19 Ekim 2014 Pazar

“Bütün hikâyeler ancak anlatılarak özgürleşir”

İnci Aral’ın yeni romanı Kendi Gecesinde, kişisel hesaplaşma olduğu kadar karmaşık bir aşk romanı. Yazar, kahramanı Hayali’nin İstanbul’dan Londra’ya uzanan hikâyesini anlatıyor.



İnsan kendi gerçeğinden kaçamıyor. Herkesten gizlediğini içinde taşıyor, kimseyle konuşamadığını kendiyle konuşuyor. “Gece insanın içindedir” diyen Hayal Ali ya da Hayali’nin de yaptığı bu. İçindeki “Kara”ya konuşuyor. Tarihi eser kaçakçısı babası Sadık Sami Balkan’ın kanundışı işlerinden kendini uzak tutamadığı için “kirli” hissediyor. Hafıza kuyusu kalabalık. Onu küçük yaşta terk ettiği için affedemediği annesi “kenarın dilberi” Yurdanur’u hatırlamasına engel olamıyor. Geçmişinde dokunduğu kadınlar aklına geliyor. Londra Hampstead’de bir erkekler yüzme havuzunda tanıdığı, yarı yaşındaki moda tasarımcısı Reyan’la karmaşık ilişkisini sorguluyor. İnci Aral’ın yeni romanı Kendi Gecesinde, Hayali’nin doğup büyüdüğü İstanbul Bebek’ten askerliğini yaptığı Diyarbakır’a ve oradan Londra’ya uzanan hikâyesini anlatıyor. Zamanda zikzaklar çizerek ilerleyen hikâyenin fonunda yer yer 12 Eylül iklimi hüküm sürüyor.Kendi Gecesinde, kişisel hesaplaşma olduğu kadar karmaşık bir aşk romanı. İnci Aral, romanı vesilesiyle sorularımızı yanıtladı. Ortaya bir roman, bir de yazar portresi çıktı.
Birden fazla darbe gördünüz, yaşadınız. Bir aydın olarak muhasebe yaptığınızda kendinizi nasıl hissediyorsunuz? Yorgun? Umutsuz? Çaresiz? Üzgün? Her şeye rağmen ümidini yitirmemiş?  
Saydıklarınızın hepsi var. Yine de umudumu büsbütün yitirmiş değilim. Biliyorum, bu ülkede benim gibi insanları yoran, çaresiz bırakan ve üzen durumların iyiye gitmesi, düzelmeye yönelmesi uzun zaman alacak ve ben göremeyeceğim ama değişime inanan biriyim. Talepler, beklentiler, kavrayışlar değişir, her şey geçer, hayat durmadan yenilenir.
Şöyle bir cümle var kitapta: “Dünyaya açılma döneminin yarattığı o kuşağın fazla seçeneği yoktu. Ya savrulma, ya baskı ve ezilme ya da dindarlık ve muhafazakârlık!” Sizce içinden geçtiğimiz dönem genç kuşaklara hangi seçenekleri sunuyor?
Ne yazık ki seçenekler pek değişmedi ama o günkü arayışlar ve kaçışlar bugün zorunluluk haline geldi. Çünkü toplumsal, ekonomik, politik sorunlar şimdi çok daha yoğun ancak varılacak kıyılar sınırlı ve sığınma koşulları daha ağır. Kısır siyasetle çözüm de bulunamıyor bunlara. Üniversite bitirmiş genç işsiz sayısı çok fazla. Milli Eğitim çağdışı, gerici bir siyasi anlayışın yapboz tahtasına dönmüş durumda. Çocuk ve gençlerimizin düşünen, sorgulayan bireyler olmalarının önü imam okullarıyla kesilmeye çalışılıyor. Aileler panikte. Uyuşturucunun ilkokula indiği bir ortamda yaşıyoruz. Kendine ayakta da olsa yer bulabilmek için ya son derece yetenekli ve becerikli olup ite-kaka, nereye gittiği pek bilinmeyen otobüse bineceksin ya da yaya kalacaksın.
Sahipleri tarafından terk edilmiş, sır olmuş hikâyelerden bahsediyor romanınızın başkahraman ve anlatıcısı. İnsan hikâyelerini terk etse de hikâyeleri insanı terk eder mi? Sizin hikâyelerinizle ilişkiniz nasıl? 
Hikâyelerin sahiplerine sadık olduklarını düşünüyorum. Hayali de böyle düşünüyor. Bazıları dayanılmazdır, çok acı verir, unutmak istersiniz, silersiniz belleğinizden ya da öyle sanırsınız. Hayali de hayatının kendi kendine kaldığı önemli bir dönemecinde ansızın geri gelen hikayesiyle yüz yüze geldi, o uzun hikâyeye balıklama atladı. Hikâyeler önemlidir çünkü bizi biz yaparlar. Hayali de kendini o günkü adam yapan serüveni sakınmadan kendisine, daha doğrusu ikinci benliği Kara’ya anlatmaya koyuldu. Kendi Gecesinde böyle doğdu. Evet, tabii benim de terk ettiğim, unutulmaya bıraktığım hikâyelerim ya da bir nedenle beni terk edenler oldu ama ayrılık sürecinde horgörü, nefret gibi duygulara maruz kalıp başka bir şeye dönüşmemiş olanların çoğu bana geri döndüler. Çoğunu yazdım. Kimi zaman az çok değiştirerek, kimi zaman başka hikâyelerle iç içe geçirip başkalarına mal ederek. Sonuçta bana küsenler, ya da çoğullaşıp başka hikâyelerine kaçanlar bile oldu. İnsanlar ve serüvenleri gibi hikâyeler de birbirine benzer. Şunu söyleyeyim, beni seviyorlar. Anlatayım diye mi bilmem, durmadan yolumu kesiyorlar. Yeni ve daha sahiplenici karakterler yaratıyorum onlar için. Hikâyeler ölmüyor. Belleğin gecesinde yani insanın kendi gecesinde gün ışığına çıkmayı bekliyorlar. Sonuçta ise bütün hikâyeler ancak anlatılarak özgürleşiyor ve sahiplerini de özgürleştiriyorlar.
Kitaptan alıntıyla “yoksulların varsıllar karşısında duydukları çekingen saygı” sizde nasıl bir duygu uyandırıyor?
Hayali, eski eser kaçakçısı çok varlıklı bir babanın oğlu. Mahalle arkadaşı Cevat’ın ise el arabasıyla kavun satan bir babası var. Hayali, bu ilişkiyi roman boyu, derin bir hayatı kavrayış ve politik konuşlanma karşıtlığına ulaşana kadar irdeliyor. Önemli olan da bu çelişkili ama sevgisiz olmayan ilişki. Hayali, Cevat’tan yola çıkarak bu çekingen saygıyı da betimliyor. Bana gelince, bu konuda deneyimden çok gözlemlerim var. Yine de benzer durumlarda utanç, sıkıntı ve üzüntü duyduğum olmuştur. Biraz da şaşkınlık tabii.
“Zamanla kirlenip çürüyerek kötü birine dönüşmüş” olmaktan mutsuz Hayal Ali. Siz kendinizi zaman zaman kirlenmiş ve çürümüş hissediyor musunuz? 
Benim böyle bir duyguya kapılmam için hiç bir neden yok. Emeğe saygılı, iyi kalpli ve dürüst bir insanım. Hayali ise bütün birikimine, duygusallığına ve incelikli hayat tarzına rağmen büyük bir eski eser kaçakçısı, yasadışı bir adam. Bu baba mirası işin içinde olmamak için gençliği boyunca direniyor, gidip tıp okuyor ama yine de çıkamıyor o çemberin dışına. Bir yanı hep kırık. Geçmişi eksikli, cinselliği karışık, hikâyesi karanlık çekici bir adam. Hayali’yi okurlar Safran Sarı’dan hatırlayacaklardır. Orada kaçakçı Niyazi’nin yeğeni, Yeşil’in mutsuz Melike Eda’sı ile kısa bir ilişkisi olmuştu. Kendini kirli, çürük ve kötü biri olarak görebilmesi bile özünde vicdanlı biri olduğunu gösteriyor. Hiçbir benzerliğimiz olmasa da yazarken sevdiğim, bağlandığım ve anladığım bir kahraman oldu Hayali. Onun dramı, sıradan bir aşk uğruna oğlunu ve kendisine tapan adamı bırakıp çulsuz bir figürana gitmiş bir anneyle başlıyor.
Hayal Ali, yalnız bir çocuk. Geniş bir hayal dünyası ve çok sevdiği Karagöz -Hacivat oyun ve hikâyeleri var. Karagöz’ün oğlu Kara ile bütünleşmesi de ilginç. Bu geleneksel gölge oyunu figürleri nasıl girdi romana?  
Hayali, Safran Sarı’da ansızın ortaya çıktığında atölyesinde Karagöz tasvirleri yapıyordu. Bu romana da onlarla birlikte geldi. Bu ilgiyi ya da merakı aynı zamanda namlı bir antikacı olan babası aşılamış ona. Bu önemli. Çünkü Hayali’nin saf çocukluk merakı roman boyunca belli aşamalardan geçerek içinde bulunduğu hayattan çıkıp yeni bir hayata geçmeye, bir bakıma köklü bir rüyaya sahip olmaya zemin oluşturuyor.
Romanda anne oğul, baba oğul arasındaki dokunaklı sevgi- nefret ilişkileri, yetişmekte olan bir erkek çocuğun her iki cinse de yakın gelişen karmaşık cinsel kimliğine yol açmış olabilir mi? 
Bunu sorguladım ama kesin kanıya varmaktan çok insanların çoğunun biseksüel olduğunu hatırladım. Karmaşa Hayali’nin seçimlerinde değil, duygu dünyasında. Bu yüzden gerçek aşkı, olgunluk yaşında zor ve yaralı genç bir erkekle yaşıyor. Bu gerilimli ve incelikli aşk, romanın temel izleklerinden biri. Aşkın tek bir biçimi olamayacağının da göstergesi.
“Ortalıkta yoğun bir kargaşa ve kuru gürültü var”
İstanbul Bebek’te büyümüş, iyi yetişmiş bir genç adamı, olmadık yerlerde görüyoruz. Örneğin o tuhaf sahilde. Bu bir fantazya mı yoksa gerçekten öyle bir yer var mı? 

Toplumun genel geçer cinsellik algısı dışında kalanlara önyargısız bakışı ve ikiyüzlü cinselliğe karşı duruşu götürüyor Hayali’yi oraya ve o kimliksiz, sorgusuz, hikayesiz ilişkilere. Cinsellikte bile tektipleştirme dayatmalarına aykırı düşen gerçekten de tuhaf böyle bir yer vardı. Farklılıklarını gizlemek için geceleri ortaya çıkıp hayaletleşen her kesim ve sınıftan insanın buluştuğu şehrin göbeğinde bir hayaletler sahili. Belki de sürprizlerle dolu bu koca İstanbul şehrinde birden çokturlar da bilen biliyordur.

Moda tasarımcısı ve Hayali’nin sevgilisi Reyan, “aykırı bir tavır ve göz boyayan üretimle ün kazanılacağına” inanıyor. Hayal Ali, bu inancın sanatın her dalına sıçradığını düşünüyor. Günümüz Dünya ve Türkiye edebiyatını yazar ve okur açısından nasıl tanımlarsınız? 
Günümüz insanının zevklerinin, seçimlerinin küresel sistem tarafından yönlendirildiği ve gitgide sığlaştığı bir gerçek. Dijital teknoloji ve kitle iletişim araçları, ortalama insan için öngörülen ucuz ürünleri, bir örnekleştirilen kalabalıklara empoze etmekte binlerce eleştirmenden çok daha etkin rol oynuyor. Dünyada, özellikle ileri kapitalist ülkelerde doksanlı yıllardan başlayarak yükselen bu yoldaki değişimler bütünüyle bize de yansıdı. Kültür endüstrisinin piyasa işleyiş kuralları, Türkiye’de de sanat ve edebiyatı çoğunluk eğilimlerine göre biçimlendirmede otorite haline geldi. Satış, para ve ün, iyi edebiyat ve sanat ürünü üzerinde düşünmek, tartışmak bir yana yapılan-yazılan önemli şeyleri de görünmez kılıyor. Ortalıkta yoğun bir kargaşa ve kuru gürültü var.

KENDİ GECESİNDE
İnci Aral
Kırmızı Kedi Yayınları
2014, 360 sayfa, 20 TL.



http://kitap.radikal.com.tr/makale/haber/butun-hikayeler-ancak-anlatilarak-ozgurlesir-407623

10 Eylül 2014 Çarşamba



“Kuşkusuz Woolf’un 
en yoğun eseri,
çağımızın da en olağandışı romanlarından biri.”


J. L. Borges






Virginia Woolf’un, yakın arkadaşı, karizmatik, biseksüel yazar Vita Sackville-West için yazdığı Orlando, eğlenceli, fantastik bir ‘sahte biyografi’. Canı istediğinde bukalemun gibi biçim, daha doğrusu cinsiyet ve kimlik değiştiren tarihi bir karakterdir Orlando. Erkek olarak başladığı hayatını kadın olarak sürdürür, on altıncı yüzyılda soylu bir aileye doğar, birkaç yüzyılı hızla yaşar, bir gecede cinsiyet değiştirir, yirminci yüzyılın ilk yarısına bir kadın yazar kimliğiyle ulaşır. Erkekken, İngiltere Kralı tarafından İstanbul’a büyükelçi olarak gönderilir; Çingenelerin arasında da yaşar, saraylarda da; edebiyat sevdalısı, melankolik bir şairdi. Viktorya Dönemi değerlerini eleştiren ve cinsiyet, özgüven, hakikat, kimlik, kişinin toplumdaki yeri, edebiyat gibi konulara şiirsel bir üslupla dokunan Woolf’un kendi deyişiyle Orlando, yazarlık yaşamında tasasız bir tatil; kafaları karıştırıyor, ne yana döneceği belli olmuyor ve bu yüzden de keyifli.


"Ama bırakalım başka kalemler söz etsinler cinsiyetten ve cinsellikten; biz bu tür itici konulardan elimizden geldiğince çabuk ayrılıyoruz. Orlando yıkanmış, kadının da erkeğin de giydiği türden Türk işi cepken ve şalvar giymişti; durumunu gözden geçirmek zorundaydı. Orlando’nun hikâyesini sempa­tiyle izlemiş olan her okurun ilk düşüncesi, durumun güvenil­mez ve son derece utandırıcı olduğu. Genç, soylu ve güzeldi, uyandığında kendini öyle bir konumda bulmuştu ki, mevki sahibi bir genç hanım için bundan daha hassas bir durum ola­maz. Çıngırağı çalsaydı, çığlık atsaydı ya da bayılsaydı onu suçlayamazdık. Ama Orlando hiç de kaygılanmış görünmü­yordu. Bütün hareketleri bilinçliydi, hatta önceden tasarlan­dığına yönelik işaretler gösterdiği düşünülebilirdi. Önce ma­sanın üzerindeki kâğıtları dikkatle inceledi; şiire benzeyenleri aldı, koynunda sakladı; sonra, neredeyse açlıktan ölse de kaç gündür yatağının yanından ayrılmayan Silifke tazısını çağırdı, onu besleyip tüylerini taradı; sonra beline bir çift tabanca sok­tu; sonra büyükelçilik giysilerinin bir kısmını oluşturan birkaç dizi zümrütü ve Doğu’nun en güzel incilerini doladı boynu­na. Bu iş de bitince, pencereden eğildi, alçak sesle ıslık çaldı, çöp kutusundan dökülen kâğıtların, anlaşmaların, pusulaların, mühürlerin, balmumlarının filan kapladığı harap, kan lekesi içindeki merdivenden indi, avluya çıktı. Orada, kocaman bir incir ağacının gölgesinde eşek sırtında bir Çingene beklemek­teydi. Başka bir eşeği de yularından tutuyordu. Orlando ba­cağını eşeğin üzerinden aşırdı, böylece İngiltere’nin Osmanlı devletindeki büyükelçisi sıska bir köpeğin eşliğinde, eşek sır­tında, yanında bir Çingene’yle İstanbul’dan ayrıldı."

8 Eylül 2014 Pazartesi

Enis Batur’dan kısa, kıpkısa, kıssa metinler… Türkçe Edebiyat’ın en üretken yazarından, denemede önemli olanın nitelik olduğunu kanıtlayan, dolu dolu bir kitap: Dalgınlık Kursları. 
Bir desen ya da “snapshot” tadında, dili incelikli, bilgileri derinlikli, okurda ummadığı ilgiler, meraklar uyandıran denemeleriyle bir Enis Batur kitabı. 
Tanıyanları, takipçileri için olmazsa olmaz, kaldıysa yeni tanışacaklar için ufuk açıcı. Küçük güzeldir diyenler için.

“İçimize dışımıza kış indiğinde, uzun geceler boyu, bacalarımız tütsün isteriz.
Ocağımızdaki ateş diri kalsın.
İlkyaz ufukta göründüğünde, doğa kıpırdamaya koyulur, ağaçlar ve hayvanlar harekete geçer.
Can silkinir.
Yazla birlikte, açık denizler köpüklenir, ırmaklar kabarır.
Su bize erişsin, kıyılarda bekleriz.
Neden sonra güz çıkagelir, bütün renkleri elden geçirir, rüzgâr keder tınılarını dener.
Kendimizi yoklarız.
Şiir bütün mevsimlere, dönüşümlere eşlik etmek için köşesine çekilir ya da köşesinden fırlar.
Dumandır, kıpırdanıştır, su zerresidir, yoklamadır.
Hayatımızdaki yerini az çok farkederek ona borçlanırız.
Ustanın dediği gibi, şair, kimse kendisinden birşey beklemediğinde bile en iyi şiirlerini bundandır yazmayı sürdürür.”
1980 sonrası Türkiye şiirinin usta kalemi Haydar Ergülen, bu kez düz yazılarını bir araya getirdiği Vefa Bazen Unutmaktır ile okurla buluşuyor.
Bireysel olandan toplumsal olana, edebiyattan-şiirden tarihe kara bir leke olarak geçen katliamlara, ötekileştirilenlere uzanan geniş bir yelpazede son dönem Türkiyesinin sosyo-politik ortamına bir şairin penceresinden bakıyor.



“Vefalı olmak, unutmamak değildir. Nedense hep karıştırırız, belki de unutmaya eğilimli olduğumuzdan, her şeyi unuttuğumuzdandır bu yanılgı. Oysa bazen tam tersine, vefamızı göstermek, vefalı olduğumuzu anlatmak için unutmak, unutmak, unutmak gerekir. Unutmak, her zaman alçaklık değildir çünkü, bazen de bağışlamaktır. Aslında hiç unutamadığımız bir şeyi, bir tür bilgelik bilgisiyle, maskesiyle de diyebiliriz, hiç hatırlamıyormuş gibi yapmak da unutmanın erdemlerinden biri sayılabilir. Hem unutmazsak nasıl vefalı olabiliriz ki? Vefa, bazen bir insanı, bir anı, bir durumu unutmaktır, o insana rağmen elbette, o ana, yaşantıya, duyguya, duruma gösterdiğimiz vefa sebebiyle. Bırakalım şimdi ‘vefa bir semtten ibaretmiş meğer’ diye şairane, cümle kırması dizeler kurmayı, aslında vefa o ‘semt’ten hiç ayrılmamaktır, ayrılıp da üstüne timsah gözyaşları akıtmak değil! Vefalı olmak için unutmak zorundayız. Tuhaf mı geldi bu cümle? (...) Aşktan ihanete, tutkudan bağlılığa, dostluktan yoldaşlığa, fedakârlıktan inada, tüm duygularda ve değerlerde bir içerik değişimi, öz yitimi, boyut düşümü yaşanıyor. Vefayı bile reklam ettiklerine bakılırsa, bu hafifleme hayli sürecek demektir. O yüzden bu hafifliğe razı olmaktansa, vefayı unutmak daha vefalı bir davranış bile sayılabilir...”

11 Ağustos 2014 Pazartesi

Akşam Gazetesi Kültür-Sanat Servisi11.08.2014 

ABD'nin çok satan kitaplarından 'Yalnız Kadınlar Yazı' raflardaki yerini aldı. Beatriz William'ın yazdığı kitapta I. Dünya Savaşı sonrasında, birey ve toplumda açığa çıkamayan sosyal kargaşa anlatılıyor.

New York Times Bestseller Listesinden Bir Yaz Romanı: Yalnız Kadınlar Yazı  Kırmızı Kedi Yayınları tarafından Türkiye'de yayımlandı. Kısa sürede beğeni toplayan roman, eleştirmenler tarafından da yaz mevsiminde okunması gereken kitaplar listesinde gösterildi. Beatriz Williams’ın kitabı geçen yıl ABD’de yayımlandığında, Vanity Fair, The Oprah Magazine ve Good Housekeeping dergileri tarafından yazın okunacak en iyi romanlardan biri seçilmişti. Uzun süre New York Times çok satanlar listesinde yer alan roman, üç arkadaşın yıllara uzanan arkadaşlıklarını, hayatla ilişkilerini, değişimlerini ele alıyor.  
Kitabı yazarken nelerden ilham aldınız?  
Eşimin ailesi Connecticut eyaletinin güneydoğusunda yaşıyor. Burası o şiddetli New England kasırgasının meydana geldiği bölgeye çok yakın, bu nedenle fırtına beni uzun zaman büyülemiştir. Kasırganın meydana geleceğini kimse bilmiyordu, hava tahminleri sabah saatlerinin güneşli ve öğleden sonra hafif rüzgârlı olacağı şeklindeydi. Ancak kasırganın hızı Kategori 3 olarak tespit edildi, dalgalar 6 metre büyüklüğe ulaştı. Sahildeki yerleşim merkezleri tamamen silinmiş oldu. Bölgedeki bu kasabalar ve plaj yaşantısına dair hayatları düşünmeye başlamıştım, dar bakış açılarını, su yüzüne çıkmak üzere olan pek çok aile sırrını... Hikâye böylece kafamda şekillenmeye başlamıştı. 
Kitaptaki karakterler gerçek kişiler mi? 
Hayır. Şu ana kadar bilerek, gerçek yaşamdaki bir karakteri kitaplarımda hiç uyarlamadım sanırım. Karakterler, zihnimdeki pek çok birikim içinden, zaman zaman belli konuşma tarzlarının, tavırların ve yaşam öykülerinin karışımıyla ortaya çıkıyor. 
Değişimin romanı
Yalnız Kadınlar Yazı’ndaki favori karakterim, diyebileceğiniz var mı? Varsa, kim? 
Bir favori seçmek çok zor çünkü tabii ki, Nick ve Lily’ye bayılıyorum. Sanırım ana karakterlerinizi çok sevmelisiniz. Budgie, yazması oldukça zor bir karakterdi. Gizemli ve karakterini hemen belli etmiyordu. Ama kuşkusuz en eğlenceli olan, Lily’nin teyzesi Julie.

Sizce, okuyucunun Yalnız Kadınlar Yazı’ndan kendine çıkaracağı şey ne olacak? 
Umarım keyifli zaman geçirirler. Beni farklı hayatların içine çekebilecek kitapları seviyorum. Yalnız Kadınlar Yazı’nda da bunun olması için uğraştım. Kitap, sosyal ve cinsel kargaşanın her şeyi altüst ettiği Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki yıllarda, bireylerde veya toplumda açığa çıkamayan pek çok şeyi anlatıyor. Bu Seaview ve Western kültüründe oluşan gerçek bir kasırga. Ve kitap da bu detayları vurguluyor. 
Daha fazla gizem ve aşk
Bundan sonraki işler hakkında bilgi alabilir miyiz? Yeni bir şey üzerinde çalışıyor musunuz?  
Bu yıl çıkacak bir sonraki romanımı yeni tamamladım. Bu romanda Schuyler ailesinin farklı bir versiyonu uyarlanıyor. 1964 Manhattan ve 1914 Berlin dönemleri. Daha fazla gizem ve aşk hikâyesi, aileye başkaldırış... Hikâyede Julie Teyze, Nick ve Lily de görünecek.
Kaynak: http://www.aksam.com.tr/yasam/kultursanat/degisimin-romani/haber-330799

8 Ağustos 2014 Cuma



José Saramago'nun bu çarpıcı öyküsü, kimseyi varlığına inandıramadığı bilinmeyen bir adanın peşine düşen bir adamın ve tüm hayatını geride bırakarak bu arayışa katılmaya gönüllü bir kadının hikâyesini anlatır.


Bu çocuksu, masumane öykü, derin mimarisiyle birlikte ele alındığında birden kılık değiştiriyor ve Swift’i ya da Voltaire’i aratmayacak parlak bir felsefi metne dönüşüyor. Anlatı teknikleriyle oyunlar oynayan büyük yazar, okura yeniden harika bir okuma zevki sunuyor.


Emrah İmre’nin Portekizceden çevirisi ve Birol Bayram’ın desenleriyle okurun minör başyapıtlarından olacaktır Bilinmeyen Adanın Öyküsü.


“Saramago görünüşte sade bir öyküyü basit bir dille ve masum karakterlerle aktarıyor; okurlar, hayalperestler ve âşıklar psikolojik, romantik ve toplumsal altmetinleri fark edecektir.” 
Publishers Weekly



6 Ağustos 2014 Çarşamba

Mert Tanaydın

Edebiyat Haber 07.2014 


610052_2
Bizim Pascal Mercier olarak tanıdığımız yazar aslında felsefeci Peter Bieri. II. Dünya Savaşı’nın sonlarında, tüm Avrupa ve dünya kavrulurken diplomatik, finansal ve fiziksel dağların korunaklı kıldığı İsviçre’de, başkent Bern’de 1944’te dünyaya gelmiş Bieri.
Babası klasik müzik bestecisi. Kolejden sonra üniversite eğitimini kendi kentinde dilbilim üzerine görmekteyken, yeniden kurulan dünyada aşka verilen fırsatı kullanarak Londra’ya gitmiş. Orada İngilizce ve Hint bilimleri eğitimi görmüş. Yirmilerinin başında Latince, İbranice, Yunanca ve Sanskritçe bilen Bieri, Heidelberg’te felsefeye devam etmiş. 1970’lerde bilişsel psikoloji ve beyin üzerine çalışmış, Kaliforniya’daki Berkeley’de, Harvard’da, Berlin’de, Kudüs Üniversitesi’nde araştırmalar yapmış, dersler vermiş, 80’lerden itibaren Almanya’daki çeşitli üniversitelerde (Heidelberg, Marburg, Berlin) görev yapmış. Üniversitenin neredeyse şirketleri andıran performans ölçümlerine dayalı bir kurum haline geldiğini öne sürerek, emekliliğini istemiş, son yıllarda dışarıdan dersler veriyor. Tüm bunları yapan Bieri, doksanlarda içindeki yazarı, Pascal Mercier’yi de keşfetmiş ya da icat etmiş. Alman eğitim sisteminde yazarlara sıcak bakılmadığından (!), mecburiyetten. Ülkemizde Mercier’nin romanları Kırmızı Kedi Yayınları tarafından yayımlanıyor. Artık herkesin bildiğini sandığım Lizbon’a Gece Treni dışında da sarsıcı yapıtları var.
Sanatçının başarı takıntısının ne tür sonuçlara yol açtığına dair okunabilecek romanı Sahnede Ölümİlknur Özdemir çevirisiyle raflarda yerini almıştı. Sanatsal yönü oldukça gelişmiş bir burjuva ailesinin, yetimhaneden yetişmiş olmasına rağmen kusursuz bir piyano tamircisi ve hevesli bir besteci olmuş bir baba, talihsiz bir kazaya kadar güzel ve başarılı bir balerin olan, zengin aile kızı bir anne ve her biri tutkularını kontrol etmekte zorlanarak büyümüş bir oğlan (Patrice) ve bir kız (Patricia) ikiz kardeşten oluşanailenin etrafında kurulmuş, yoğun ve gergin bir roman ortaya çıkarmış Mercier. Piyano tamircisinin bestelerine yönelik tutkusunun, cinai sonuçlara bile ulaşan boyutları, sadece kendisini değil ailesini de sürüp götürecektir. Romanda kültürle dopdolu ailenin hiç beklenmedik bir şiddet eylemiyle hayatlarının tamamen değiştiği âna kadarki tüm öykülerini iki kardeşin birbirlerine yönelik yazdığı içdökme defterlerinden öğreniyoruz, bir bakıma komşu kahve masasında unutulan defterleri karıştıran davetsiz bir göz olarak. Mercier belki de romanında aktardığı pek çok duyguyu, kendi müzisyen babasıyla yaşamış Bieri’den esinlenmiştir.
Yakın zamanda, Mercier’nin son romanı Lea da, Neylan Eryar çevirisiyle okurlara sunuldu. Mercier’nin bir kere daha müziğe, başarı takıntılı müzisyene, bu sefer baba-kız üzerinden, aile ilişkilerine, kültürel olarak üst seviyede aşk denklemlerine geri döndüğü söylenebilir. Annesini kaybettikten sonra kemana tutkusunu yönlendiren genç Lea’nın, önce ilk öğretmeni Marie Pasteur’e, ardından gösterişli burjuva öğretmeni David Levy’ye sanki bir âşık gibi kendini kaptırmasına şahit olan babasının ağzından, genç müzisyenin ve tabii ona hayran babasının trajedisine kulak misafiri oluyoruz. Genelde Mercier, romanlarında ilk odağa aldığı ya da anlatıcı olarak seçtiği karakterlerinin, kendi buhranları içerisinde yollara düşmüşken karşılaştıkları ya da kendilerini analiz ederken hayat hikâyesine ulaştıkları, sonradan ortaya çıkan insanların anlatılarını çok daha iştahlı anlatıyor. Bu romanda da asıl anlatıcı, başarılıyken bir başka trajedi nedeniyle işinden ayrılmış bir cerrah. Tercih edilen paralel kurgu, Sahnede Ölüm’de olduğu gibi iki farklı defter/kardeş biçiminde değil de, daha çok dinlenilenin hikâyenin içine serpiştirilmesi şeklinde oluşturulmuş. Romandaki bazı ipuçları, Bieri’nin, bu sefer Hollandalı baba Martijn Van Vliet olduğunu sezdiriyor.
Sanatın kusursuzluğa giden, bir ömür boyu sürecek bir hazırlık olduğu klasik müzik alanında, kendilerini takıntılarına kaptırıp halihazırdaki yeteneklerini hor gören kahramanlarıyla Pascal Mercier romanları, okurlara derinlikli birer uyarı sanki: Zamane trajedileri insanların aymazlıklarıyla gelir.

Kaynak: http://www.edebiyathaber.net/kultur-basari-hirsi-ve-trajedi-merciernin-yapitaslari-mert-tanaydin/

4 Ağustos 2014 Pazartesi

Burak Abatay
BirGün Kitap Eki

Son zamanlarda Türkiye edebiyatına armağan edilmiş, günümüz çağının adi sermaye döngüsünün baş çarklarını işaret eden ve bunun karşılığında da bu çarkların araçlarını, ahlakı, normları, yasaları, üzerine düşünemeyecek kadar olan zamansızlığımızı anlatan bir roman Kırmızı Kedi etiketiyle raflardaki yerini aldı. Yazar Hüsnü Arkan, Hırsız ve Burjuva ile İsyanın ezilenler için tek kurtuluş olduğunu ifade ederken Karanlık Orta Çağ’ın aydınlanmasının teknolojik gelişmelerle değil, özgürlükle olacağını da sözlerine ekliyor. Hüsnü Arkan’la 6. Kitabı üzerinden, özgürlüğü, ahlakı, burjuvaziyi ve elbette ki isyanı konuştuk.
    Hırsız ve Burjuva, yayımlandığı gün itibariyle yaşananlardan dolayı siyasi konjonktürün içerisinde yer edinebilir bir kitap oldu. Para sadece çalınabilir bir şey midir?
    Kitap konjonktürün ne kadar içindedir, onu bilemem ama kazara olmuştur diyemeyeceğim. Çünkü adalete, eşitsizliğe, mülkiyete ilişkin sorular, benim gibiler için siyasî gündemde önemini hiç kaybetmedi. Bu sorular yüzünden, arkasına yaslanıp okuyucuda müsekkin etkisi yaratacak şeyler yazamayanlar hep olacaktır. Romanda anlattığım şeyler, siyasî edebiyatın son iki yüzyılda defalarca anlattığı merkezî temayı işliyor. Bu kadar geniş ve derin bir antolojinin varlığı hesaba katılırsa, içinde yaşadığımız sistemde eşitsizliğin giderilemeyeceğini, adaletin bu sistemde mümkün olmadığını artık herkesin çok iyi biliyor olması gerekirdi. En azından herkes bunu biliyormuş gibi yapabilirdi. Ama bilmiyormuş gibi yapıyorlar… Bu durumda benim de iki yüzyıldır yazılanları tekrarlamaktan başka çarem kalmıyor; mülkiyet hırsızlıktır ve onun en basit, en karmaşık ahlakî tanımı budur. Bundan daha güncel bir hikâye yoktur. Bize adalet vaat edenler kelimelerinin birer yalan olduğunu biliyorlar. Geçenlerde çok ciddi bir biçimde kaleme alınmış, böyle yazıldığı için de komik olmuş bir yazıda eşitlikçi ütopyaların çökmüş olduğu müjdesini bir kez daha okudum. Bu iddia yaşadığım çağda insanların çoğuna gerçekmiş gibi görünüyor. Sistemin ideologları, karşılarında bir ideal görmekten, bir ütopya görmekten nefret ediyorlar. İnsanoğlunun yaratabileceği en mükemmel sistemin kapitalizm olduğuna dair kendinden menkul bir imanları var… Bu iman Hıristiyanların ya da Müslümanların imanına benzemiyor. Eyüb’ün Tanrı’ya başkaldırmasına bile iyi gözle bakmıyorlar. Kârlarının yüzde kırkını bile zekât olarak vermekten kaçınmanın yollarını arıyorlar. Ahalinin Tanrı’dan çok kapitalizme inanmasını istiyorlar. Modern bir din bu… Ahlakın içini boşaltıyorlar. Avrupa’da yayınlanan reklamların gelirleriyle Afrika’da her yıl bilmem kaç bin tane su kuyusu açılabiliyor. Silahlanmaya ayrılan harcamalara hiç girmeyelim… Kapitalizmin, son iki yüzyılda olgunlaşan bu yeni dinin sunduğu tek bir şey var; adaletsizlik. Hırsızlığı yapanlar, parayı çalanlar insanların ortak mülkünü çalıyorlar.
    Kitapta rastladığımız birçok kavramdan bir tanesi de kader olgusu. (Ör. sy. 39 İlk iki paragraf) Kitapta Hadım Bey haricinde kendi kaderine tepeden bakan kimse görülmüyor. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?
    Her sabah saat altıda evden çıkıyorsanız, uzun bir iş gününden sonra akşam sekizde, dokuzda eve dönüyorsanız, TV’de dizi filminizi izleyip uykuya dalarsınız… Kaderinize tepeden filan bakacak ne zamanınız ne de gücünüz kalır. Elbette, küçük insanlara özgü bir hâkimiyet alanınız vardır… Üç beş kuruşluk ücretinizi nasıl harcayacağınız, nasıl tüketeceğiniz konusunda sizi özgür bırakırlar. Ama bu özgürlüğü de seçimlerinizi belirleyerek elinizden alırlar. Kader denen şeyin neye benzediğini her faciada, her cinayette görüyoruz. En son Soma’da gördük. Adam çıkıp diyor ki, bu kaderdir, fıtratında vardır. Bu yalnızca siyasî bir gaf değil. Bu, burjuvazinin kullandığı yabancılaştırma efekti… Şehit ilan edeceksin ve cennete göndereceksin… Adamlar kendilerini Tanrı yerine koyuyorlar.
    Ahlakçılık ya da toplumsal normlara eyvallah etmek sınıfsal bir kimliğin ürünü müdür?
    Kimin eyvallah ettiğine ve ahlakçılıktan ne anladığımıza bağlı… Ahlakçı olmakla ahlaklı olmak arasındaki fark, bir açıdan, kuralları koymakla kurallara uymak arasındaki farka benzer. Kuralları mülk ve erk sahipleri koyuyor. Kendileri uymak zorunda değillerdir. Uymak zorunda olanların kimlikleriyse öğrenimle, deneyimle olgunlaşır. Bu yüzyıl, tıpkı geçen yüzyıl gibi bize çok şey öğretecek. Çünkü burjuvazi hâlâ aç. Ama onlar iktidara ve paraya ne kadar açsa, biz de özgürleşmeye o kadar açız. Bu gerçek, çatışma alanları doğuruyor ve doğuracaktır. Sınıfsal kimlikler bu çatışma alanlarında ortaya çıkıyor.
    Burjuvanın bir ahlakı olabilir mi?
    Olabilir mi değil, vardır… Kapitalizm bütünsel ahlakî değerler içerir. Hani özgürleşme yanlıları için diyorlar ya, bütüncü ahlakî çözümlemelerin zamanı geçti diye… Kapitalizm bütüncü çözümlerin Allah babasıdır. Aidiyet, millî ve dinî birlikler, miras hukuku, büyük aile ve sülale meselleri; bütün bunlar çok kutsaldır. Bayraklar ve ulusal marşlar çok kutsaldır. Bunlara karşı çıkanları cezalandırırlar. Hatta bu kutsallık ilgisini kendi muhaliflerine de bulaştırırlar. Ama bütün bu bütüncü yapı içinde bireye tek bir çıkar yol sunulur: Başının çaresine bak! Bu dayatmayı kabul etmek, burjuvazinin ahlakını kabul etmek anlamına gelir. Burjuvazinin ahlaksızlığı bir ahlaka sahip olmasıdır. Onda sahte olan şey ahlaksızlığı değildir, ahlakıdır.
    Burjuvayı yönetmek nasıl mümkündür?
    Yönetmek bir yana, burjuvayı doğurabilirsiniz bile… Onun adına hükümler yaratabilirsiniz, onu yönlendirebilirsiniz. Siyasi mekanizmalar biraz da bu işe yarar. Prens Bismarc, Napoleon Bonapart, Orta-Doğu’daki Baas hareketi, bizdeki Kemalist hareket; bütün bunlar gerçek siyasî görüngüler… Bizler dikkatimizi yalnızca kural olana ya da kural olduğunu düşündüğümüz şeye veriyoruz. Oysa hayat istisna ve rastlantılarla dolu ve çoğu zaman neyin istisna neyin kural, neyin rastlantı neyin olanaksızlık olduğunu anlayabilecek durumda değiliz. Ama dediğim gibi, bunlar siyasî görüngüler… Ekonomik görüngüler bu denli tutarsız ya da kaypak değildir. Daha geniş tarihî dilimlerle baktığımızda, sınıf davranışlarının siyasî güçlerin kararsızlığını örttüğünü görürüz. Bazen yirmi otuz yılda örterler, bazen de yüz yılda, iki yüz yılda.
    Hırsızlık nedir? Trilyonluk yolsuzluklarla ütü çalmak aynı tanımın ürünleri midir?
    Hayvanların doğal çevreyi ve o doğal çevredeki zenginlikleri sahiplenmelerini örnek göstererek, hırsızlığın bir doğa kanunu olduğunu kanıtlamaya çalışmak kadar aptalca bir şey yoktur. Küçük çocuklarda yaygın olarak görülen “aşırma” huyunun eğitimle önünün alınabildiğini herkes bilir. Yani insan hayvana benzemez; doğanın hayvan kadar yakın bir uzantısı değildir. Ama büyük yolsuzlukların failleri birer hayvandır. Eylemlerini de toplumsal yasaların doğal yasallıklarla en azından benzerlikler gösterdiği vurgusuyla mazur göstermeye çalışırlar. Şeyh Galip, Mevlana’yı övmek için “çaldımsa mirî malı çaldım,” dedi ya; işte o mazurdur. Bunların çaldığı mirî malı filan değil. Düpedüz halkın kursağındaki ekmeği çalıyorlar.
    Kitapta hayal satan bir ihtiyar “Sadece salaklar ikinci el bir gerçeğin içinde yaşamayı kabul edebilir. Çünkü onların hayalleri ikballeriyle sınırlıdır” diyor. Elden düşme gerçeklerin hiç mi kazanımı olmadı insanoğlu için?
    Avrupa ortaçağını yaşayan insanların çoğu birer kayıptır… Onlara artık insanoğlu diyebiliyoruz. Daha iyi bir yaşamı hayal edemedikleri için o yaşama dört yüzyıl boyunca mahkûm olmuşlardır… Ama aynı zamanda çaresizdirler, başka türlü düşünme ve hareket etme olanağından yoksundurlar. Kepler, yıldız falına inanmadığı halde kralın falcılık teklifine açık bir olumsuz yanıt veremedi. Bugünün bilim insanlarından çok mu farklı düşünüyordu? Ya da genel olarak gökyüzü hakkında bizim bugün bildiğimizden milyonlarca kat daha azını mı biliyordu? Hayır. Günümüz astronomisi onun ve onun gibilerin teorileriyle kuruldu. Yalnızca farklı bir çağda yaşıyordu. Bu çağı şimdi hayal edemiyoruz. Salaklarla kurbanların karışması belki de bu yüzdendir. Elden düşme gerçek dediğim şey bugün içinde olduğumuz, elimizde tuttuğumuz gerçektir. Ortaçağda yaşayanların içinde oldukları, ellerinde tuttukları gerçektir. Yaşamlarını zekâta, sadakaya hapseden inanmışların gerçeği… Çünkü başka türlüsünü hayal edemezler. Biz de edemiyoruz. Dünyayı bugünküne çok benzer olarak yaratılmış bir sistem olarak görüyoruz. Burada özgürleşmenin genişlediği tarihi alanlara dikkat göstermek gerekiyor. Örneğin 19. Yüzyıla ve o yüzyılın düşünürlerine… 68 hareketine ve Türkiye’deki yansımalarına… Bugünün Latin siyasetine… Hayal gücünün ve gerçekliğin ne olduğu konusunda onlardan öğrenebileceğimiz çok şey var. 8. Evren’in öğrenilerine göre; kızının okul harçlığı için telefonla seks yapan kadın, kaçak rakı satan bakkal, temizliğe gidenler, kot taşlamacılığı yapanlar, orospular, birahane müdavimleri, mahalle sakinleri yaptıkları işlerden ötürü suçlu değillerdi. Çağrı da tam da burada “Bütün masumlar ayaklanın! Bağışlanmada adalet isteyin!” üzerine. Masum insanlar kimden isteyecekler bunu? Ya da bir diğer deyişle bağışlanma kim tarafından yapılacak? İsyan, öğrenilen bir şeydir; kimse doğuştan isyankâr değildir. Masum kalmanınsa iki yolu var. Ya her şeye katlanacaksınız ya da her şeye isyan edeceksiniz. Kitlelerin şiddetiyle bireysel şiddet ayrı şeylerdir. Kitlelerin şiddeti adam öldürmez, yalnızca talep eder. Ama ölümüne talep eder. Tabii ki bağışlanmada adalet isteyeceğiz. Kursağına beş kuruş haram girmemiş birinin masumiyetiyle, hayatı boyunca hep haram yemiş birinin masumiyeti aynı şey değildir. İkisi de aynı Tanrı’ya dua eder ama aynı şey değildir. Burjuvazinin elinden Tanrı’yı alırsanız, burjuvazi açıkta kalır. Sömürülenlerin elinden Tanrı’yı alırsanız hiçbir şey olmaz… Kısacası bizim projeksiyonlara ihtiyacımız yok. Tam tersine, adaleti içselleştirmeye ihtiyacımız var.
    Evren için rüyalar ve hayallerin, Hülya ve Hadim Bey için ise hikâyelerin çok önemli bir yeri var. Sizin için durum nasıl?
    İnsan, yaşadığı gerçeklikten ibaret, tek katmanlı bir yaratık değil. Beynin fizyolojisi rüya görmeye, tasarlamaya, hikâyeler uydurmaya elverişli… Biri çıkıp size şunu derse sorgulamalısınız: “Artık dinlerden başka bir hikâyeye, cennetten başka bir hayale ihtiyacınız yok!” Ortaçağda suç olan şeyler bu çağda moda! Adamlar Kâbe’yi uzay mekiği haline getirdiler. Artık iki kilometreden tavaf edebilirsiniz. Bunu üç yüz yıl önce hayal edemezdiniz. Hayal etmek bir yana, bu bir suçtu. Öte yandan, Amerikan hükümetinin kendi düşmanlarına karşı davranış tarzına bakmalı… Artık bir savaş hukukunu gözetmiyorlar. Vietnam’la başlayan barbarlıklarını yasallaştırdılar. Onlar hayallerini gerçekleştiriyorlar. Bir gün çalışanlar da gerçekleştirecektir. Bu umudu taşımazsak özgürleşmede bir adım bile ilerleyemeyiz.
    Hırsız ve Burjuva ile ne yapmak, neyi vermek istediniz?
    Tam olarak dünyadaki temel çatışmayı vermek istedim. Bugün bu çatışmayı çok iyi gizliyorlar. Medya, siyasî mekanizmalar, akademi çok iyi gizliyor. Neredeyse temel çatışmanın Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında olduğuna inanmaya başlayacağız… Medeniyet Çatışmaları tezi bunu öngörüyor. Hükümetimizin öngörüsüz siyasetleri bunu öngörüyor. Dahası, etliye sütlüye karışmamayı yeğleyen edebiyatımız da bunu öngörüyor. Asıl çelişkinin doğuyla batı arasında yaşandığı ifadesi çok eski bir yalandır. Afrika’nın yoksulluğu sınıfsal bir sorundur. Zenginlikler arası farklılıklar sınıfsaldır. Osmanlı’nın son iki yüzyılında kendi içine göçmüşlüğü, yeni Türkiye’nin açmazları ve ona biçilen ömür; bütün bunlar sınıfsaldır. Dünyayı yirmi bin aile idare ediyor. Karşılarında devasa bir çalışanlar yığını var… Asıl çelişki burada. Tarih, sandığımız kadar vefasız değildir. Gezi olayları gösterdi ki, Türkiye kendi 68’ine dönmek istiyor… Devlet şiddetine karşı yeni silahlar keşfediyor. Bin kere daha başarısız olacağız. Ama başarısız olmak adaletsiz yaşamaktan iyidir.
    Yalnız Değiliz üzerine söyleştiğimizde muhalif şeyler söylemek için Türkiye’nin son yıllardaki durumu fazlasıyla ilham verici bir hale geldiğini ifade ettiniz. Bu sanıyorum ki son sürat devam ediyor siz sanatçılar için.
    Sanatçı kisvesini pek sevmiyorum. Mahallemde kimse beni sanatçı olarak tanımıyor; insan muamelesi yapıyorlar; bu da benim hoşuma gidiyor. Muhalif olmak için bir yerden başka bir yere geldiğimiz doğrudur… Ama aslında bizler konum değiştirmiyoruz. Konum değiştiren toplum… Başkaldırmayı, talep etmeyi, katılmayı öğreniyorlar; yaratmayı ve yeni siyasî süreçler üretmeyi de öğrenecekler. Çalışanların muhalefeti yoksa sanatçının muhalefeti çok şey ifade etmez. Bazı inatçı adamlar çıkar, sözlerini söyler, giderler. Bunları çoğunlukla kimse dinlemez. Ancak yazdıkları, söyledikleri bir yerlerde kalır. Ben, Aziz Nesin’in bir gün hortlayacağına inanıyorum. Cervantes nasıl hortladıysa o da hortlayacaktır. Kendi çıkarlarını görmezden gelen bir toplum sürekli bu halde kalamaz.
    Romandaki sıkça yapılan alıntılar sizin için ne ifade ediyor?
    Bunlar her şeyden önce benim sevdiğim, okuduğum, okuyarak tanışmaktan memnun olduğum yazarlar ve şairler. Tabii ki Churchill hariç… Diğerleriyle onun arasında belirgin bir fark var.
    Kitaptaki maymun ve muz örneklemesinden yola çıkarak mükafatsız bir cefa biz insanlara göre değil midir?
    Ödülsüz uğraşıyı maymunlar bile istemez… Laboratuarda peynir labirentine giren fare bile istemez… Ama bir yığın hikâye, birçok dinî ve millî aidiyet kolaylığı, bir sürü vaat uydurarak insanları maymundan ve fareden daha aşağılık duruma düşürebilirsiniz. Bir insanı bir madende ayın otuz günü çalıştırabiliyorsanız, o insan o çalışmasından ötürü gıkını çıkarmıyorsa, evet, cefa biz insanlara göredir. Ama işler her zaman mülk sahiplerinin istediği gibi gitmez. Hatta son tahlilde maymunlar ve fareler kazanır. Bu boş bir laf değil. Kölelerle köle sahipleri arasındaki adaletsiz savaşı kim kazandı sanıyorsunuz? Sonuç kesinleşti mi? Burjuvazi mi kazandı? Bunu söylemek için henüz çok erken. Daha çok şey göreceğiz. Ancak adanmışlık kültürü de eleştirilemez bir şey olmaktan çıkmalıdır. Barbarlığın önüne geçmenin tek yolu bu; bireyin siyasallaşması ve kendini şiddeti reddedebilecek bir güç olarak hissedebilmesi…
    Fantastik olgular, edebiyatınızda güzel bir lezzet. Bu kitapta da es geçmemişsiniz. Garip yaratıklar, düşsel yaratıklar, ucubeler; bunlar gerçek hayatta sanatçıların tasarladıklarından daha fazla…
    Bir teyze çıkıyor, ‘ben başbakanın götünün kılıyım,’ diyor. Tolkien’in romanlarında bile böyle bir kahraman bulamazsınız. Salvador Dali’nin resimlerinde böyle bir figür yoktur… Bayağı lezzetli… Bir bakan çıkıyor, “ben bunları ne için, kimin için yaptım,” diyerek ağlıyor. Yaptığı şey yolsuzluk… İnsanlar bunları seyrediyorlar ve hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına devam ediyorlar. İşte size fantastik! Yoksullukla zenginliğin karşıtlığı bu çağda bu biçimde tecelli ediyor. 

    Kaynak: 
    http://rubininki.blogspot.com.tr/2014/06/husnu-arkan-birgun-roportaj25062014.html
Bedia Ceylan Güzelce
Radikal Kitap Eki 15.03.2014 




Hüsnü Arkan yeni romanı Hırsız ve Burjuva’da, Evren, Gülgün ve Ruhan karakterleri üzerinden bir yakın Türkiye tarihi portresi çiziyor. Arkan ile romanını konuştuk.
Zamanlama olarak manidar bir kitap. Siz bu romanı ne zamandır yazıyorsunuz?
Hırsız ve Burjuva, epeydir masamda duran bir dosyaydı ama üstünde ciddi olarak çalışmaya 2012’de başladım. Adını kastediyorsanız, adı başından beri buydu; Hırsız ve Burjuva. Bunun son hükümetle ve son hükümetin sunduğu olanaklardan faydalanan Anadolu sırtlanlarıyla özel bir ilgisi yok… Genel bir ilgisi var. Hırsızın ve burjuvanın aynı kişi olduğuna inananlardanım. Dün, bugün, gelecek fark etmiyor. Sermaye birikimini bana kimse şansla, girişkenlikle ve girişim özgürlüğü gibi kendinden menkul kavramlarla açıklayamaz. Burjuvazi hırsızdır ve miras hukuku bu hırsızlığı korumak için vardır.
Hikâye 1980’den günümüze uzanan bir boşluğun, toplumun bilincinde açılan bir oyuğun içine giriyor sanki… Böyle bir oyuk var mı sizce de?
Dünya tarihinde düz yer bulamazsınız; her yer delik deşik ve oyuktur. Ayrıca toplum bilinci dediğiniz şey de sosyologların uydurmasıdır. Bilinç kişisel bir şeydir; toplumların düşündüğü ancak varsayılabilir. Biz Türkiye’de yaşayanlar kendi ülkemizi çok önemsiyoruz. Oysa önem nesnel bir şeydir. Ben Moğolistan’ın ya da Ruanda’nın bölgelerinde oynadıkları rollere bakmam. Ortalama bir Moğolun, bir Ruandalının ne kadar özgür olduğuna bakarım. Bireyin özgürlüğü nesnel bir kıstastır. Olanaklarınızın genişliğiyle ilgilidir. Çoğunluk Shakespeare’e ya da Chopin’e ulaşamıyorsa o halkın özgürlüğü benim açımdan tartışılabilir bir şeydir. Çoğunluk karnını doyurmak için çöp karıştırıyor ya da seçim dönemlerinde zekât bekliyorsa o çoğunluk özgür değildir. Dünya nüfusunun yüzde üçünü oluşturan bir ülke, dünyanın ekonomik hacminin binde sekizini üretebiliyorsa o ülkenin yurttaşları kapitalist ölçeklerde bile başarılı sayılamaz.
Romandaki Evren karakterinin çıkış noktası neydi ya da kimdi? Bu karakteri meydana getiren unsurlar nelerdi?
Evren, bir hırsız. Burjuva olmayan, sıradan, normal ve küçük bir hırsız. Hatta hırsız olmadığı bile söylenebilir; yalnızca çalıntı mallar satıyor. Dolap çevirmek bu tiplerin bildiği tek iştir. Kolay para kazanmak, bir mesleği olan sıradan insanların harcı değil… Kimin harcıdır diye sorarsanız onu bilemem. Romanda, burjuvanın hırsızlığıyla boy ölçüşebilecek düzeyde bir eylem sergilemiyor Evren. Geçinmeye çalışıyor ve “sıradan” biri olarak yaşıyor. Bu sıradanlığın nasıl bir şey olduğunu anlamaya çalışmalıyız. Turgut Özal, “Benim memurum işini bilir” dedi ya, bunu anlamaya çalışmalıyız. Sıradan insanın bir hırsıza dönüştürülmek istendiğini anlamalıyız. Kemal Sunal filmlerini anlamalıyız.
Evren vaktinden erken doğan bir bebek. Yaşamı itibariyle de kendi zamanını bulamamış bir karakter. Böyle zaman kaymaları içinde kaç insan kaybolup gitmiştir sizce
Yaşadığımız sistemin adı kapitalizm… Ancak sistemin sıradan insanları ne tür ahlaksızlıklara yönelttiği konusuyla ilgiliyse şöyle yanıtlayabilirim: Birey, bir açıdan toplumsal süreçlerin dışavurumudur. Birey, çevresinde olup bitenlerin herhangi bir sonucundan ibarettir. Birey, bu durumla baş edebilmek arzusu taşıyabilmek zorundadır. Onu bu arzuyla donatmak demokratik olduğunu öne süren eğitim politikalarının görevidir. Eğitim politikaları bunu başaramazsa ortaya salak çocuklar çıkar. Karşılaştıkları her soruya “Ne demek istiyorsun babacığım,” diye yanıt verirler. Türkiye’de hiç zaman kayması olmadı. Hâlâ 1876’dayız, hâlâ 1908’deyiz. II. Abdülhamit, Mithat Paşa’ya sordu derler ya, öyle. “Ne yani, Çıplak Mustafa’yla ben eşit mi olacağız?” Bunlar da soruyorlar: “Ne yani, eşit mi olacağız?” Ben de diyorum ki, tabii ki eşit olacağız birader. Ben suç işlediğimde yargılanıyorsam sen de yargılanacaksın. Suçun sabit görülürse de hapis yatacaksın. Sevan Nişanyan’ı utanç verici bir biçimde cezaevi cezaevi gezdiriyorsun ya, öyle…
1980 darbesi, “aşk”ı besledi mi yoksa onu da bastırdı mı?
Bu soru aklıma İlya Ehrenburg romanlarını ve bir de Louis Aragon şiirini getirdi. Mutlu Aşk Yoktur ya da Paris Düşerken… Ama bütün bunlar bana şimdi çok anlamsız geliyor. Çok daha yakın duygular var. Okurlara sol hareketin deneyimlerini, Kürtlerin son otuz yılda yaşadıklarını okumalarını öneririm.
Ruhan, belki de içinde bulunduğu koşullardan dolayı, acımasızlaşmış bir karakter. Onun hayatını devam ettirme şeklinin bugünde nasıl bir karşılığı var?
Ne yazık ki, işledikleri cinayetlerle, uyguladıkları baskılarla geçinen, bütün bunları yaparken devletten maaş alan insanlar var. 12 Eylül’den sonra yüz bini aşkın insan işkenceden geçti. Kürt köyleri kendiliğinden alev almadı. Bunları birileri yaptı. Bugün gazetecilerin evlerini basanlar, Berkin’i ölmeye mahkûm edenler, sokaklarda insanların kafalarına gaz fişeği atanlar, gençleri öldürenler aynı adamlar. Bunlar öldürdükleri için para alıyor. Devlet böyle bir şeydir. Masumları öldürenlere para öder.
Bu roman sizin yazarlığınızda nasıl bir yerde duruyor. Sizin için ayrı bir yeri var mı, varsa neden?
Hırsız ve Burjuva’da dünyayı dolaysız olarak anlamaya, yaşadıklarımızın nedenleri hakkında genel bir çerçeve oluşturmaya çalıştım. Kapitalizm nedir? Ne değildir? Bundan ahlaki sonuçlar çıkar mı, kapitalizmde ahlaklı kalmak mümkün müdür, bizler sığ insanlar mıyız, derinlikli miyiz, dahası bizler neyiz? Sistemin köpekleri miyiz? Kurnaz mıyız, tilki miyiz, hakikaten bazı şeylere inanıyor muyuz, Tanrı’ya inanabilme ihtimalimiz var mı? Birbirimize madik atarken birbirimizi soylu ve masum insan ilan etmemizin nedenleri nelerdir? Biz ne kadar gerçeğiz, tarih alanında yüzyıl sonra bizi nasıl görecekler? Biz Sodomlu muyuz, silme günahkâr mıyız? Biz ne yapacağız bu hırsızlar ve uğursuzlarla? Boyun mu eğeceğiz? Silkinecek miyiz? Bütün bu soruların durduğu yer, romanın durduğu yerdir.
Bu dönemde müziğin gücü iyi anlaşılıyor mu sizce?
Müzik iktidarda olmanın bir biçimidir. Mülk sahipleri onun önünde bugüne kadar çok eğildiler ve hâlâ eğiliyorlar. Bir kral ya da bir başbakan Mozart dinlerken benden daha mutlu olamaz. Hatta ben çoğundan daha mutlu olduğumu söyleyebilirim. Bu gücü elinde tutan adam Mozart’tır. Dinlerken onunla birlikte yeryüzünde olan biten her şeye güler, her şeye ağlayabilirsiniz. Müzik duygularınıza yol gösterir. Baş edemediğiniz düşmanlara karşı sizinle birlikte savaşır.
Kaynak: http://kitap.radikal.com.tr/makale/haber/boyun-mu-egecegiz-silkinecek-miyiz-393483

3 Ağustos 2014 Pazar

Melisa Ceren Hasmaden

Edebiyat Haber 07.2014 


İnsanın Acısını İnsan Alır, daha adından okuru saran, sarsan bir kitap. Usta şair Şükrü Erbaş'ın kaleminden

çıkma, insana dair sorunlardan insanın var ettiği topluma, toplumsal meselelere uzanan bir yepazeye 

yayılan düzyazıların ilk cildi. Düzyazı diyip geçersek, kitaba haksızlık olacak. Şükrü Erbaş'ın şiirindeki 

ustalığın gölgesi elbetteki bu metinlere de düşmüş. Yer yer şiire düzyazıdan daha çok yaklaşan denemeler, 

öyküye kayan şiirler ve Şükrü Erbaş'ın her zamanki samimi, içten üslubuyla, dupduru Türkçesiyle, bir şiir 

kitabı olmasa da tam bir Şükrü Erbaş kitabı İnsanın Acısını İnsan Alır.

Daha önce başka bir yayınevi tarafından basılan, ancak uzun zamandır aranıp da bulunamayanlar listesinde 

yer alan İnsanın Acısını İnsan Alır'ın okurla yeninden buluşması vesilesiyle Şükrü Erbaş'la, ya da okurlarının 

imza günlerinde, söyleşilerinde ona hitap ettiği şekliyle, Şükrü abiyle kısa bir söyleşi gerçekleştirdik. 

-Bağbozumu Şarkıları'nda yer yer neredeyse düzyazıya kayan şiirlerinizle karşılaşmıştık. Düzyazılarınızın 

bir araya getirildiği İnsanın Acısını İnsan Alır'da ise şiirsel denemeleriniz var. Acaba Şükrü Erbaş yazını için 

yeni bir biçem arayışı/biçem yaratma denemelerinden söz edilebilir mi?

-Biçem arayışı, evet, ancak biçem yaratma çok iddialı olur. Dünya edebiyatında da, bizim edebiyatımızda da 

benden önce yazılmış çok başarılı örnekleri var bu “tür”ün... Ne yazarsam yazayım, güncel siyasal bir konu 

da olsa, çaresiz bir şekilde dilim, şiirin dilinden kopmadı, kopamadı. Bu iyi mi, kötü mü, hâlâ bilmiyorum! 

Şiir için bazen yük olan öykülemeyi, bir başka ifadeyle minimal öykünün olanaklarını; öykü için bazen son 

derece sıkıcı olan düz anlatımın yavanlığını şiir dilinin dolayımlı çağrışım olanağıyla harmanlayarak; bunları 

denemenin alçakgönüllü bilgeliğiyle buluşturarak, yoğunlaştırılmış metinler yazdım. Bir süre sonra bundan 

hoşlandım. Cümleler / dizeler arasında boşluk olmayan bir örgüyle, okurun giderek tembelleşen şiir ve yazı 

okuma macerasına azıcık müdahale etmeye; metnin onlara, onların metne hücrelerine kadar işleyeceği 

bir okumaya sessizce davet etmeye çalıştım. Azıcık “kibirli” bir cümle kuracak olursam, bu denemelere 

yöneltilen en büyük eleştiri, bunların şiir olduğu yönünde oldu. 

-Düzyazı ve şiir: Yazma deneyimi ve olanakları açısında nasıl bir farklılıkları var sizce? İnsanın Acısını İnsan 

Alır'daki metinlerin şiir değil düzyazı formunda yazılmasının bir nedeni olsa gerek...

-Bu sorunun bir bölümünün yanıtını önceki soruda verdiğimi düşünüyorum. Bu biçimin nedeni 

üzerine birkaç söz etmeye gelince... daha önce benzer bir soruya verdiğim yanıtın bir bölümünü 

paylaşırsam, umarım sizin için bir sıkıntı olmaz... Halk şiirimizin, divan şiirimizin o bildik, 

geleneksel kalıpları, aynı zamanda bu şiirlerin hapishanesi olmuştur. Bu hapishaneyi yıkmış 

görünen modern şiir, şairlere sınırsız bir özgürlük alanı açmıştır ama bu da şairi zamanla bir 

kolaycılığa götürmüştür. Özle biçimi iki ayrı kategori gibi gören bu kolay algı, dille bir mimari yapı 

kurmak yerine, şiiri, yerli yersiz dize kırmaya, sözcük oyununa, zekâ sergilemeye hapsetmiştir. 

Görece özgür bir biçim içerisinde, akla gelen her şeyin söylendiği, kişisel narsizmin özgünlük 

sanıldığı, bin bir kuşatmayla parçalanmış duyguyu aklın önüne koyan, dünyayı şair için safra sayan 

bir başka hapishaneye vardırılmıştır yazmak... “Saf şiir” adına gerçeklik küçümsenmiştir. Bu algı 

ve bakış, şairi seyrek dokulu bir şiire götürmüştür; anlatımcı şiirden uzaklaştırmıştır; dramatik bir 

yapı kurmanın olanaklarını elinden almıştır. Biraz da buna bir tepki olarak yöneldiğimi söylemek 

yanlış olmasa gerek.

-Edebiyatın diğer alanlarıyla, sanatın diğer dallarıyla ilişkiniz nasıl? Türkülere olan merakınız ünlüdür 

mesela. Şükrü Erbaş'ın edebiyatı buralarda hangi damarlardan beslenir?

-Türküleri çok severim. Şairden çok türkücü sayılacak kadar çok severim. Bildik bir söz olacak ama müziğin 

her türünü çok severim. Özellikle etno-müziği. Şiirsel imge adına, hiçbir kaygıya kapılmadan bireysel-
toplumsal bir derdi söylemek adına, çığlığını dünyaya salmadaki cesaret adına, sözün gündelik dildeki 

kalıplarının aynı sözlerle nasıl kırılabileceği adına, içtenliğin nasıl bir yaratıcılığa dönüştüğü adına... daha 

pek çok şey sayabilirim, türkülerden öğrendiğim çok şey oldu. Yaşım itibariyle, hücrelerim onların yarattığı 

duyarlılıkla yoğruldu. Ancak, onları tekrar etmedim. Edemem. Edilemez zaten. Onlardan, çağdaş şiire nasıl 

katkılar sağlayabilirim, geleneği yeni hayatları dillendirmede nasıl kullanabilirim, bunları becerebildiğim 

kadar yapmaya çalıştım. 

Resim, tiyatro, heykel... İlişkim sınırlıdır ne yazık ki... Beni haklı çıkaracak epeyce bir neden sıralayabilirim 

ama hiçbirinin de hükmü olmaz... 

-Geçtiğimiz günlerde yıl dönümü olan Sivas Katliamı'nda siz de dostlarınızı kaybettiniz. "İnsan bağışlayarak 

yener yanlışı" diyorsunuz İnsanın Acısını İnsan Alır'da. Siz bağışlayabildiniz mi? Eğer bağışlayabildiyseniz 

bunda yazının bir payı/rolü var mıdır? 

-Hayır... Sıvas, Gezi’deki çocuklar, Roboski... Bizim yaralı tarihimiz böyle binlerce kıyımla dolu... Son 

zamanların çok sevdiğim bir sözü var: Unutursak kalbimiz kurusun. Ben, ancak kendi kişisel acılarımın 

sebeplerini bağışlayabilirim. Ve bu bağışlamada elbette yazının büyük katkısı vardır. Babamın bana 

çocukken vermediği sevgiyi, ölümünden yıllar sonra yaza yaza ondan almaya çalıştım, aldım. Ama kocaman 

bir toplumsal acıyı bağışlamak ne mümkün... Sonra bu bana düşer mi hiç? Ben Tanrı değilim. İyi ki de 

değilim. 

-Vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.

-İlginiz için ben teşekkür ederim...

Kaynak: http://www.edebiyathaber.net/sukru-erbas-bizim-yarali-tarihimiz-binlerce-kiyimla-dolu/