir arada olurken bile yalnız kalındığını da… Sadece sevgiyi değil, bitmiş tükenmiş olsa bile sevginin gizil gücünü de… Sadece rüzgârları değil, insanın içinden -her ne olursa olsun bir şekilde- dışarı fışkıran fırtınaları da… Sadece görünenle değil, görünmeyen çalkantılarla da… Sadece geçmiş ve bugünle değil, yarınlarla da hesaplaşmayı da yoğuruyor romanının sayfalarında. Kimi zaman hüzün, kimi zaman coşku, kimi zaman gülümsemeyle, elinizden bırakamayacağınız bir roman “Kendi Gecesinde”.
Belirleyici olan, roman kahramanı Hayal/Hayali/Hayati’nin yukarı çıkıp kendine ve yaşadıklarına kuşbakışı bakabilmesi… bu, aslında hepimizin bir şekilde yapması gereken bir şey. Yapsak aynı sonuca ulaşır mıyız? Sahi, Hayal/Hayali/Hayati ulaştı mı acaba?
Kendi Gecesinde, İnci Aral, roman, Kırmızı Kedi Yayınevi, Ekim 2014, 355 s.

26 Nisan 2015 Pazar

UYKUSUZLAR: “Geceye açılmış öfke, üzgün bir gölgeyim”

“Yarım uykuların iç çekişiyim. Geceye açılmış bir öfke, üzgün bir gölgeyim. Baştan ayağa özlem, dağınık bir taslak, derli toplu tutkuyum. Kış kaldırımlarında kasımpatılar durgun, bulutlar soğuk. Saçlarım daha kara. Bende birikenleri nasıl anlatsam sana?”

“Sonraki salı, iyiyiz diye bağıracağız oysa birbirimize, ellerimizi ayıran camın ardından. Uzak, tedirgin, yabancı. Susup kalmayalım diye iyiyim, biz iyiyiz, diye bağıracağız: İstediğin bir şey var mı? Yün çorap, dergi, kazak yastık kılıfı?

İnci Aral, “Uykusuzlar”da hızlı toplumsal savrulmalardan bireylerin payına düşenleri anlatıyor. Sevinçleri, düşleri, umutları budanan insanlar, hüzünle ve sağır bekleyişler içinde yaşama tutunmaya çalışıyorlar. Hayatın gündemine yalnızlık, kaygı, korku ve kaçınılmaz biçimde uykusuzluklar hâkim olurken kimi içindeki aşkı sıcak tutmaya çabalıyor, kimi gecelerini her şeye rağmen gelecek düşleriyle dolduruyor. İnci Aral her zamanki akıcı, şiirsel anlatımı ve toplumsalla bireyseli iç içe kavrayan yazarlığıyla bitmemiş bir baskı döneminin ürkütülmüş, ezilmiş insanının ruh ve beden acılarına eğiliyor.

Aşağıda İnci Aral’la röportajımızdan “Uykusuzlar”daki “Güz yaprağı” öyküsüne dair bir soruyu ve Aral’ın cevabını okuyacaksınız.

Tolga Meriç

Kitabı almak için bu adrese bakabilirsiniz.

uykusuzlar inci aral egoistokur kirmizi kedi

İnci Aral: “Uykusuzlar’ı yazdığımda 12 Eylül dönemi sürüyordu. Verdiği acılar da…”

“Uykusuzlar”daki “Güz Yaprağı” adlı uzun öyküde, Sevil’in uykuyu beklediği o uzun gecede dil, bilinç akışı tekniğine sorgusuz sualsiz teslim olmaz. O dil, gerçekten de önce uykusuzlukla mücadelenin, gitgide de uykuyla uyanıklık arasındaki bölgenin dilidir. Dağılırken toparlanır; toplanmışken parçalanır; sıçramalar, düşüşler, netleşmeler ve bulanmalarla uykunun ve uykusuzluğun kucağından çıkarılır… Öykünün o bölümlerinde noktasız virgülsüz bir yazım tekniğine kolayca sapmak varken, neden zor olanı seçiyorsunuz hep? Ve edebi akımlar-teknikler karşısında nasıl bir iç süzgeciniz var?

“Uykusuzlar”ı yazdığımda 12 Eylül dönemi sürüyordu. Verdiği acılar da. Ankara çevremizde hatta akrabalarımız arasında çocukları içerde aileler, yıkılmış hayatlar, neler yaşadığını bilmediğimiz gençler vardı. Tanıdığım genç bir öğrenci ve tiyatro oyuncusu, bir akşam beni görmeye geldi. Birlikte evde yemek yedik. Yüksek lisans için Amerika’ya gidecek, belki de uzun yıllar kalacaktı. Gitmeden bana yazabileceğimi düşündüğü trajik bir aşk hikayesi anlatmak ve bazı mektuplar vermek istiyordu. Uzun bir gece oldu.

Bir süre sonra bir gün Ahmet Telli’nin yönettiği Dayanışma Yayın Kooperatifine uğradım. Ahmet çok üzgündü. Tanıdığı bir genç kadın “içerden” çıkmış ama birkaç ay geçmeden, bir gün önce intihar etmişti. Konuşurken bunun daha önce dinlediğim hikayeyle aynı olduğunu anladım. Ölen kadının eski eşi cezaevindeydi. Adresini aldım Ahmet’ten, yazışmaya başladık. “Güz Yaprağı” adlı uzun hikaye böyle doğdu. Kitap dönemin acılarını konu alan hikayelerle 1984’de sessizce yayımlandı.

“Güz Yaprağı”nda dili öyküde konuşan kişinin kimliği ve ruh hali oluşturdu. Sevil, bir dönemin düş yıkımına uğramış ve yenik düşmüş devrimci genç kadın figürü. Cezaevinden çıktığında bambaşka bir ortamla, 12 Eylül sonrası ortamıyla karşılaşmış. Baştan beri, sürüklendiği politika içinde çelişkilerle, kafası hayli karışık yaşamış biri. O gece ise intiharın hemen öncesinde. Sevil üzerinden bir kuşağın tükeniş ve yıldırılma hikâyesidir orada anlattığım. Bireyselle toplumsalı iç içe aktarmaya çalıştığım ciddi bir konu. Aşk ve devrim, inanç ve kuşku. Kaybedilmiş zamanı geri alma arzusu ve bunun imkânsızlığı. Hayal ve gerçek. Baştan aşağı çatışma ve çıkışsızlık. Bütün bunları tekdüze bir dille, ya da düzayak anlatmak öyküyü sıkıcı hale getirebilirdi. Dil bu yüzden geçişli ama akışkandır. Yer yer bilinç akışına yaslanır, duygusallaşır yer yer de bir genç eylemci ve kaçağın zorlu hikâyesine dönüşerek netleşir hatta sertleşir. Yazdıklarımda amacıma uygun olarak edebi akım ve tekniklerden yararlanıyorum. İç süzgecimi ise sezgilerim belirliyor.

Tolga Meriç
http://egoistokur.com/uykusuzlar-geceye-acilmis-bir-ofke-uzgun-bir-golgeyim/

22 Nisan 2015 Çarşamba

KAYIP KEDİ

Genç bir kadın İzmir’de evinde ölü bulununca MİT’e bağlı Emre Tuğrul yönetimindeki beş kişilik özel bir ekip bu kuşkulu cinayeti araştırmaya başlar. Amaçları, bilinen bir suç şebekesinin İstanbul’da ikamet eden üst düzey adamlarından biri hakkında kanıt toplamaktır.
Bu araştırma sırasında suç örgütünün polis-savcı-hâkim üçgeniyle işlettiği şantaj ve farklı düşünenleri ortadan kaldırma düzeninin tam merkezine dalarlar. Narkotik polis şefleri, hukuk insanları, şantaj uzmanları, Türkiye’de faaliyet gösteren yabancılarla muhatap olurlar.

Yüksek teknoloji kullanan Emre ile arkadaşlarının araştırmaları şaşırtıcı sonuçlara gebedir. Bir cinayetten yola çıkarak vardıkları yerde Türkiye’ye kurulmuş büyük kumpasların arka planları durmaktadır.

17 Nisan 2015 Cuma

16 Nisan 2015 Perşembe

Naif ve Bilge – Zafer Köse

gokkusagi günleriVirajdan sonra ani bir uçurum. Tesadüfen yol kenarında bulunuyorsunuz ve bir aracın hızla yaklaştığını görüyorsunuz. Ne yaparsınız? E, can kurtarmak için elinizi kolunuzu biraz sallamayı esirgemezsiniz herhalde.
Peki, aracın içindekilerin katil, faşist, insanlık düşmanı olduğunu biliyorsanız? O güne kadar birçok insana yaşattıkları büyük acılara her an yenilerini ekleyebilecek kişilerse?
Evet, hiçbir durumda insan öldürmezsiniz, öldüremezsiniz. Kendinizi korumak için ille de gerekirse, karşınızdakine en az zarar verecek biçimde şiddet kullanırsınız. Hatta en sevdiklerinizle ilgili en akla gelmez kötülüklere bile maruz kalsanız, belki kontrolünüzü kaybedip anlık tepki… Ama asla planlı programlı öldürme kararı vermezsiniz; her durumda idam cezasına karşısınız. Zaten hiçbir suçun bireysel kabul edilemeyeceğini biliyorsunuz.
Ama bu araçtaki faşistler! Onları siz öldürmeyeceksiniz ki! Canlarını kurtarıp kurtarmamak yönünde karar vereceksiniz. Elinizi sallamakla bundan sonraki ölümlerden sorumlu olacağınızı düşünmeden edemiyorsunuz. Hatta eski katliamlarına bile suç ortağı olacakmışsınız gibi hissediyorsunuz.
Öyle hissediyorsunuz. Zaten düşünceden çok duygu meselesi bu. Galiba.
SEÇMEK, SEÇENEK YARATMAK
Yıl, 1988. Şili’de yapılacak oylamada halk, General Pinochet’ye evet veya hayır diyecek. Bu, 15 yıldır süren diktatörlüğün kalıcılaşması veya aşılması yönünde belirleyici olacak. Ünlü reklamcı Adrian Bettini’ye, evet kampanyasını yönetmesi teklif ediliyor. Oysa Bettini, muhalif olduğu bilinen biri. Önceki yıllarda tutuklanmış, çeşitli tehlikeler atlatmış. Belki tam da bu nedenle teklif ona götürülüyor. Halk üzerinde çok etkili olabilir.
Üstü kapalı tehditler ve ima edilen işbirliği avantajları var elbette işin içinde. Hükümet yetkilisi ayrıca, Bettini’ye, konuya “profesyonel” yaklaşması gerektiğini de anlatıyor. Mesleğinin gereğini yapmak gibi düşünmesini istiyor. Bir doktorun, politik düşmanı olduğu için hastasına bakmayı reddetmesini etik olarak niteleyebilir mi, Bettini? Böyle sorarak, herhalde Bettini’nin mantığını değil, ruh halini değiştirmeyi umuyordur.
yanan gökkuşağıNe var ki, Bettini’nin yanıtı buz gibi: “Hasta Pinochet’yse, açık söyleyeyim ki evet senyor.” Anlaşılan, naiflikten eser kalmamış Bettini’de. 1973’deki askeri darbeden beri, özellikle de ilk zamanlarda yaşananların etkisi canlı biçimde devam ediyor. Fırsat bulsa diktatörü öldürür mü, bilemiyoruz. Daha doğrusu, okuduğumuz romanın bu kahramanını tanıdığımız kadarıyla, böyle bir şey yapmayacağını tahmin ediyoruz. Ama belli ki, o faşist katilin ölüp gitmesinden de memnun olacaktır.
Ve kendisinden beklediğimiz gibi, sadece hükümetin teklifini reddetmekle kalmıyor, karşı tarafa da olumlu yanıt veriyor. “Hayır” kampanyası için televizyonda gösterilecek 15 dakikalık filmi çekmeyi kabul ediyor.
Bettini’nin ilk aklına gelen, barbarlardan ve canları pahasına direnenlerden oluşan iki tarafı tanıtacak bir film hazırlamak. Haklı tarafta bulunmanın, gerçeklerden yana olmanın gücünü, bu şekilde kullanabilir. Ama birlikte çalıştığı kişilerden ve dostlarından aldığı fikirler, bir konuda yoğunlaşıyor: Kampanyanın başarısında, gençleri etkileyebilmek belirleyici olacaktır. Gençler! Son on beş yılda yetişkinlik çağına ulaşan, ülke nüfusunun önemli kesimi. Adrian Bettini’nin kızı Patricia gibi, darbenin vahşetini doğrudan yaşamamış olanlar. Tek yanlı yayınlara ve popüler kültüre maruz kalarak büyümüş ama naif halleri bozulmamış insanlar. Hani, bizim memlekette yaşasa, Haziran günlerinde Gezi Parkı’na gidip polisin karşında “kitap okuma eylemiyle” direnecek tipler. Çatışmadan sonra girdikleri Taksim Meydanı’nda kaldırıma “Slm polis, nbr canım?” yazarak nispet yapan çocuklar.
Bettini kararını veriyor, neşeli bir film hazırlayacak.
“Hayır” kavramını neşeli bir atmosferde kullanmak hiç de kolay değil elbette. Tahmin ettiğinden daha çok zorlanıyor. Sonunda, 16 fraksiyonlu muhalefet temsilcilerine sunuyor çalışmasını. Salonda, tatsız bir hava oluşuyor. 15 dakikalık kampanya filmi, muhalefetin lider kadrosunda hayal kırıklığı yaratıyor. O yiğit, o güzel insanların beklentisini karşılayamamak, Bettini’yi çok üzüyor. Üstelik filmi elden geçirmek için zaman da yok. Birkaç gün sonra, mecburen gösterime veriyorlar.
Ama ertesi gün! Sürpriz! Filmdeki müzikler, replikler, simgeler dalga dalga yayılıyor sokaklarda. Her tarafta bir gökkuşağı! İnsanların esprilerine, yürüyüşlerine, selamlaşmalarına karışarak film topluma birdenbire sirayet ediyor. Oylamaya böyle bir ruh haliyle gidiyor insanlar.
HALKIZ BİZ!
gökkuşağı merdiveniSonuç mu? Sonuçta, biz kazanıyoruz dostlar.
Antonio Skarmeta sayesinde, güzel bir roman kazanıyor hayatımız. Bir ülkedeki halk oylamasını, Nico ile Patricia aşkını, gözaltına alınan Nico’nun babasının kişiliğini, Bettini’nin kampanya filmi hazırlamasının hikayesini okuyoruz: Gökkuşağı Günleri.
Bazı okurlara tehlikeli virajları, uçurumları düşündürür, bazılarına neşeli isyanları. Bütün iyi romanlar gibi, anlattığından daha fazlasını anlatan bir roman bu. Bir yolunu bulup da doğru seçenekler sunulabilirse halklara, diye içinizden geçirirsiniz. Umutlanırsınız.
Gökkuşağı Günleri romanında, dünya halklarının naifliğini ve bilgeliğini de okuyabilirsiniz.http://www.insanokur.org/naif-ve-bilge-zafer-kose/

Sylvia Plath soruyor: Şiir kibirli bir sanat mıdır?

Sylvia Plath Kırmızı Kedi Yayınları’ndan çıkan “Johnny Panik ve Rüyaların Kutsal Kitabı”ndaki bu yazıda, romancıların yapabildiği bazı şeyleri bir şair olarak asla yapamayacağını anlatıyor. Mesela “Belki şiirin kibirli olduğunu ima ederek bazı şairleri kızdıracağım, şiirin her şeyi konu edebileceğini söyleyecekler bana” diyor ve ekliyor: “Ama asla bir şiire diş fırçasını dahil etmedim.”

Tartışılabilir tabii ama ben karışmayacağım. İstiyorlarsa romancılar ve şairler tartışsın. Ben yazıyı sevdim, Kırmızı Kedi Yayınları’nın izniyle de yayınlıyorum.

Bu arada yazarın dergilerde yayınlanmış öyküleri ve düzyazılarından derlenerek oluşturulmuş “Johnny Panik ve Rüyaların Kutsal Kitabı”nı da çok sevdim. Plath’tan kalan arşivin tekrar elden geçirilmesiyle ortaya çıkan malzemenin ışığında genişletilmiş bu yeni baskı özellikle çok güzel. Günlerdir elimden düşürmüyor, bazı öyküleri tekrar tekrar okuyorum.

Sadece “Plath’onikler” değil, iyi edebiyat arayan herkes için gerçek bir hazine.

Gülenay Börekçi

Kitabı incelemek için bu adrese bakabilirsiniz. 

sylvia plath egoistokur kirmizi kedi johnny panic

Bir kıyaslama!

Roman yazarını nasıl da kıskanırım!

Onu gözümün önüne getiririm –daha doğrusu, kadın romancıyı demeliyim, çünkü paralellik kurmak istediğim kadınlar– evet, kadın romancıyı gözümün önüne getiririm, dev bir makasla gül fidanını budarken, gözlüklerini düzeltirken, çay fincanlarının arasında oradan oraya gidip gelirken, mırıldanırken, küllükleri ya da bibloları yerleştirirken, ince bir alayı, olaydaki farklı yanı algılamaya çalışırken, komşularının –trendeki, dişçi bekleme odasındaki, köşedeki çayevindeki komşularının– ruhsal derinliklerini bir tür alçakgönüllü ve güzel, X-ışını bakışla delip geçerken. Onunla, bu şanslı kişiyle, ilintili olmayan ne vardır ki! Eski ayakkabılar kullanılabilir, kapı tokmakları, uçak postası, pamuklu gecelikler, katedraller, tırnak cilaları, jet uçakları, gül kameriyeleri ve muhabbet kuşları; küçük hoşluklar –emilen bir diş, etek boyunun çekmesi– herhangi tuhaf ya da göze batıcı ya da güzel ya da küçümsenen bir özellik. Onun işi Zaman’dır, za- manın hızla ilerleyişi, geriye sapışı, tomurcuklanışı, çürüyüşü ve kendisini iki misli açığa vuruşudur. Duyguların, dürtülerin sözü yok – o guruldayan, gök gürültülü biçimlerin. Onun işi Zaman’ın içindeki insanlardır. Ve bana öyle geliyor ki, o, dün- ya da var olan bütün zaman dilimlerine sahiptir. İsterse bir yüzyılı ele alabilir, bir nesli, tüm bir yazı.

Oysa ben bir dakika kadarını alabilirim.
Epik şiirlerden bahsetmiyorum. Hepimiz onların ne kadar uzun sürebileceklerini biliriz. Ben, küçük, bildik, sıradan şiirlerden bahsediyorum. Size nasıl betimlesem? – bir kapı açılır, bir kapı ka- panır. O arada bir şey gözünüze ilişmiştir: bir bahçe, bir insan, bir yağmur fırtınası, bir yusufçuk, bir yürek, bir kent. Hatırladığım ama hiçbir zaman bulamadığım, Viktorya dönemine ait, kâğıtların üzerine konan o yuvarlak cam ağırlıklar aklıma geliyor – Woolworth mağazalarındaki oyuncak bölümlerini süsleyen plastik, fabrikasyon ürünlerin arasından gelen uzak bir çığlık. Bu tür bir kâğıt ağırlığı, içinde bir ormanı, bir köyü ya da tüm aile bireylerini barındıran, çok saf, kusursuz ve saydam bir dünyadır. Tersine çevirir, ardından düzeltirsiniz. Kar yağar. Her şey bir anda değişir. İçindeki hiçbir şey, bir daha asla aynısı olmayacaktır – ne çam ağaçları, ne çatının yan duvarları, ne de yüzler.

İşte, bir şiir böyle oluşur.

Ve gerçekten çok az yer vardır! Çok az zaman! Şair bavul hazırlama uzmanı kesilir:

Kalabalıktaki bu yüzlerin görünüşü

Islak, siyah bir daldaki taç yaprakları

(Ezra Pound’un bir şiirinden. “The apparition of these faces in the crowd;/Petals on a wet black bough.”)

İşte böyle: Başlangıç ve son bir solukta. Bir romancı bunu nasıl başarırdı? Bir paragrafta mı? Bir sayfada mı? Belki onu boya gibi, biraz suyla karıştırıp incelterek, yayarak.

Şimdi kendini beğenmişlik taslıyor, üstünlükler buluyorum.

Eğer şiir sıkılmış ve kapalı bir yumruksa, roman gevşemiş ve genişlemiş, açık bir eldir: Yolları, sapakları, varış noktaları vardır; kalp çizgisi, akıl çizgisi; avucuna gelecek düsturlar ve para vardır. Yumruğun dışlayıp sersemlettiği yerde; açık el, yolculuklarında birçok şeye dokunup içine alabilir.

Asla bir şiire diş fırçasını dahil etmedim.

Her türlü şeyi düşünmekten hoşlanmam, tanıdık, yararlı ve uygun şeyleri asla bir şiire dahil etmem. Bir keresinde yaptım, bir porsukağacı koydum. Ve o porsukağacı, şaşırtıcı bir bencillikle tüm olayı idare etmeye ve düzenlemeye başladı. Bir romanda olabileceği gibi, belirli bir kadının yaşadığı, kasabadaki evin önünden geçen yoldaki kilisenin yanındaki ağaç… gibi bir ağaç değildi o. Hayır, hayır. Ağaç, koyu gölgelerini, kilise çevresindeki sesleri, bulutları, kuşları, onun bir parçası olduğunu kurduğum hassas hüznü, her şeyi ustalıkla idare ederek şiirimin tam ortasında öylece duruyordu! Ona boyun eğdiremiyordum. Ve sonunda, şiirim porsukağacı hakkında bir şiir oluverdi. O porsukağacı, bir romanda, yalnızca geçici siyah bir ayrıntı olmaktan son derece gurur duyardı.

Belki şiirin kibirli olduğunu ima ederek bazı şairleri kızdıracağım. Şiirin de her şeyi konu edebileceğini söyleyecekler bana. Ve roman olarak nitelendirdiğimiz o şişkin, karmakarışık, her şeyi barındıran yaratıklardan çok daha fazla kesinlik ve güçle. Doğrusu, bu şairlere, buharlı ekskavatörlerine ve eski pantolonlarına hak veriyorum. Gerçekten de şiirlerin o denli sade olması gerektiğini düşünmüyorum. Eğer şiir gerçekten iyi olsaydı, sanırım diş fırçasını bile kabul ederdim. Fakat bu görüntülere, bu şiirsel diş fırçalarına az rastlanıyor. Ve ortaya çıktıklarında da, benim yaygaracı porsukağacım gibi, ayrıcalıklı ve çok özel olduklarını düşünmeye eğilimli oluyorlar.

Romanlarda böyle değil.

Orada, diş fırçası hoş bir çabuklukla kutusuna geri dönüyor ve unutuluyor. Zaman akıyor, hızla geçiyor, dolambaçlı yollar izliyor ve insanlar büyüyecek, gözlerimizin önünde değişime uğrayacak zaman buluyorlar. Yaşamın bereketli hurda yığını, hakkımızdaki her şeye dokunur: Ofisler, yüksükler, kediler, romancının paylaşmamızı dilediği hepsi çok sevimli, iyice araştırılmış her türlü ayrıntı kataloğu. Burada hiçbir model, hiçbir görüş, hiçbir özenli düzenleme yoktur demek istemiyorum. Sadece, belki de modelin çok fazla ısrarlı olmadığını ileri sürüyorum.
Romanın kapısı da, şiirin kapısı gibi, kapanır. Fakat o kadar hızlı değil, ne de öyle çılgınca, cevaplanamayan bir sonla.

 Sylvia Plath

1962 Temmuzu’nda yayımlanan The World of Books programında kullanılmak amacıyla BBC için yazıldı ve 1977 Temmuzu’nda The Listener’da yayımlandı.http://egoistokur.com/sylvia-plath-soruyor-siir-kibirli-bir-sanat-midir/