30 Kasım 2013 Cumartesi


Fernando Pessoa: 
“Ben felsefeden esinlenmiş bir şairdim,
yoksa şiirsel yetilere sahip bir filozof değil.”



Yirminci yüzyılın hiç şüphesiz en özgün yazarlarından biri, şiirden öyküye, tiyatro oyunundan düşünce metnine dek edebiyatın her alanında binlerce sayfalık eserleri ve sayısız farklı kişiliği kısa yaşamına sığdırmış olan Portekizli Fernando Pessoa’dır.




Pessoa, neredeyse okuma yazma öğrendiği andan ölümüne dek tuttuğu günlüklerle, sayısız not ve elyazmasıyla kendi yaşamını da bir sanat eserine dönüştürmüş ender yazarlardan biridir. Kendi deyimiyle “olaysız” bu yaşamöyküsü, derin ruhsal çalkantılarla dolu, sanatın, edebiyatın ve düşüncenin her alanına müdahaleleriyle şekillenmiş, başlı başına bir yaratı olmayı amaçlamış bir yaşamın öyküsüdür.

Lizbon’da doğan yazar, babasının ölümünün ardından, annesi ve üvey babasıyla birlikte Güney Afrika’ya gitti. Üniversite’den mezun olana dek, birkaç kez kent değiştirdi. 1905 yılında Lizbon’a kesin dönüş yaptı. Lizbon Üniversitesi’nde edebiyat eğitimine başladıysa da, öğrenci olayları nedeniyle okulu bıraktı. Daha sonra yaşamını İngilizce ve Fransızca iş mektupları yazarak kazandı. 30 Kasım 1935'te Lizbon'da hayatını kaybettiğinde dergilerde yayımlanan şiirleri ve denemeleri dışında sadece bir anlatısı kitaplaştırılmıştı ve çok az tanınıyordu. Ölmeden önce yazdığı son cümle “Yarının ne getireceğini bilmiyorum,” oldu. 
Ölümünün ardından, geride bir sandık dolusu metin ve kendi yarattığı yaklaşık pek çok farklı imza bıraktı. Bu ‘hazine sandığı’ keşfedildiğinde, Pessoa ve yarattığı yazarların metinleri peş peşe yayımlanmaya başladı. 
Dünyanın pek çok üniversitesinde de Pessoa araştırma kürsüleri kuruldu.


Kırmızı Kedi Yayınevi'nden çıkan Pessoa kitapları:




Bulmaca Meraklısı Quaresma - Dedektiflik Öyküleri
Çeviren: Işık Ergüden

Edebiyat tarihinin en ilginç dedektif karakterlerinden biri olma potansiyelini taşıyan Doktor Abílio Quaresma, akıl yürütmeyi baş tacı eder, satranç ve mantık problemlerine meraklıdır. Polisin ve adli makamların çözemediği vakalara müdahil olup suç dünyasının bulmacalarını çözmekten kendini alıkoyamaz. Bu ilginç karakter hakkındaki eskiz notları da Pessoa'dan kalan taslaklar arasındaydı.

Taslaklardan hareketle bir araya getirilen Doktor Quaresma'nın dedektiflik maceralarından seçilen üç tanesi, okurlara Lizbon malikâneleri ve sokaklarında çözülecek gizemler sunar. Polisiye bir öykünün nasıl yazılabileceği üzerine bir ders haline gelen bu öykülerde Quaresma sahneye çıktığı anda Pessoa'ya özgü zihinsel yetenekler göz kamaştırmaya başlayacaktır.



Pessoa Pessoa'yı Anlatıyor
Çeviren: Işık Ergüden


Pessoa Pessoa’yı Anlatıyor, yazarın günlüklerinden, notlarından, mektuplarından oluşan, hayali ve gerçek kişilikleriyle kurguladığı metin parçacıklarıyla süslenmiş bir özyaşamöyküsü olarak bize Pessoa’nın dönemlerini, kişiliğini, dünyasını tüm açıklığıyla sunmaktadır. 

Pessoa’nın evrenine giriş niteliğiyle biraraya getirdiğimiz bu metinleri, henüz Portekizcede bile tamamlanmamış külliyatına bir hazırlık değeri taşıdığı ve Pessoa’nın Türkçede alımlanmasına hizmet edeceği inancıyla yayımladık.

24 Kasım 2013 Pazar



Denizli'de doğan İnci Aral, Manisa Kız İlköğretmen Okulu'nu ve Gazi Eğitim Enstitüsü Resim Bölümü'nü bitirdi. 1976 yılında yazmaya başladı ve ilk öykülerini çeşitli dergilerde yayımladı. İlk öykü kitabı Ağda Zamanı 1979 yılında basıldı ve basımından bir yıl sonra Akademi Kitabevi Ödülü'ne değer bulundu. 1991 yılında yayımlanan ilk romanı Ölü Erkek Kuşlar ise 1992 Yunus Nadi Roman Ödülü'nü aldı.

İnci Aral, eserlerinde daha çok bireylerin çevre ve toplumsal oluşumların etkisiyle biçimlenen ve değişen ruh hallerini, kadın-erkek ve insan ilişkilerindeki iletişimsizlik, sevgi bağları ve varoluş sorunlarını irdeler. Kitapları ile hayata, geçmişe ve geleceğe içeriden bakan, en ağır toplumsal olayların bireye yansımasını anlatırken bile şaşırtıcı bir yalınlıkla okuru kendisiyle yüzleştiren, birbirinden çok farklı yaşam öykülerinde kadın olmanın hallerini ve bütün derinliklerini önümüze seren edebiyatımızın güçlü kalemlerinden biridir.


Kendi deyimiyle kırk yıldır edebiyatla yoğrulan, başkalarının hayatını geçici olarak ödünç alan ve bizi farklı kimliklerle tam da onların durdukları yerde tanıştıran İnci Aral anlama isteğini, cesareti ve korkuları insani temelde bize anlatıyor. 



Hakkında Yazılanlardan: 


İlknur Özdemir:

“İnci Aral, ülkemizde son otuz beş yılın edebiyatına damgasını vuran, edebiyatı toplumsal sorunlarla, kadın sorunlarıyla, insana ait meselelerle harmanlayarak ürünler veren isimlerden biri. İlk öykü kitabı Ağda Zamanı’nın yayımlanmasından bu yana otuzdört yıl geçti. Öyküyle başladığı yazarlığını romanlarla sürdürdü. Çağının tanığı bir yazar oldu. (…) İnci Aral, asla kolaycılığa kaçmadan yazdıklarını uzun araştırmalarla, incelemelerle ortaya koyan ve güncelliğini asla yitirmeyen bir yazar. Roman ve öykülerindeki ruh tahlilleri, unutulmaz karakterler, incelikle dokunmuş metinler, ve son derece etkili kullanılan dil, her bir yazıldığı dönemin toplumsal olaylarını, değişimlerini, insanlarını başarıyla yansıtan ve sırayla okunduğunda adete Türkiye’nin yakın tarihinin kaydı sayılacak romanları onu çağdaş edebiyatımızın kalıcı yazarları arasında ön sıraya yerleştiriyor.”
Radikal Kitap Eki: 06 Şubat 2011

Hande Öğüt:

“Temel meselesi kişisel bütünlük ve özgürlüğe ulaşma isteği olan İnci Aral, son kitabı Safran Sarı’da da yine gösteri ve alayişten sıyrılarak sürünün içinden kurtulma problematiğini sürdürüyor. Otuzuncu sanat yılında ilk günkünden elbette daha cesur ancak ilk günkü heyecanını koruyan Aral, romanında fiziksel, metafizik ve ontolojik tekrarın ötesinde yeni bir varoluş bulmaya çalışan günümüz insanlarına: sonsuz kere tekrarlanacak nihai bir tiyatronun içinde savrulan kendi benini, elbette aşkı ve mutluluğu arayan gösteri toplumunun bireylerine çeviriyor merceğini. Tümlendikçe parçalanan, parçalandıkça bir geleceksizlik içinde yitip giden bir kuşağın öyküsü bu.”
Mesele Dergisi: Nisan 2007 – S:4

Mine Söğüt:

“İnci Aral'ın yazdıklarını okurken onun hep kocaman bir göz olduğunu düşünürüm. İnsanların, eşyaların hatta duyguların üzerinde faltaşı gibi açılmış, her şeyin içini, en derinini görmeye çalışan, tüm duvarları delen, tüm örtüleri uçuşturan, olağanüstü bir algı ve yansıtma büyüsüyle okuru allak bullak eden kocaman aç bir göz...”
Radikal Gazetesi: 01 Mart 2007

Ömer Türkeş:

“İnci Aral’ın kadınlarını sarmalayan meseleler, “kadını anlatan” yazarların tektipleşmiş kadınlarının bunalımlarından kolayca ayırt edilir. Hikâye ve romanlarındaki asıl eksen kadınlar ve kadın sorunları da değildir aslında; bir kadını anlatırken bir erkeği de anlatmanın zorunluluğunun, bireyin –kendi özel serüvenini yaşarken- içinde bulunduğu toplumdan, zamandan ve mekandan yalıtılmış biçimde var olamayacağının farkındadır Aral. Tam da bu nedenle kişi ve karakterlerini birbirleriyle ilişkileri içinde ele almış, kadınlar kadar erkekleri de yerleştirmiştir anlatısının merkezine. Yazarın merceğinden kırılan ilişkilerin karakteristiği ilişkisizlik ya da iletişimsizliktir. Hemen ekleyeyim; İnci Aral’ın insanları sevgi ya da aşk yoksunluğundan değil, bu tarihsel / toplumsal konjonktürün getirdiği sorunların, tüketim kültürünün, kendilerini çevreleyen geleneksel ahlak ve değerlerin üstesinden gelemedikleri için düşerler iletişimsizliğe. Sorunun en yakıcı biçimde yaşandığı kurum ise evliliklerdir.”
Akşam Kitap Eki: 24 Ocak 2003

Erendiz Atasü:

“Farklı olanda ortak olanı yakalayabiliyor İnci Aral. Yazarın ucu açık metinleri oluşumlarını içimizde sürdürüyorlar, kitap bittikten hayli zaman sonra bile metne ve beynimize yönelttiğimiz sorularla. İnci’nin Öyküleri hem derin hem geniştir. Derindir; acıtıcı içtenlikleri cinsel karmaşanın alt katmanlarına neşter gibi iner, bilinçaltından fışkıran rüyaların mantığa belirsiz görünen ipuçlarını yakalar. Geniştir, bireye ait olanla toplumsala ve gezegene ait olanı kaynaştırır. İnci’nin kadınlarının ruhları, ölmeye yuvarlanan yerkürenin üstünde kanar. Bedenleri çürümüş bir toplumda acır.
Sözcük çakımlarıyla aydınlanıveren bu geniş görüntüler ve derin kesikler, kimi satırları şiire yaklaşan öykülerin yazınsal tadını güçlendirir. Aral’ın dili, duygudan duyguya, bireyselden toplumsala, somuttan soyuta ‘öfkenin dibine, sevdaların boşunalığına,odaların boğuntusuna’ su gibi akar.”
Cumhuriyet Kitap Eki , Şubat 2001 




Kırmızı Kedi Yayınevi'nden 

İnci Aral'ın Bütün Yapıtlarına Doğru...




AĞDA ZAMANI (Öykü)
1980 Akademi Kitabevi Öykü Ödülü

İnci Aral’ın ilk kitabı olan ve 1980 yılında Akademi Kitabevi İlk Kitap Başarı Ödülü’nü kazanan Ağda Zamanı Kırmızı Kedi Yayınevi’nde. 
Gündelik hayatın içindeki kadını, kadın-erkek ilişkilerini, kadınlar arasındaki ilişkileri, kadının üstlendiği çeşitli rolleri, kısaca kadınlık hallerini anlatan öykülerden oluşuyor Ağda Zamanı.
İnci Aral, öykülerinde kurduğu dil ve yarattığı atmosfer sayesinde hikâyelerinin rotasını kadın yaşamına tutulan bir aynadan kadının dünyasından doğan hikâyelere çevirmiş. Böylece emzirme, pazar alışverişi, bir çocuğun banyo günü, kaçmış çoraplar, komşu ziyaretleri gibi gündelik yaşamın detaylarında varoluşlarının peşine düşmüş kadınların portrelerini ortaya koymuş. 




KIRAN RESİMLERİ (Öykü)
Nevzat Üstün Ödülü

Kıran Resimleri; düğünlerini, cenazelerini, yoksulluklarını ve umutlarını paylaşan insanların, kışkırtmayla kan dökecek, komşusunu yakacak hale getirildiği 1978 Kahramanmaraş katliamını anlatıyor. İnci Aral, fitili karanlık ellerce ateşlenen ve Türkiye'yi 12 Eylül'e götüren toplumsal bir cinneti edebiyata aktarırken kendi yazarlık anlayışından ödün vermeden, giriştiği işin büyüklüğü altında ezilmeden bir destan çıkarıyor ortaya. İnsan aklına, vicdanına, onuruna sığmayan dayanılmaz bir vahşeti yaşayanları, neden kurban seçildiğini bile anlayamadan hayatları cehenneme dönenleri edebiyatın belleğine kaydederken de inanılmaz insan manzaraları çiziyor.

İnci Aral'ın yazarlığında bir dönemeç saydığı bu kitap özgün diliyle okuru sarsıyor, içini dağlıyor, zihninde sorular büyütüyor: Böyle bir gözü dönmüşlük, böyle bir acımasızlık, böyle bir vahşet neden, nasıl olabilir?




ÖLÜ ERKEK KUŞLAR (Roman)
1992 Yunus Nadi Roman Ödülü

İnci Aral; çok sevilen, eskimeden güncelliğini korumakta olan bu ilk romanında bir kadının bağımsızlık ve mutluluğu umutsuzca arayışını sarsıcı bir içtenlik ve ustalıkla anlatıyor. 
Suna'nın içinde iki ayrı kadın yaşar. 'Su' uysal, uzlaşmacı, evcil, iyi anne ve eş olmaya koşullanmış yanı, 'Na' ise bozuk saydığı her türlü düzene karşı çıkmaya hazır, asi ve cesur kimliğidir. Sürekli çatışma halinde olan çift benlik ve bölünmüşlüğü içinde, bir de kocası Ayhan'ın en yakın arkadaşı Onur'a aşık olunca Su-Na'nın durumu daha da zorlaşır.

Ölü Erkek Kuşlar, bir kadının birine tutkulu bir aşk, ötekineyse köklü bir sevgi ve evlilik bağıyla bağlandığı iki erkek arasındaki yakıcı gidiş gelişlerini anlatırken bu üç kişinin çocukluktan kadın ve erkek olmaya uzanan yolda öngörmeler, koşullanmalar ve kurallarla biçimlenişlerini irdeliyor. Kadın-erkek ilişkilerinin, hem toplumsal tabu ve yargıların özündeki katılık ve şiddet hem de tarihsel bir dönemin baskı ortamında nasıl yorucu bir iletişimsizlik ve çözümsüzlüğe dönüştüğünü gösteriyor. Bu karmaşa içinde aşk çocuksu bir düş, evlilikse düzen sanılan bir düzensizliktir.




YEŞİL (Roman)

İlk kez Yeni Yalan Zamanlar adıyla yayımlanan Yeşil, İnci Aral'ın yazarlığında yeni bir dönemeç açmış bir roman. Yayımlandığı 1994 yılında bugünlerin Türkiye'sini görebilmesiyle de önemini korumayı sürdürüyor. Kahramanlar günümüzün kahramanları: Dinsel öğreti ve baskıyla yetiştirilmiş ensest kurbanı bir genç kadın, intiharın eşiğinde tutunamamış bir gazeteci ve onların dokunaklı aşkı. Bu aşk çevresinde tarihi eser kaçakçısı bir dayı, köşe dönmüş ünlü bir fotoğrafçı ve onun tarikatçı-punk sevgilisi de yer alırlar. Ülkedeki sanat düşmanı yönetim yüzünden üretemez duruma düşmüş sanatçıların toplandığı ve zararsız eserler vermeye zorlandıkları gizli merkezdeki ilginç sorgucu tipleri ise ortamı daha da karanlık hale getiriyor.
Anayasanın değiştirilmesi ve modası geçmiş laisizm edebiyatı tartışmaları arasında, ekranlarda yaşanan sansür ve bayağılıklar, yakında küp biçimi alacak domatesler, ikiyüzlü kasaba ahlakı, korkular, yeni diye sunulan değerler içinde şizofrenik bölünmelere uğrayan ve varoluşlarını yeniden sorgulayan genç kuşaklar. Kısaca şu anda ne yaşanıyorsa hepsi. Romanın ironik dili gerçeğin acısını hafifletmeye yetmese de zevkli bir okuma serüveni vaad ediyor.




HİÇBİR AŞK HİÇBİR ÖLÜM (Roman)

Sara ve Simden, farklı öykülere, farklı değerlere sahip iki kadın, birbirlerini geç tanımış bir anne-kız. Boşanıp yeni bir yaşama adım atmak üzere olan Simden'le, dopdolu yaşamış ama ölümün eşiğinde yalnız ve umutsuz kalmış Sara'nın; hem kendilerini hem de birbirlerini varoluş ve ölüm ekseninde yeniden sorgulayışlarını anlatıyor Hiçbir Aşk Hiçbir Ölüm. Bu iki kadının aralarındaki ana-kız, sevgi-nefret ilişkisini anlama çabaları ve birbirlerine olan duygularını yerinde ve zamanında dile getiremeyişlerinin acısıyla yüklü bu romanın, aşk, evlilik, özgürlük ve bağlılıkları sorgulayan kalıcı ve çarpıcı konusuyla İnci Aral'ın romanları arasında özel bir yeri var.




İÇİMDEN KUŞLAR GÖÇÜYOR (Anı Roman)

"Bütün yanlışlarım, bütün gözden ve elden kaçırdıklarım, tutabildiklerim ve benim kıldıklarımla bir hayat yaşadım ve ben olmaktan, iyi kötü, ama böyle olmaktan en sonunda hoşnutluk duymaktayım. Garip bir bilgelik, güçlülük, yılmazlık duygusu var içimde. En sonunda ele geçirmeyi başardığım bir özgüven."

İçimden Kuşlar Göçüyor'un bir yerinde böyle diyor İnci Aral; acıları, kederleri ve mutluluklarıyla dolu dolu yaşanan bir hayatın, bir dönüm noktasında. Kadının tek başına yaşaması, yalnız taşıması gereken güç bir dönem bu; bedensel-ruhsal değişimler, eksiklikler ve farklı deneyimlerle olgunluğa, orta yaşa geçilen eşik. Duyguların uç noktalarda yaşandığı bu geçiş sürecinde, kendisiyle de geçmişiyle de hesaplaşma fırsatı buluyor yazar. Pek az kadının cesaret ettiği biçimde, yaşadıklarını açıkça, hiçbir şeyin arkasına sığınmadan irdeliyor; kendini içtenlikle, dürüstlükle, hatta acımasızlıkla sunuyor. Ölü Erkek Kuşlar'ın izdüşümleriyle kaleme alınan bu çalışma, belki de o kitabı tamamlayan bir sonsöz.




MOR (Roman)
2004 Orhan Kemal Roman Armağanı

Mor, bir ailenin yıllara yayılmış hikayesini sürükleyici bir aşk ve entrika çerçevesinde yirmi dört saatlik bir zaman diliminde anlatıyor. Altmış sekiz kuşağından, sistemin parçası haline gelmiş işadamı İlhan, kızı yaşındaki Renginur’a tutulup karısını terk edince hırslı baldızının kinini bilemiştir. İlhan’ın hala solcu ama kafası karışık kardeşi Armağan’ın evliliği de sallantıdadır. Kızkardeş Gülcan ise ailedeki ölüm ve intiharlardan sonra umutsuzca alkole sığınmıştır. Aile çevresi, İlhan Sacit’in otelinde, onun evlilik dışı doğan çocuğunun yaş günü dolayısıyla bir araya gelecek, ancak güzel başlayan gece beklenmedik bir cinayetle sona erecektir. İnci Aral, günümüz insanının gerçeğini, bugünden düne yönelerek anlatırken bir büyük yalnızlığı, evliliği odak noktası alıyor ve kadın- erkek ilişkilerinin gizlerini bu bağlamda sorguluyor. İnsanın içsel gerçekliğine yaptığı yolculukları yeni bir dille yazıya aktarırken de özgün bir roman evreni kuruyor. 
Roman, aynı zamanda tarımdan sanayiye geçiş sürecinde insanımızın savruluş ve dağılmalarının ip uçlarını vererek roman kişileri üzerinden 1940’lardan 2000’lere Türkiye’nin toplumsal panoramasını çiziyor.




TAŞ VE TEN (Roman)

Gençlik yıllarında sevdiği erkeği çok acı bir biçimde kaybeden Ulya'nın hayatında büyük bir yara açılmış, derin bir boşluk doğmuştur. Genç kadın, daha sonra ruhsal yalnızlığını sanatla doldurmuş; yıllarını, dostluğunu yeğlediği, değerli bulduğu bir erkekle durgunluk ve huzur içinde geçirmiştir. Bir heykel sergisi açmak üzere Hamburg'a giden Ulya, Sina'yı gördüğünde kendini taze bir duygunun, güçlü bir dönüşümün eşiğinde hissedecek, aşktan ne kadar uzak kalmış olduğunu fark ederek sarsılacaktır. Taş ve Ten, yarım kalmış bir aşkın yıllar sonra benzer konumda bir erkekle yeniden yaşanma hayalinin dört günlük etkileyici hikâyesi. Sina ile Ulya'nın kalplerini birbirlerine açarken kaybetmeye ve imkânsız aşklara yaktıkları bir ağıt...




RUHUMU ÖPMEYİ UNUTTUN (Öykü)

İnci Aral Ruhumu Öpmeyi Unuttun'daki öykülerinde insanlığın ortak belleğindeki en tekinsiz yakaya çeviriyor bakışını. Hem gidenlerin hem de kalanların o büyük yalnızlığına, "ölüm"e eğiliyor. Aral ölümü bir başlangıç ya da son değil, salt bir geçiş anı olarak kurguluyor. Öykülerin odağına direnmeyi, ayakta kalmayı yerleştiriyor ve "ölüm hali"nin ortak kodlarıyla uğraşmak yerine bireylerdeki karşılıkları sınıyor. Bunu yaparken kalemini kamera gibi kullanıyor, her öykünün kendisine has atmosferini, olağanüstü ayrıntı zenginliğiyle destekleyip bir duygular şölenine dönüştürüyor ve okurunu belleklerde iz bırakacak fantastik bir yalnızlıklar evrenine sürüklüyor.




UNUTMAK (Söyleşi)

Acısını suskunluğa dönüştüren bir çocuk, kaybettiği annesiyle kâğıt üzerinde yeniden karşılaşıp onun küçük bir ajandaya düştüğü duygu ve hatırlayışların diliyle edebiyatı keşfettiğinde nasıl olup da kendi sesini duymaya başlar?

İnci Aral, otuz yılı aşan edebiyat uğraşının bu noktasında duruyor ve Tolga Meriç'in sorularına verdiği yanıtlarda kendini, tıpkı romanlarından birinin kahramanıymışçasına irdeliyor. Parçalanıp dağılmış bir aile, beslemelerle paylaşılmış odalar, parasız yatılı okullar, mektuplar, yolculuklar, uçurumlar, şehirler, şarkılar ve tabii öldürücü aşklar ama hepsinden daha büyük bir aşkla bağlanılmış kitaplarla kâğıtlar...

"İnsan unutmak zorundadır. Ama bu unutmanın kendisi değildir. Unutmak yoktur," diyen İnci Aral'ın, hem özel hem de yazarlık dünyasını okuruna açtığı, yazıya adanmış kalbinin ve zihninin bütün odalarını tek tek dolaştığı bu anlatı, hayatına edebiyatın, edebiyatına hayatın ışıklarını düşürebilen bir yazarı daha iyi tanımak, yazdıklarının derinine girmek ve yazma tutkusunun ne olduğunu anlamak isteyenler için...




SAFRAN SARI (Roman)

İnci Aral, "GELECEKSİZLİK" üzerine kurduğu romanında bu üç kişinin kesişen yollarını anlatıyor. 2000'li yılların başında, yaşanmakta olan toplumsal, ekonomik ve kültürel çalkantılardan etkilenen bu insanlar, savruluşlarını ve belirsizleşmiş geleceği sorguluyorlar. Bir yanda bol para, her türlü zevk, renkli hayatlar, öte yandan kirlenen, çürüyen değerler, tatminsizlik, sömürü düzeni ve yozlaşan cinsellik. Safran Sarı; para, güç ve başarı peşinde koşarken kimliklerinden, aşktan ve umutlarından uzaklaşan, sayıları gitgide artan otuzlu yaşlarında bir kesimin önce sevgiyi, sonra geleceğe olan inancını, en sonunda ruhunu kaybedişinin serüveni…




ŞARKINI SÖYLEDİĞİN ZAMAN
2012 Ebubekir Hazım Tepeyran Roman Ödülü

Bu roman, Deniz ile Cihan'ın hüzünlü şarkısını anlatıyor. 70'li yılların sonunda Ankara'da, üniversitede tanışan Deniz ile Cihan'ı ortak tutkuları olan müzik bir araya getirir. Deniz, Ankaralı bir ailenin isyankar kızı, Cihan taşradan gelmiş bir genç adamdır. 12 Eylül öncesinin en karanlık günlerinde yolları kesişen bu iki genç arasındaki ilişki birini tutkulu bir aşka götürürken, diğeri devrimci düşlerinin rüzgarına kapılır. Yaşanmamış bir aşkın izdüşümü, aradan otuz yıl geçtikten sonra farklı bir boyutta, ama aynı tutkuyla iki insana yansır: Biri artık orta yaşını sürmekte olan Cihan, diğeriyse ona hem yabancı hem de son derece tanıdık olan bir kadındır.

İnci Aral, arka planında değişen bir ülke, insanlar, gençlik ve siyaset olan, bambaşka bir aşkın izini sürüyor. Umudun, arzunun, hüznün, şarkılarla canlanan iklimini bir kez daha, derinlik ve ustalıkla anlatıyor.




YAZMA BÜYÜSÜ - 2011 (Yazı, Deneme) 

"Sevgili Okur,

Senin herkese açık bir mektubun alıcısı olabileceğinden kuşku duyuyorum. Çünkü aramızda her zaman çok daha özel bir ilişki oldu. Yakınlığımız basılı kâğıtlardan ibaret değil. Ben gözlerinin gezindiği sayfalarda yaşayan biriyim ve sana sözcükler aracılığıyla sesleniyorum. Bu yüzden sevgine olduğu kadar yargılamana da açığım.

Kim olduğunu hem biliyorum hem de bilmiyorum. Hem bilmek hem de bilmemek istiyorum. Sesimin sana nasıl, ne kadar uzanabildiğini elbette merak ediyorum. Çünkü ben seni sarsmak, eğlendirmek, unutmuş olduklarını hatırlatmak ve aşındırdığın soruları yeniden canlandırmak için yazıyorum.

Ben yalnızca yaşama ayak uydurma güçsüzlüğüm taşıyamayacağım kadar ağırlaştığında kaleme sarılıyorum. O zaman gerçeği kurmacanın ve yanılsamanın araçlarıyla kendimce yeniden tanımlamaya uğraşıyorum. Bunu yapmaya çalışırken kapıldığım umutsuzluğu sana anlatamam. Yazma tutkumun vazgeçilmezliği belki de bunu yenmeye yöneliktir, özü budur."

22 Kasım 2013 Cuma



2008 yılından bu yana Ergenekon davası kapsamında tutuklu bulunan Tuncay Özkan'ın cezaevinde yazdığı ilk romanı Ötekiler Pen Yönetim Kurulu tarafından ayın kitabı seçildi. 

Yayımlandığı günden bu yana okurdan da yoğun ilgi gören Ötekiler, İstanbul Kitap Fuarı'nda halen cezaevinde tutuklu bulunan yazarımıza destek vermek isteyen dostları tarafından imzalandı.



Ötekiler romanında geçen olaylar, yerler ve kişiler gerçektir. Olayların tamamı gerçek bir yaşam öyküsünden kurgulanarak romanlaştırılmıştır.

Tuncay Özkan, Hüseyin Yanç’ın gözünden dağdaki yaşamı, kadın gerillaların dağlardaki yaşamını, kadınlığın ve aşkın yasaklanışını, yasak aşkları ve sevişmeleri, dağlarda doğan ve terk edilen bebekleri, basılıp yakılan köyleri, bölge insanının gerçeğini anlatıyor. Savaş hali içinde insanın nasıl vahşileşebileceğini; karşıdaki, düşman, bizden olmayanlarla yani “öteki”lerle yüzleşmenin ve onun da sadece bir insan olduğunu fark etmenin tüm düşmanlık ve savaş duygularını nasıl altüst edeceğini yaşanmış hikâyelerle aktarıyor.

Ötekiler, adı unutturulmaya çalışılan bir entelektüelden çatışmaların ve savaşın içindeki insanlık dramını gözler önüne seren çarpıcı ve ön yargıları yıkacak bir roman.





Uluslararası çok satar yazarı  Karin Slaughter, bu yıl on birincisi verilen Crimezone Thriller Ödülü'ne 5. kez değer görüldü. Emsali görülmemiş bir başarı kazanan yazarın Unseen adlı kitabına En İyi Yabancı Gerilim Ödülü, yaklaşık 10,000 suç yazarı, yayıncı, katılımcı ve okuyucunun oylarıyla verildi.


İkincilik ödülü Inferno (Cehennem) kitabıyla Dan Brown’un oldu. Ödül için yarışan diğer yazarlar Jo Nesbø, Harlan Coben, Tess Gerritsen, Jussi Adler-Olsen, Lars Kepler, Nicci French, Deon Meyer ve R. J. Ellory’ydi.



Ödülün on bir yıllık geçmişinde Karin Slaughter bu ödülü beş kere alma onuruna sahip tek yazar olma özelliğini taşıyor. Slaughter 2011 yılında Fallen, 2009 yılında Fractured (Paramparça)*, 2007’de de Beyond Reach/Skin Privilege kitaplarıyla bu ödülü kazanmıştı. Ayrıca zamanın en popüler yazarına verilen Onur Ödülü’nün ilk yılı 2010’da bu ödüle layık görülmüştü.


2002 yılında kurulan, polisiye/gerilim ürünleri hakkında günlük haberler veren ve eleştiriler yayımlayan Crimezone Hollanda'nın en popüler web sitelerinden biridir.



*2012 yılında Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından, Ali Cevat Akkoyunlu'nun çevirisiyle okura sunulmuştur.

20 Kasım 2013 Çarşamba

Dünya Çocuk Hakları gününde, 
bütün çocukların mutlu, huzurlu ve 
barış dolu bir dünyada yaşamaları dileğiyle.

José Saramago, Suların Sessizliği




Nobel Ödüllü usta yazar José Saramago bu olağanüstü güzel ve bilgelik dolu masalı, bir çocukluk anısından esinlenerek kaleme aldı.

Tijo Nehri’nin kıyısında bir çocuk saatlerce büyük bir balık yakalamaya çalışır. Sonunda oltasına bir balık takılır ama çocuk onu elinden kaçırır.
Suların Sessizliği, okumaya yeni başlayan çocuklara edebiyatın keyifli dünyasıyla tanışma fırsatı sunuyor.


“Kıyıya geri döndüğümde güneş batmıştı bile, oltamı attım, bekledim. Dünyada suyun sessizliğinden daha derin bir sessizlik olduğunu sanmıyorum. O saatte onu hissettim ve asla unutmadım.” 



Çeviri: Pınar Savaş
Resimleyen: Manuel Estrada



Pablo Neruda, Bir Yıldıza Övgü




Yirminci yüzyılın büyük ozanı, Şilili usta Pablo Neruda'dan çocuklara ve hep çocuk kalmak isteyenlere yıldızlar kadar zarif, yıldızlar kadar ışıltılı ve büyülü bir şiir.
Büyüdüklerinde, gündelik hayatın akışına katıldıklarında, düşlerini unutmasınlar, yüreklerinde ve beyinlerinde bir yıldız taşımayı ihmal etmesinler diye minik bir anımsatma...

Gökte parlayan bir yıldızın cazibesine kapılan kahramanımız, büyük bir gökdelenin tepesine çıkarak yıldızı tutuverir. Kimse görmesin diye sakladığı yıldızın pırıltısı pencereleri aşıp insanların ilgisini çekmeye başladığında, bu durum kahramanımızı hesapta olmayan bir yolculuğa çıkmaya zorlar.




Çeviri: Işık Ergüden
Resimleyen: Elena Odriozola



Virginia Woolf, Yaşlı Kadın ve Papağan




Ünlü yazar Virginia Woolf’un çocuklar için kaleme aldığı Yaşlı Kadın ve Papağan, usta bir yazarın kaleminden çıkan küçük ama etkileyici bir hikâye.

Tek başına yaşayan Bayan Gage, geçimini ayakkabı onararak sağlamaktadır. Bir gün bir avukatlık bürosundan gelen mektup, uzun zamandır görüşmediği ağabeyinin vefat ettiğini bildirir ona. Nesi var nesi yoksa kızkardeşine bırakmıştır. Hemen yola çıkan Bayan Gage, ağabeyinin yaşadığı kasabaya gider ve orada bir sürprizle karşılaşır: Ağabeyinden kendisine kalanlar arasında bir de papağan vardır. Ancak bu sıradan bir papağan değildir ve onun sayesinde Bayan Gage’in hayatı tümüyle değişecektir.
  


Çeviri: İlknur Özdemir
Resimleyen: Fulya Hocaoğlu


19 Kasım 2013 Salı


13 Aralık'ta vizyona gireceği duyurulan, Tuna Kiremitçi'nin aynı adlı romanından uyarlanan, Bu İşte Bir Yalnızlık Var filminin merakla beklenen fragmanı yayınlandı. 




Bu İşte Bir Yalnızlık Var'ın yeni basımı Aralık ayının ilk haftasında Kırmızı Kedi'de.


18 Kasım 2013 Pazartesi



Nobel Ödüllü Yazar Doris Lessing 17 Kasım 2013 sabahının erken saatlerinde, 94 yaşında Londra’daki evinde huzurlu bir şekilde hayata veda etti. Ölmeden önce kızı Jean, torunları Anna ve Susannah sayesinde bir süre daha hayata tutundu.

Doris Lessing, 1957

Ailesi İngiliz olan Doris Lessing, 1919’ta İran’da doğdu. Güney Rodezya’da (şimdiki Zimbabwe) büyüdü. 13 yaşında okulu bıraktı ve eğitimine Dickens, Tolstoy, D.H. Lawrence ve Dostoyevski gibi yazarların eserlerini okuyarak devam etti.

Doris Lessing, 1959

Lessing 1949 yılında Londra’ya taşındığında çantasında ilk romanı olan The Grass Is Singing’in (Türkü Söylüyor Otlar) elyazmaları da vardı. 1950 yılında Michael Joseph tarafından basılan bu kitap onun profesyonel yazarlık kariyerinin başlangıcı olarak kabul edilir. Bir ilke imza atarak 1962 yılında yazdığı The Golden Notebook (Altın Defter), 20. yüzyılın en önemli eserlerinden biri sayılmaktadır.

Doris Lessing, 1962

Hayatı boyunca şiir, opera, kısa hikâyeler, oyunlar ve Alfred and Emily (Alfred ile Emily) gibi edebiyat-dışı eserlerinin ve ailesinin Birinci Dünya Savaşı’nın etkisinde süren hayatlarını da anlattığı, Under My Skin (Tenimin Altında) ve Walking in the Shade (Gölgede Yürümek) isimleriyle iki cilt olarak basılan otobiyografik çalışmalarının da dahil olduğu 55 eseri bulunmaktadır.

Doris Lessing, 1976

Doris Lessing 2007’de Nobel Edebiyat Ödülü ve İngiliz Edebiyatı’nın ömür boyu başarı dalında aldığı David Cohen Ödülü başta olmak üzere pek çok ödüle layık görüldü.

Doris Lessing, 1988


Edebiyat dünyasının büyük kaybından dolayı üzgünüz. Doris Lessing’in yayıncısı olarak Under My Skin (Tenimin Altında), Walking in the Shade (Gölgede Yürümek), The Summer Before the Dark, The Good Terrorist (Terörist), The Grandmothers (Büyükanneler) kitaplarını Türkçeye kazandıracağımız için onur duyuyoruz. 

15 Kasım 2013 Cuma

Selim İleri
Radikal Kitap Eki 14.11.2013 


Karıkoca Dalloway’lerin Virginia Woolf romanında ilk kez görünmeleri 
Dışa Yolculuk’ta. 



John Lehmann Kendine Ait Bir Kadın’da Virginia Woolf’un ilk romanı Dışa Yolculuk’u 1912’nin sonlarında “ateşli ve yoğun bir çalışmayla yeniden gözden geçirmeye” başladığını belirtir. Eser 1913 Mart’ında “Duckworth aile işletmesinin onayına” sunulur ve “büyük bir hevesle” kabul edilir.
Ne var ki Virginia Woolf –yaşamı boyu sürecek- bunalımlardan birinin pençesine düşmüştür. Dışa Yolculuk ancak 1915’te yayımlanır.
Dışa Yolculuk’un Fransızca çevirisini 1970’lerde Vedat Günyol’un kira evlerinden birinde görmüştüm. Hocam Vedat Günyol kitabı armağan etmişti. Bir yandan da, Dışa Yolculuk’un uzatılmış, hatta “geveze” bir roman olduğunu söylemişti.
Vedat Bey’in Virginia Woolf’tan gözdeleri Dalgalar ve Mrs Dalloway’di. Bana gelince, “geveze” Dışa Yolculuk’u bölük pörçük okumuş, Fransızca çevirinin tadına varamamıştım ya da o Fransızca çevirinin altından kalkamamıştım.


Dışa Yolculuk 1980’lerin sonunda bir kez daha karşıma çıkacaktı: Paris gezisinden dönen Peride Celal bana iki ciltte toplanmış, büyük boy, Virginia Woolf/bütün romanlarını getirmişti. Güneşli bir güz öğleden sonrası, Valikonağı’ndaki evinde armağan ediyordu...
Woolf’un ilk romanını nihayet okumuştum. Sızılı bir tat aldığımı hatırlıyorum.
Anlatı sanatlarının özüne ulaşanlar, özellikle romanda, ilk romanda yazarın sonraki eserlerinde yol alacak geniş bir yelpaze olduğunu vurgularlar. Dışa Yolculuk da öyledir. Gerçi Virginia Woolf Gece ve Gündüz’de klasik sayılabilecek bir anlatımı yeğleyerek kendi sonraki yolunda gitmemiştir. Ama Dışa Yolculuk hem klasik anlatışı hem de yepyeni bir dile getirişi iç içe barındırır.
Tuhaf olan bu ilk romanın, ikinci roman Gece ve Gündüz’den çok daha yenilikçi özellikler göstermesidir. İkinci roman Gece ve Gündüz âdeta Dışa Yolculuk’un gerisindedir.
Yine Lehmann şöyle değerlendiriyor:
“Bir ölçüde E. M. Forster stili bir toplumsal güldürü oluşturarak başlayan roman giderek ara ara, Virginia Woolf’un daha sonra yazdığı olgunluk yapıtlarını bile gölgeleyebilecek denli, yepyeni bir boyut, görsel ve şiirsel bir düzey kazanır.”
Dışa Yolculuk şimdi yetkin bir çeviriyle dilimizde (Kırmızı Kedi Yayınları). İlknur Özdemir’in çevirisiyle. İlknur Özdemir çeviri edebiyatımızın son dönemdeki en çalışkan ve en önemli kişilerinden biri, bence ‘başta gelen’ kişi. Ayrıca benim için bir güvence kişisi: İlknur Özdemir çevirmişse, o kitabı mutlaka okumak ihtiyacını duyuyorum.
Zaten Dışa Yolculuk’u da sanki ilk kez okuyorum. Yazılışından bugüne yüz yıl geçmiş bir roman, üstelik bir ‘ilk roman’; öte yandan gencecik, dipdiri kalmış bir roman.
Karıkoca Dalloway’lerin de ‘Virginia Woolf romanı’nda ilk kez görünmeleri Dışa Yolculuk’ta. Gerçi ana kişiler değiller, bununla birlikte heyecan uyandırıyorlar. Yazarın Mrs Dalloway’e hangi duyuşlardan geçerek ulaştığını düşünmeden edemiyorsunuz...
Usta Peride Celal Dışa Yolculuk’un bildik gemiyle deniz yolculuğu romanlarından farkı üzerinde durmuştu. Onun Güz Şarkısı da gemiyle deniz yolculuğu romanlarındandır ve hayli ürpertici bir sonla noktalanır. Peride Celal buna rağmen Dışa Yolculuk’un bütünüyle kendine özgü atmosferi üzerinde durmuş; bu atmosferde ironiyle trajik olanın iç içeliğine değinmişti. Gerçekten öyle.
Dışa Yolculukta Bayan Dalloway, dünyanın, hayatın güzelliklerle dolup taştığını kavrayabilmek için gençliğin geçip gitmesi gerektiğini söyler. Ama bu roman belki bu aymazlığın önüne geçebilir. Mutlaka okuyun.
Özlem Akalan
Vatan Kitap Eki 15.11.2013 


Sylvia Plath’ın tek romanı “Sırça Fanus”, hem kitabın yayınlanışının hem de şairin ölümünün 50. yılında bir kez daha Türkçede. Romandaki “Ölebileceğim düşüncesi kafamda bir çiçek, bir ağaç gibi sakince biçimlendi” sözleriyle henüz 19 yaşındayken intiharı kafasına koyan yazar yazdıkları kadar, yaşamıyla da edebiyatın kült isimlerinden biri oldu.




Bir roman projem var; aylardır, yıllardır zihnimde evirip çevirdiğim. Bir türlü mesafe katedemiyorum. Çünkü romanın kahramanlarından birinin intihar etmesi gerekiyor. İşin tüm “esprisi” orada. İntihar fikrinden “fazlasıyla” uzak olduğumdan intihar için bir türlü elle tutulur bir sebep bulamıyorum. Aşk acısı? Klasik. Mutsuzluk? Kim alabildiğine mutlu ki? Çocukluk travmaları? Kitabı en az 500 sayfa uzatır! İntihar eden edebiyatçılarla ilgili makaleler, araştırmalar okudum. Çevremde bu “işi” denemiş olarla konuştum. Yine de kafamda oturtamadım. Daha doğrusu oturtamamıştım. Ta ki, Sylvia Plath’ın “Sırça Fanus”unu okuyana kadar. Yazar, bu tek romanında yarattığı karakter Esther Greenwood’u “öyle güzel” intiharın eşiğine sürüklüyor ve defalarca geri döndürüyor ki, “Aslında hayatı o kadar da kötü gitmiyordu, neden ölmek istiyor ki?” diye soran benim gibi en Pollyanna okuru bile en sonunda ikna ediyor. Yanlış anlaşılmasın lütfen, yazar intiharı özendirmiyor; ancak karakterinin derin umutsuzluğunu, kararsızlığını ve gelecekte başına geleceğini düşündüğü şeylerden çok korktuğunu çok güzel anlatıyor.
19 yaşındaki Esther Greenwood, okul hayatı boyunca hep en iyi olmuş, Bostonlu sıradan bir kızken, moda ağırlıklı bir kadın dergisinden aldığı bir aylık bursla New York’a gider. 1953 yazıdır. Amerika’nın farklı yerlerinden gelmiş 11 kızla birlikte dergi için çalışan Esther, kendini moda delisi ya da fazla muhafazakar kızlardan ziyade asi ve alaycı Doreen’e yakın hisseder. Kızların bir aylık New York maceralarının fonunda, Esther’in 8 yaşındayken babasını kaybettiğini, Buddy adında eski sevgilisini ve gelecek planlarını öğreniyoruz. Ne var ki dergideki editörü Jay Cee’nin “Okulu bitirince ne yapmayı düşünüyorsun?” sorusu Esther’in hayatına bir bomba gibi düşüyor. Hep profesör olup şiir kitapları yazmak ya da şiir kitapları yazıp editör olma hayalleri kuran Esther’in dilinden “Aslında pek bilmiyorum” sözleri dökülür. İşte bu, sonun başlangıcıdır. Çünkü bir kez kafası karışmıştır.
Burs bitip Boston’a döndüğünde, ünlü bir yazarın yaz dersleri için başvurusunun kabul edilmediğini öğrenen Esther önce roman yazmaya koyulur. Bu konuda fazla tecrübesiz olduğuna karar verip annesinden steno dersleri almayı planlar. Bu fikrinden de, tezini bitirme düşüncesinden de birkaç saat içinde vazgeçer. “Sonra üniversiteyi bir yıl erteleyip bir çanak çömlek ustasının yanında çıraklık yapmayı düşündüm.
Ya da Almanya’ya gidip Almancayı iyice öğrenene kadar garsonluk yapabilirdim. Planlar kafamdan birbiri ardına aceleci tavşanlar gibi hoplayarak geçiyordu.” diyen 
Esther’in uykuları kaçmıştır. Günlerce, haftalarca gözünü kırpmayan, yemek yemeyen ama hepsinden önemlisi ne okuyup ne de yazabilen Esther soluğu Gordon isimli psikiyatrın muayenehanesinde alır. İlk görüşte nefret ettiği Gordon ikinci randevuda elektroşok tedavisi uygulamaları gerektiğini açıklar. Berbat bir elektroşok deneyiminin ardından Esther tek bir çıkış yolu kaldığını anlar. İş, intihar yöntemini seçmeye kalmıştı. Bileklerini kesmeyi dener önce; sonra kendini asmayı; denizde dibe dalarak boğulmayı bekler ama her defasında bir mantar gibi su yüzüne çıkar hatta Fitzgeraldvari bir atmosferde, gelgite bırakmak ister kendini. Sonunda bir kutu uyku hapı yutar ve kendini evin bodrumundaki daracık bir boşluğa gizler. Annesinin onu bulması günler alır; öyle ki Esther’in kaybolduğu, polisin onu aradığı haberi gazetelerde bile yayınlanır. Sonunda bir akıl hastanesinde gözlerini açar. Sonra bir başka akıl hastanesi. 




YARI OTOBİYOGRAFİ
Sylvia Plath’ın 1963 yılında Victoria Lucas mahlasıyla kaleme aldığı “Sırça Fanus”, yazarın hayatından pek çok iz taşıyor. Roman karakterinin 19 yaşında olduğu 1953 yılında Sylvia da 19 yaşındadır. O da Boston, Massachusetts doğumludur. Esther’in annesi Alman göçmeni, Sylvia’nınki ise Avusturya göçmenidir; babaları ise böcekbilimci. 
Roman kahramanı gibi Sylvia’nın da bir erkek kardeşi vardır. İkisinin de babası kızlar henüz sekiz yaşındayken ölür. Tıpkı Sylvia Plath’ın, babasının ölümünün ardından dinden uzaklaşması gibi Esther de Hristiyanlığa uzaktan bakar.Yazar, Esther gibi burs kazanarak üniversitenin ilk yılında bir ay süreliğine moda-kadın dergisi Mademoiselle’de staj yapar; sonuç her iki karakter için de hayal kırıklığıdır elbette. Romanda Esther, hangi intihar yöntemini seçeceğine karar vermek ve cesareti olup olmadığını görmek için bileklerinden önce ayak bileklerini kesip kan akıtır. Artık herhalde söylememe gerek yoktur; bu, Sylvia’nın da ilk intihar denemesi olur. 
Esther karakteri gibi, ilk depresyon belirtilerini 19 yaşındayken Harvard’daki bir seminerden red cevabı alınca gösteren Sylvia, elektroşok terapisinin ardından ilk gerçek intihar girişiminde bulunur. Tahmin ettiğiniz gibi; uyku ilaçları içer, evin bodrumuna saklanır. Üç gün sonra bulunur ve daha fazla elektroşok gördüğü psikiyatri kliniği günleri başlar. Sylvia’nın klinik masrafları ve okul bursları, yazar Olive Higgins Prouty tarafından karşılanır; romanda Prouty karşımıza Philomena Guinea olarak çıkıyor. İsim ve mekanlardaki birtakım değişiklikler dışında yaşadıkları, hissettikleri ve olay örgüsüyle yarı otobiyografinin ötesinde bir roman aslında “Sırça Fanus”.




TED HUGHES ETKİSİ
Yaşamının ilk 19 yılını roman kahramanı Esther Greenwood’un ağzından anlatan Sylvia Plath, kitabın ilk baskısı yayınlandıktan bir ay sonra intihar eder. “Sırça Fanus”, yazarın kendi adıyla ilk kez 1967 yılında yayınlanır. 1979 yılındaysa romanın sinema uyarlaması gelir. 
Kimilerine göre 1956 yılında İngiliz şair Ted Hughes ile evlenip çoluk çocuğa karıştıktan sonra yazamama sürecine girmesi ölümünün tetikleyicisi olmuştur. Romanın bir bölümünde Esther, bu en büyük korkusunu arkadaşı Buddy vasıtasıyla şöyle dillendiriyor: “Bir de Buddy Willard’ın sinsi ve bilgiç bir tavırla, çocuklarım olduktan sonra kendimi farklı hissedeceğimi ve artık şiir yazmak istemeyeceğimi söyleyişini anımsıyordum. Belki de gerçekten evlenip çocuk doğurduktan sonra insanın beyni yıkanmış gibi oluyor ve ondan sonra totaliter bir devletin kölesi gibi duyuları körelerek yaşayıp gidiyordu.”
Yine de gerçek şu ki, ölümünden önceki son birkaç ayı, onun şiir adına en verimli dönemlerinden biriydi. Zira ölümünden sonra derlenen “Ariel” şiir derlemesindeki 26 şiiri, bu sancılı döneme aitti.
Büyük bir tutku ve aşkla, tanıştıktan kısa süre sonra evlendiği İngiliz “Poet Laureate” (devlet tarafından seçilen başşair) Ted Hughes, hiç kuşkusuz Sylvia Plath’ın sonunu hazırlamıştır. Hughes’un 1961 yılında tanıştığı şair Assia Wevill ile yaşadığı aşk, Plath’ın çocuklarını da alarak evi terk etmesiyle sonuçlanır. Hem iş hem de biri iki yaşında diğeri dokuz aylık iki çocuğun bakımını üstlenmek Plath’ın kaldıramayacağı bir yüktür. Sonunda gazı açar, evdeki fırının içine başını sokar. Hem çocuklarla ilgilenen hem de intihar eğilimli Plath’a göz kulak olan hemşire eve geldiğinde artık çok geçtir. 
Kimilerine göre aslında Sylvia Plath gerçekten intihar etmek istememiştir; bu, onun en güçlü yardım çığlığıdır. 
Çünkü ölmeden önce komşusuna evden kaçta çıkacağını sormuş, kapısının üzerine doktorunu aramalarını söyleyen bir not bırakmıştır. 
İşin en ürpertici yanı, Assia Wevill’in de 1969 yılında Plath’ın yöntemiyle intihar etmesi. Ancak o, dört yaşındaki kızını da kendisiyle birlikte ölme sürükler. 
Bu noktada, intiharın genetik kodlarda saklı olduğuna inananların tezlerini güçlendirecek bir bilgi vermek istiyorum: Hughes ile Plath’ın oğlu Nicholas da, 47 yaşında kendini asarak intihar etti; sebep ağır depresyon.
“Sırça Fanus” romanında da yazdığı gibi kendisine ne imkanlar sunulursa sunulsun “hep aynı sırça fanusun içinde kendi ekşimiş havasında bunalacağına” inanan Sylvia Plath, psikiyatri kliniğinden çıktığında biraz olsun rahatlamıştı; “Bütün o ateş ve korkudan arınmıştım. 
Şaşılacak kadar sakindim. Sırça fanus başımdan bir metre kadar yukarıda asılı duruyordu. Artık hava alabiliyordum”. Bu sözleri yazmasına rağmen yine de umutsuzdu Plath: “Hiç ama hiç emin değildim. Bir gün, herhangi bir yerde o boğucu çarpıtmalarıyla sırça fanusun yeniden üzerime inmeyeceğini nasıl bilebilirdim?” Ve indi de sırça fanus şairin üzerine, henüz 31 yaşında nefessiz bıraktı hayatı boyunca korku içinde yaşayan Plath’ı. 

MEZAR TAŞI MESELESİ VE "DADDY"
Sylvia Plath öldüğünde henüz eşi Ted Hughes’dan boşanmamıştı. Dolayısıyla mezar taşının üzerinde Sylvia Plath Hughes yazar. Bu da mezarın defalarca tahrip edilmesine neden olur. Şairin hayranları, ki bunların çoğu doğal olarak Ted Hughes’dan nefret etmektedir, mezar taşının üzerindeki Hughes soyadını silmek için uğraşırlar. Hem Sylvia Plath hem de Assia Wevill’in ölümünün sebebi olarak Ted Hughes’un uyguladığı şiddeti gösteren feministler her fırsatta şairi eleştirirken, Plath da doğal olarak bir feminizm ikonuna dönüştü. 
Şiirlerinde kişisel konulara ağırlık veren ve Türkçeye “itirafçı şiir” olarak geçen “confessional poetry” akımının ilk temsilcilerinden olan Plath, 1962’de yazdığı “Daddy” (Babacığım veya Babişko olarak çeşitli kereler Türkçeye çevrildi) şiiriyle tarzı zirveye taşıdı. Şairin meşhur “Her kadın bir faşiste tapar” sözünün de geçtiği ve şiddet, Yahudi soykırımı, korku, nefret gibi ögeler taşıyan bu şiirin de yer aldığı “Ariel” kitabına önsöz yazan Robert Lowell hem Plath’ın kişiliğini hem de akımı şu sözlerle özetliyordu: “Tüm şarjörü dolu bir silahla Rus ruleti oynamak gibi.”

KİTAPTAN BÖLÜMLER

“Ben on dokuz yaşındayken bekâret en önemli konuydu. Dünyadaki insanları Katolikler ve Protestanlar ya da Cumhuriyetçiler ve Demokratlar ya da beyazlar ve zenciler, hatta erkekler ve kadınlar olarak değil de biriyle yatmış ve yatmamış olanlar diye ikiye bölünmüş olarak görüyordum, iki insan arasındaki tek kayda değer fark buymuş gibi geliyordu.”

“Uzaklarda kusursuz bir erkek görüyor ama o erkeğin yakına gelir gelmez hiç de uygun biri olmadığını anlıyordum. Hiç evlenmek istemeyişimin nedenlerinden biri de buydu. Hayatta en son istediğim şey sonsuz güvenceye kavuşmak ve okların atıldığı yay olmaktı. Ben değişiklik ve heyecan istiyordum. Dört Temmuz bayramındaki havai fişeklerden fışkıran rengarenk kıvılcımlar gibi her yöne atılmak istiyordum.”
“O sabah bir başlangıç yapmıştım. Kendimi banyoya kilitledikten sonra küveti ılık suyla doldurup bir jilet çıkarmıştım. Romalı bir düşünüre nasıl ölmek istediğini sorduklarında damarlarını ılık banyo içinde kesip açacağını söylemişti. Bunun kolay olacağını sanıyordum, küvete uzanıp bileklerimde çiçeklenen kızıllığın berrak suyun içinde dalga dalga kabarışını izleyerek gelincik rengi köpüklerin altına kayıp uykuya dalacaktım.”
“Bayan Guinea’ya minnettar olmam gerektiğini biliyordum ama hiçbir şey hissedemiyordum. Bayan Guinea bana bir Avrupa ya da dünya turu bileti vermiş olsaydı da fark etmeyecekti. Çünkü nerede olursam olayım bir gemi güvertesinde, Paris’te bir sokak kafesinde ya da Bangkok’ta hep aynı sırça fanusun içinde kendi ekşimiş havamda bunalıyor olacaktım.”


Kaynak: http://vatankitap.gazetevatan.com/haber/olebilecegim_dusuncesi_kafamda_sakince_bicimlendi/1/21774