Blog

17 Aralık 2015 Perşembe



José Saramago’nun Ölümlü Nesneleri

“Ölümlü Nesneler (Objecto Quase)” kitabı José Saramago’nun altı erken dönem öyküsünden oluşuyor. Yazarın hayal gücünün, ironik sesinin, kendine özgü sözdiziminin pınar başı da denebilir bu öyküler için.

José Saramago’nun Ölümlü Nesneleri
Eşyalar mı insan için, insanlar mı eşya? Eşyalar ne için?

Bir sandalye devrilse ne olur? En fazla ne olabilir? İnsanlardan kaçan posta kutuları olur mu? Arabası şoförü rehin alabilir mi? Ya kapılar saldırganlaşırsa?.. Eskiden tüketim çılgınlığı içindeydi, şimdi artık tüketim körlüğünde kaybolmuş günümüz dünyasına ta 1975 yılından söz söylüyor sordurdukları sorularla ve varlıklarıyla bu nesneler. Zaten adları üstünde değilse de, ölümsüzler. Aradan geçen yılların elbette önemi yok. İki sebepten. Çünkü iktidar ihtiyacından da doğan tüketme meselesi bir yana, erk üzerine kafa yoran, tespitler yapan, yargılar koyan öykülerin kahramanları onlar. Erk ki insan denen yaratık kendi varlığını, varlık içinde başka türlü konumlamadıkça hep bir mesele olacak. Ölümsüzler, bir de çünkü edebiyat eskimez.

Ölümlü Nesneler (Objecto Quase)” kitabı José Saramago’nun altı erken dönem öyküsünden oluşuyor. İlk öykü Sandalye böceklerin yediği sandalyenin üzerindeki adsız diktatörle birlikte devrilmesi, bir ülkenin kaderini belirlemesi üzerine kurulu. Yazarın bu öyküleri, Portekiz’de Salazar diktatörlüğü zamanında yazdığı göz önünde tutulunca, Sandalye’nin Salazar’ın sandalyeden düşüp ölmesine gönderme yaptığı görülebilir. Öykü insandan çok sandalye ve böceklerin dünyasına odaklanırken, Saramago’nun haz veren diline de hızlı bir giriş yapmayı sağlıyor.
© Mathery Studio
© Mathery Studio
“Sandalye devrilmeye, düşmeye, kırılmaya başladı, ancak yere indiğini söylemek pek uygun olmaz. İnmek ifadesi kullanılırsa sandalyenin kanatlarını çırparak havalandığı, sonra da yere indiği zannedilebilir. Tabii sandalyenin kanatları olmaz, kolçakları varsa da onların yere indiği söylenmez, olsa olsa sandalyenin kolçakları yerinden çıktı denir. Gerçi inmek sözcüğünü gökten yağmur indi derken de kullanıyoruz, ama ben kendi tuzağıma düşmeden lafımı toparlasam iyi olacak…”

Diğer öyküler ise kendi yönetimini eline almak isteyen bu nedenle şoförünü rehin alan bir arabanın başkahraman olduğu Ambargo; ölüm korkusu yüzünden hükmettiği yeri mezarlığa çeviren bir iktidar sahibinin sonunu işaret eden Kısırdöngü; kaybolarak insanları derinden etkileyen nesnelerin zorba düzene karşı gelmesini konu eden ve tüketim körlüğünü de eleştiren Nesneler; yarı insan yarı at bir canlının insanlıktan kaçışını izleyerek varoluşa ilişkin yanıtlar arayan Sentor ve bir delikanlının doğa ile ilişkisinden, bir domuzun kesilişine tanık olduğu günlük hayatından, belki de bir gündüz düşünden kesitin kısacık bir metinle verildiği Kısas.
Yazarın sonra iyice fantastik ögelerle gün yüzüne çıkan hayal gücünün, eğretilemeyle beslenen ironik sesinin, virgüllerle ayrılan kocaman paragraflarla kendine özgü sözdiziminin pınar başı da denebilir bu öyküler için. Kitap, daha önce yazarı hiç okumamış okura iyi bir başlangıç noktası olabilir. Başka kitaplarını okumuş olana ise eserlerin kökenine doğru yapılacak bir keşif fırsatı.

http://www.artfulliving.com.tr/edebiyat/jos-saramagonun-olumlu-nesneleri-i-4452

Drakula’nın şatosunda

12 Aralık 2015 Cumartesi, 11:31:03

Gülşah Elikbank’ın Kırmızı Kedi’den çıkan “Yalancılar ve Sevgililer” romanının mekânı Transilvanya... Kitabın bir bölümü günümüzde geçen ve içinde aşk da olan bir polisiye macera, bir bölümüyse yüzyıllar önce kendini olağanüstü bir yalnızlığa mahkûm ederek bir zulüm makinesine dönüşen Kont Drakula’nın hikâyesi

drakula kitap drakulanın şatosunda gülşah elikbank
Gülenay BÖREKÇİ / HT CUMARTESİ
‘Maskeler dünyasındayız’
Neden “Yalancılar ve Sevgililer”?
Maskeler dünyasındayız; herkes ya kendine ya başkalarına mutlaka yalan söylüyor ve aslında hayatımızı yönlendiren de o yalanlar. Aşkta da böyle.
Kitaptaki aşktan ve esas karakterin Maya’dan söz eder misin? Kitaptaki tüm aşklar yaralı ama gerçek bir yandan da. Maya ilk aşkını unutamıyor. İlk aşklar genelde yanlıştır, onları güzel kılan da o yanlışlık ve imkânsızlıktır. Yılgınlıkların üzerine gelen yeni bir aşk umudu ise zorlar insanı. Halin kalmamıştır, bir başkasını tanımaya gücün yoktur. Maya güçlü bir kadın ama bundan haberi yok. Ona sarsıcı bir değişim gerekiyordu. Bazen böyle olur, insana derdini başka bir büyük dert unutturur, yarası da o bir başkasının yarasına merhem olursa sarılır ancak.
Fantastik romanlarıyla tanıdığımız Gülşah Elikbank’ın yeni romanı “Yalancılar ve Sevgililer”in büyük bir bölümü Transilvanya’da geçiyor. Elikbank olayları eşzamanlı kurgulamış. Hikâyenin bir bölümü günümüzde geçen ve içinde aşk da olan bir polisiye macera. Paralel ilerleyen öteki bölümündeyse yüzyıllar öncesinde kendini olağanüstü bir yalnızlığa mahkûm ederek adeta bir zulüm makinesine dönüşen Vlad Tepeş, yani Kazıklı Voyvoda ya da daha iyi bildiğimiz adıyla Kont Drakula var. Bu tarihi şahsiyet gerçekte astığı astık, kestiği kestik bir figürken, popüler kültürde bir cazibe ikonuna dönüşmüş durumda. Elimizdeki kitaptaysa onun cazibesinden çok yaraları konu ediliyor. “Yazar ayarı tutturamaz ve kurgudaki ilmeklerden birini kaçırırsa, paralel kurgu zor iştir ama açıkçası ben olaylara geniş açıdan bakmayı seviyorum” diyor Elikbank. “Düne bakarken bugünü iyi anlamalı, bugünü yazarken mutlaka dünü bilmeli ve geleceği az çok sezebilmelisin. Zamanın kelebek etkisi diye bir şey var, yüzyıllar önce yaşanmış her olay bugünün de belirleyicisi ve bizler en ilkel atalarımızın bile mirasını taşıyoruz genlerimizde. Transilvanya’dayken hissettiğim bir şeyi anlatayım: Drakula’nın şatosundaki silah odasında akla hayale gelmeyecek garip silahlar vardı ve ben bundan çok etkilenmiştim. Tam bir şiddet çağı olan 15’inci yüzyıldan bu yana çok şey değişmediğini görmek ise daha ürkütücü. Demek ki sadece silahlarımız değişti, hâlâ ölüyor ve öldürüyoruz.” Elikbank’la “Yalancılar ve Sevgililer”i konuştuk. n Seni tekinsiz diyar Transilvanya’ya sürükleyen şey neydi? Gidişim tesadüfi oldu. Bükreş’e yaptığımız bir iş seyahatinde arkadaşımın “Sana bir de Drakula’nın yaşadığı şatolarını gezdireyim” demesiyle başladı her şey. O vakte kadar Drakula’nın yaşamış bir insan olduğunu bile bilmiyor, onu efsane sanıyordum. Şatoları gezerken Drakula’dan kötü, vicdansız ve zalim bir adam olarak söz ettiklerini fark ettim. Oysa kimse kötü doğmaz, onu zalimleştiren bir süreç de olmalıydı. İşte 10 yıl sonra bu sürecin peşine düştüm.
Romanında vampir mitine pek girmemiş, tarihsel bir figür olarak Kont Vlad Drakula’yı anlatmayı tercih etmişsin... Bunu özellikle yaptım. Fantastik kurgu yazarı olduğumdan, herkes bir vampir romanı bekliyordu benden, ters köşe yaptım. Vlad’ın sesine karşı gelemedim belki.
Drakula Transilvanya’da bir nevi turistik figür haline geldi, eski ürperticiliği kalmadı. Senden eskinin Drakula’sını anlatmanı istesem...
Doğrusu eskiden Drakula’nın yaşadığı topraklara ayak basmak cesaret işiymiş. Herkesle derdi olan, ama kendi içinde garip bir adalet duygusu barındıran bir adammış. Onun döneminde sokakta elmas bıraksan, kimse çalmaya cesaret edemezmiş. Öyle bir ülke hayal etsene! Nefes alırken bile iki kere düşünmen gerekirdi. Bugünün Drakula’sı bir popüler kültür kurbanı, gerçeğiyle hiç ilgisi yok. Mesela hediyelik eşya olarak üzerinde Vlad’ın kafası bulunan kazık şeklinde kalemler satıyorlar. Oysa o kazıklarda onbinlerce insan katledilmişti.
Onu bir polisiye kurgunun içine yerleştirme kararını anlatır mısın?
Yazmaya ortaokuldayken, polisiye öykülerle başlamıştım. Babasız büyüyen, sorunlu bir kız çocuğuydum ve yazdığım kanlı öyküler öğretmenlerimi rahatsız ediyordu. Anneme şikâyet etmişlerdi beni. Öte yandan benim romanlarımda hep hissedilen bir gerilim vardır zaten, tempo yüksektir. Nedeni, herhalde içimdeki o polisiye dürtüsü. Sanırım bu sefer o duygu beni tamamen ele geçirdi ve çocukluğumdaki bir yara sarılmış oldu.
Peki ya Drakula için ne dersin, fail mi kurban mı, sevgili mi yalancı mı ya da ne?
Birini anlamak için hep çocukluğuna bakarım. Bütün ömrümüz anne ve babamızın biz çocukken kalbimizde, ruhumuzda açtığı yaraları kapamaya çalışmakla geçmiyor mu? Çocukken Osmanlı Sarayı’na esir düştüğünü ve böyle 6 yıl geçirdiğini düşünürsen, bence Vlad Tepeş de bir kurban. Yalnız ve ürkek bir çocukken, sevgiye en muhtaç olduğu zamanda, sırtına taşıyamayacağı yükler almıştı. Sevmekle nefret etmek arasında çok bocaladığından eminim. Bazı kurbanlar değişir, iyileşir. Onun ruhundaki karanlık, buna izin vermeyecek kadar büyüktü.
Tahminde bulunalım...
Vlad Tepeş kimsenin onunla gerçek düzlemde bir ilişki kurmasına izin vermiyor. Verse ne değişirdi? Bence gerçek bir aşk onu baştan sona değiştirebilirdi ama bunun için önce birinin ona yaklaşmasına izin vermesi gerekirdi. Oysa çocuk yaşta terk edilmiş olan her çocuk bilir ki insanları fazla sevmek tehlikelidir, çünkü ona en ihtiyaç duyduğunuz anda çekip gidebilir. Babasız büyüdüğüm için iyi biliyorum, kaybetme korkusu varken sağlıklı bir ilişki kurmak zordur. Yaralı insanların görünmez duvarları vardır, onlara yaklaştığınızı sandığınız anda o duvara çarpar, parçalanırsınız.
 

http://www.haberturk.com/yasam/haber/1165953-drakulanin-satosunda

Virginia Woolf’un ‘yaşama sevinciyle dolu’ mektubu mezatta

Virginia Woolf’un ‘yaşama sevinciyle dolu’ mektubu mezatta
Virginia Woolf’un intihar etmeden bir yıl kadar önce arkadaşı Philip Morrell’e yazmış olduğu bir mektup açık artırmaya çıkarılacak. “Dalgalar” ve “Deniz Feneri” gibi yapıtların yazarı Woolf, mektubunda, kalp rahatsızlığına yakalanan Morrell’den “yaşamaya devam etmesini” istiyor ve “Son zamanlarda pek çok dostum yaşamaktan vazgeçti” diyor.
Doktoru tarafından kalp rahatsızlığı tanısı konulan Liberal Parti’li politikacı Morrell’in merdiven çıkması yasaklanmıştı. 
Woolf, üç sayfalık mektubunda şöyle diyor: 
“Sevgili Philip, mektubuna çok sevindim. Hastalığını duymuştum ve daha fazla bilgi edinmek istiyordum. Evini zemin kata taşımalı ve yaşamaya devam etmelisin. Son zamanlarda pek çok arkadaşım yaşamaktan vazgeçti.”
Woolf, Britanya’nın Alman uçaklarının hava akınlarına karşı savunma savaşı verdiği günlerde, 12 Temmuz 1940’ta kaleme aldığı mektubunda, kendi yaşamından ayrıntılar da veriyor ve hava saldırılarıyla karşı karşıya olmakla birlikte çiçeklerin, martıların, güzel manzaranın keyfini yaşamaktan vazgeçmediğini söylüyor.
Virginia Woolf 28 Mart 1941’de intihar etmiş, Philip Morrell de 1943’te hayata veda etmişti.
Woolf’un mektubu, açık artırmalarında eski kitaplar, el yazmaları, haritalar ve ilk basımlara yer veren Dominic Winter müzayede evi tarafından 1000-1500 sterlin (yaklaşık 6 bin TL) fiyat aralığıyla satışa sunulacak.
Kaynak: Guardian
http://kulturservisi.com/p/virginia-woolfun-yasama-sevinciyle-dolu-mektubu-mezatta

Yorgun Mısır aşkı


Necib Mahfuz’un “Yağmurda Aşk” romanı, 1967’de gerçekleşen Altı Gün Savaşı sonrasındaki Kahire’nin ve kendi yollarını çizmeye çalışan farklı karakterlerin hikayesi

MURAT CAN AŞLAK


“Bir kimsenin akıllı olduğu cevaplarından, bilge olduğu da sorularından anlaşılır.” Necib Mahfuz

Arap Edebiyatı‘nı dünyaya açan, 1988 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Necib Mahfuz’un varoluşçu romanı “Yağmurda Aşk”, Altı Gün Savaşı‘ndaki (1967) yenilginin gururunu kırdığı, kültürler ve nesiller arası farklılıkların ve arada kalmışlıkların kayganlaştırdığı Mısır’da çok sayıda karakteri birbirleriyle çarpıştırarak ahlak, vatanseverlik, aşk, kültürler ve insan doğası ile ilgili birçok soru soruyor.
“Hayat değerli ve onu sevmek en mantıklısı. Sana gelirsek, Mısır, sen de değerlisin, ama seni sevmek mantıklı değil! Uzayın derinliklerinde farklılıkların eriyip gittiği ve yıkıcı tutkuların silinip yok olduğu bir nokta olmalı.”

MANTIKSIZ SEVGİ

Roman; muhafazakârlığın kalın duvarlarının tutmaya çalıştığı, Batılı rüzgârların yeni neslin çatlaklarından sızdığı, küçük düşürücü mağlubiyete rağmen cephenin hala sıcaklığını koruduğu ancak zamanında insanların kalplerinde hissettiği söylemlerin artık klişeleşme riskiyle karşı karşıya kaldığı 1967 İsrail-Arap savaşının hemen ertesinin Kahire’sinde geçiyor. İki sevgilinin, bu hengâmenin orta yerinde, naif buluşmasıyla başlayan hikâye, vakit kaybetmeden aile ve arkadaşlık bağları ve beklenmedik sıçramalarla genişleyerek daha realist bir tabana, daha hoyrat bir iklime kavuşuyor. Mevcut politik ve kültürel gerilimlerin sıkıştırdığı, savaş yorgunu toplum; yüzeysel bir vatanseverlik ve ahlak anlayışına sarıldıkça trajediler doğurmaya hazır bir ortamın kokusu yavaş yavaş baskınlaşıyor.

“Kahrolsunlar! Kenarda oturup, insanların acı çekmesini, ezilmesini, esir edilmesini seyrediyorlar, ama aşk ve sefayla karşılaşınca açgözlü aslanlara dönüşüyorlar.”
Kurduğu sahne ve seçtiği dönem, Nobel Ödülü‘nü almak için bile Kahire’den ayrılmayan, kurgu akışında kırılmaların ustası Mahfuz’a şahane bir oyun alanı sunuyor. 130 sayfalık bir roman için oldukça fazla sayıda olan ama hiç biri havada kalmayan, tutarlı karakterlerini başlıyor birbirlerine vurmaya: Meteliksizlikten bir anda ulusal bir film yıldızına dönen bir genç âşık; pornografiyle genç kadınları kandırıp sonra işi bir tür gizli alışverişe döken bir kart zampara; hayırdan anlamayan bir yanağında kurşun deliği olan bir lezbiyen;nişanlısının kararlarını kendi başına almasını onursuzluk sayıp pavyona koşarak 4. sınıf bir dansözle o gece evlenen doktor; flörtü uzaktan bakışma olarak yorumlayanlarla, seksi yemek ve su kadar kolay bulanların oluşturduğu arkadaş grupları ve daha fazlası …
“Orta yaşlılar ne mutlu … Orta yaşlılara orta yaşlı oldukları için gıpta edildiği ülke ne kadar acınası!”

Bu karakterler aşk, çıkarlar, aile bağları, inançlar ve ahlak düzlemlerinde çarpışıyorlar ve gelenekler-modernizm çelişkisinin her an çatıºmalara uygun bir atmosfer sağladığı bir ortamda, her birinin diğerleriyle beraber dokunmuş hikayesi yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Öfkeyle ve tasarlanmadan işlenen iki cinayet de, su giderleri gibi bireysel hikayeleri ve kahramanların kaderlerini kendine çekiyor.
“Mezarlar dolmaya devam edecek, hastaneler de. Ama bunlar bizi yemek yemekten, içmekten, evlenmekten alıkoyamayacak!”

Necib Mahfuz’un bu kadar çapraşık ilişkiden ve felsefi sorulardan bir yeni “Kahire Üçlemesi” çıkarabilecekken; tüm işi 130 sayfalık, her zaman beşinci viteste akan bir iskelete hapsetmesi beklenmedik bir tercih.

Bu kadar yoğunlaştırmanın ve mermi formuna getirmenin ortaya çıkarabileceği olası sorunların hepsi Mahfuz’un ustalığıyla aşılmış. Roman, yoğunluğu ve hızıyla zamana yaymaya pek izin vermeyen bir doğaya sahip; bir ya da iki günde bitirilmeyi talep ediyor.
“(Mısır) Yüce bir dağ un ufak oldu ve harika bir rüya dağılıp gitti.”

http://vatankitap.gazetevatan.com/haber/yorgun_misir_aski/5/24422

1 Aralık 2015 Salı

"Ankara Üniversitesi 2015 Öykü ödülü ise Prof. Dr. Sevda Çalışkan, Prof. Dr. Aysu Erden, Özcan Karabulut, Doç. Dr. Ömer Adıgüzel ve Ayşegül Tözeren’den oluşan seçici kurul üyeleri tarafından başlangıç noktaları olan temaları öykülerin derin yapılarında çoğul anlamlar yaratarak işlemeleri, Türk edebiyatına özgün katkıda bulunması, yazarın sezdirme ve çağrışım gücü yüksek, özgün, duyarlı, duygu yüklü ve titiz bir dil kullanması, ufku oldukça geniş bir düş gücünü yansıtması ve kısa öykünün mantığını kavrayışı bakımından umut verici bir çalışma olarak öne çıkması nedeniyle Hakkı İnanç’ın Kırmızı Kedi Yayınları arasında yayımlanan Ateş Etme Silahsızım adlı öykü kitabına, verilmiştir."



22 Kasım 2015 Pazar

Gülşah Elikbank: “Hayat benim yazacaklarımdan daha fantastik hale geldi”

FavoriteOkuma listeme ekle
gulsah-elikbankYalancılar ve SevgililerGülşah Elikbank’ın Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından okura sunulan son romanı. Yazdığı romanlarla okurun beğenisini kazanan Elikbank, kişisel sayfasında kendini şöyle tanıtıyor: “1980 yılında İstanbul’da dünyaya geldim. 1999’da Nazilli Süper Lisesi’ni bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde lisans eğitimini tamamladım. Ardından yüksek lisans eğitimini Marmara Üniversitesi’nde Yönetim ve Çalışma Psikolojisi üzerine yaptım. 7 sene İstanbul’da bir inşaat ve turizm firmasında yönetici olarak çalıştım.Kızım Rüya dünyaya geldikten sonra daha mutlu ve huzurlu olacağıma inandığım Bodrum’a yerleştim.Ardından İzmir’e Türkiye’nin ilk edebiyat konseptli otelini açmak için geldim ve halen İzmir’de yaşıyorum. Çeşitli dergilerde yazılar yazıyorum. Şu ana kadar yayınlanmış altı romanım var: Siyah Nefes, Mavi Dağ, Kızıl ÖlümAşkın GölgesiMedusa’nın Pusulası ve Uykusuzlar.” Elikbank’la son romanıYalancılar ve Sevgililer üzerine söyleştik.
Gizemli Transilvanya, Eflak, Drakula, Kazıklı Voyvoda, Romanya, Çavuşesku, Galata, Bağdat Caddesi… Ne çok yer/kişi ismi var. Böyle bir roman fikri ilk nerede/nasıl doğdu ve gelişti sizde?
Ben romanlarımda şehirlere gönderme yapmayı, hikâyeyi şehre göre kurmayı seviyorum. Ama bu romanda biraz farklı bir durum oldu. Çünkü romanın fikrini bana veren Transilvanya’nın kendisi oldu. 2004 yılında yazmayı düşündüğüm ama ancak öyküyü kafamda geçen sene tamamlayabildiğim bir macera bu. VladTepeş, Drakula olmasının ötesinde insani yanıyla anlatılmaya değer biri. Üstelik ona neden Drakula yakıştırması yaptığı sorusuna yanıt buluyoruz bu romanda.
“Aynada gördüğüm tek şey; boşluk. Kendime baktığım zaman, içi oyulmuş, içinde ne var ne yok boşaltılmış ama bir türlü tekrar doldurulamamış bir oyuncak görüyorum,” diyen bir kahramanımız var. Maya, sevgilisini kaybetmiş. Annesi psikiyatr. Elif de önce annesinin hastası, sonra Maya’nın arkadaşı oluyor. Gizemli mektuplar alıyorlar. Bu, onların kendilerini Romanya’da bulmalarını sağlıyor. Siz nasıl buluyorsunuz konularınızı?
Sanırım alçakgönüllü olamayacağım tek şey, romanlarımın konusu. Oldukça özel ve özgün oldukları fikrindeyim. Beni kalem kâğıtla buluşturan önce konu oluyor zaten, sonra kahramanlar ve olay örgüsü gelişiyor. Konularımı genelde seyahatlerimde buluyorum. Ya da onlar beni buluyor. Önce bir fısıltı kulağıma geliyor, sonra kahramanlarım dile geliyor. İlk romanımın konusu da kapımı bir Kapadokya seyahatinde çalmıştı zaten. Bu nedenle çok okumayı ve mümkün olduğunca gezmeyi romanlarım için bir gereklilik olarak görüyorum.
yalancilar_ve_sevgililer_1baskiYalancılar ve Sevgililer’de macera da var, aşk da, heyecan da, siyaset de, psikoloji de… Kurgularken neyi düşünerek kurguladınız?
Çıkış noktam kahramanın cellada, celladın kahramana dönüşmesinin serüvenini izlemekti. Kötü ile iyinin sınırı, tarafı olur mu mesela? Çağa göre, halka göre değişir m bu kavramların içeriği? 15.yüzyıl hiç kuşkusuz bir şiddet çağı ama o çağın gereği bu değil miydi zaten? Şimdi de hepimiz psikolojik şiddet çağının tam ortasındayız. Üstelik bizim durumumuz daha kötü çünkü düşmanlar gizli ve pusu kuran cinsten. Yazar içinde yaşadığı toplumdan ayrı düşünülemez. Elbette ben de yaşanan bu zor süreçlerde politize oldum ve bu yazdıklarıma yansıdı.
Kadir, önce Maya’ya koruma olarak eşlik ediyor. Sonrasında arkadaş, hatta dost, en sonunda sevgili oluyorlar. Hayatın neresinde duruyor yazdıklarınız? İçinde, kıyısında, köşesinde…
Hayatın içinde, ortasında. Aşk romanlarımda her zaman olmuştur. Çünkü bu hayata katlanmayı sağlayan yegâne duygu aşktır. Ben uzun süredir fantastik roman/öykü yazmıyorum farkındaysanız. Çünkü hayat benim yazacaklarımdan daha fantastik hale geldi. Zaten bir distopyanın kahramanı gibiyiz. Maya ve Kadir ise aslında her an sokakta karşılaşabileceğimiz karakterler. Gün içinde yanımızdan yüzlerce insan geçiyor, her biri farklı bir hayatın kahramanı ve belki de başlı başına bir roman kahramanı onlar. En değerli aşkın da içinde dostluk barındıran olduğuna inanıyorum. Bunu yakalamak en zoru.
“Baksana ülkemiz her geçen gün kadınlar için daha zor bir yer oluyor. Dünya özgürleşirken biz eve hapsedilmeye, annelik göreviyle dört duvar içinde tutulmaya çalışılıyoruz,” diye dert yanıyor romandaki kahramanlardan biri. Buna benzer birçok cümle var. Yazarak dünyayı değiştirebileceğinize inananlardan mısınız? Yazarken insanlara mesajlar vermeyi sever misiniz?
Mesaj vermek diye adlandırmak istemem. Daha çok beni dertlendiren konuyu açarak paylaşmak diyebilirim. Son yıllarda kadın hakları konusu beni yakından ilgilendiriyor. Özellikle bir kız çocuğu annesi olarak, toplumda kadının yerini, özgürlüğünü ve bedeni hakkındaki kararları önemsiyorum. Dünyayı yazarak değiştirmek belki mümkün değil ama sadece bir insanı değiştirmek mümkün ise; bu da hiç azımsanacak bir kazanç değil. Ben o bir insanın peşindeyim. Kendimden başlayarak…
“Bana kötülükten bahsetme dostum. Artık yaşadığımız çağda kötülüğü açıklamaya gerek yok; bana neden bu rezil dünyada hâlâ iyiliğin bulunduğunu açıkla. İnsanlık, iyiliği omuzlarına çöken yüzyıllık vicdan azabının kefareti olarak görüyor yalnızca. İnsanın yasak elmayla başlayan ihanet etme yeteneği günden güne arttı. İlk ihaneti Tanrı’ya olan bir varlığın en büyük ihaneti kendisinedir, unutma.” diyor romanınızdaki Prens Vlad karakteri. Işıkla karanlığın, iyilikle kötülüğün mücadelesi kadim zamanlardan beri süregeliyor. Sizce kazanan hangisi/ olacak?
Şu an kazanan taraf karanlık gibi gözüküyor. Bu kadar mutsuz insan neden var? Kendimizi mutsuz edecek, köleleştirecek bu sistemi neden kurduk? Ama burada Vlad’a katılıyorum, mutsuzluk çağı sonunda ya yok olacağız, ya da buradan bir aydınlık bulacağız. Aydınlığı ise önce hak etmek gerekiyor. Şu an yaşamayı bile hak ettiğimizden emin değilim oysa. Doğa insansız da var olabiliyor biliyorsunuz.
Çavuşesku ve Vlad’ın ortak noktaları ve sonları neydi kısaca? Nasıl bir ibret almalıyız bundan?
İkisi de tam bir diktatör. Fakat ikisi de bunun farkında değildi, tüm diktatörler gibi. Yaptıkları her çılgınlığı ülkelerinin iyiliği için yaptıklarına inanıyorlardı ama başkalarının doğrusu ya da arzuları umurlarında değildi. Tek doğru onlarınkiydi. Bunun sonu her zaman hüsrandır. Halkların direnç noktaları vardır, onlara dokunduğunuz anda ilk siz yanarsınız.
“Tanrı dünyada kendi suretiyle görünmez. Elçileri vardır, başka insanları kendine vesile kılar. Gözlerinizi değil yüreğinizi açmak zorundasınız onu görmek için.”diyen kahramanın diliyle konuşursak…O elçiler neredeler? Nasıl tanırız onları?
En önemli elçiler, çocuklar bana kalırsa. Bir çocuğun gözlerinin içinde evrenin tüm sırlarını görmek mümkün. Ama bunun yanında bazı insanlar vardır, hayatınıza tam da ihtiyacınız olan anda girerler ve o ihtiyaç son bulduğunda da yavaşça sizden uzaklaşırlar. Onlar da birer elçidir. Hayatın kendi içinde, bizim pek de anlayamadığımız dinamikleri, kendini ifade etme biçimi var. Ben bir romancı olarak bu gizlerin peşindeyim. Bilim ve hayal gücü her zaman el eledir çünkü. Evreni anlamak için bilimden taraf olmalıyız.
Söyleşi: Merve Koçak Kurt – edebiyathaber.net (20 Kasım 2015)
- See more at: http://www.edebiyathaber.net/gulsah-elikbank-hayat-benim-yazacaklarimdan-daha-fantastik-hale-geldi/#sthash.wlhTYi2S.dpuf

18 Kasım 2015 Çarşamba





Doğal olarak mutsuzduk!

Kimine göre edebiyatın tanrıçası, kimine göre depresyon kraliçesi... Mrs. Dalloway’le bilinç akışının en iyi örneğini sunan yazın insanı... Virginia Woolf’un ölümünden sonra yayımlanan en önemli kitabı Varolma Anları, nihayet 39 yıl sonra Türkçede...

08.11.2015 00:30

Doğal olarak mutsuzduk!
 
Çağ Viktorya çağı... Üst orta sınıf, çok çocuklu bir aile. Ve o ailenin “Bir kadın olarak benim ülkem yoktur. Bir kadın olarak bir ülke de istemiyorum. Bir kadın olarak tüm dünya benim ülkemdir” diyen müthiş kızı Virginia Woolf.
İngiliz edebiyatının en önemli kadın yazarı Woolf, feminizm adına en temel yapıtları Kendine Ait Bir Oda ve Kadının Toplumsal İşlevi’nde (Üç Kuruş) ataerkil sistemi eleştirdi. Mrs. Dalloway’de bilinç akışının en iyi örneklerinden birini verdi. Roman, Clarissa’nın dostlarına vereceği yemek daveti için sokağa çıkmasıyla başladı ve bize tek bir günü anlattı. O gün, diğer roman kahramanı Septimus’un da son günüydü. İkisi hiç karşılaşmadılar ama okuyucuya ‘aynı karakterin farklı yüzleri’ olduğunu hissettirdiler. Topluma yabancılaşan bireyi, yalnızlaşan kadın ve erkeği en iyi anlatanlardan biriydi Woolf. Her zaman büyük sayılan şeyler üstünde değil, küçük sanılanların üzerinde durdu. Ele aldığı kişiler de, renkli bir yaşam sürmeyen, çarpıcı yanları olmayan sıradan insanlar görünürdü. Ancak iç dünyalarına girdiğimizde anlardık ki, en heyecanlı serüvenleri yaşayanlardan daha şatafatlıydılar...

Edebiyat kaygısı yok
Virginia Woolf severlerdenseniz, 39 yıl sonra Türkçeye çevrilen ve Kırmızı Kedi tarafından basılan bu kitabı mutlaka okumalısınız. Burada yazarın ne sinir krizleri ne de intihar girişimleri var. Varolma Anları’nda yer alan metinler, Woolf’un hayattayken yayımlatmadığı, dosyalarda kalmış, terekesinde bulunan otobiyografik yazıları. Çevirmeni İlknur Özdemir’e göre yaşasaydı, hep yaptığı gibi mutlaka üzerlerinden tekrar geçer, bir kitap bütünlüğüne getirirdi. Ama yine de bu, ölümünden sonra yayınlanmış en önemli kitabı olma özelliğini koruyor...
Bu kitapta, herhangi bir edebiyat kaygısı da yok. Çok sevdiği annesi, onun ölümünden sonra ailenin durumu, despot babası – ki Virginia’nın feminizminin başlıca nedenidir bu, burjuva evinin daraltıcı atmosferi, aile içi tacizleri ve onu yazarların dünyasına sokan, ‘entelektüel Bloomsbury grubu’ hakkındaki düşüncelerini okuyacaksınız.
İlk metin 25 yaşındaki Virginia’ya ait. Ve bu kitapla birlikte hayatının da nasıl seyrettiğini izliyorsunuz.
Son metni yazma tarihi de ceplerine taşları doldurup, evlerinin yakınlarında bulunan Ouse Nehri’ne atlayıp, intihar etmesinden sadece dört gün öncesi. Virginia’nın bu kitaba yansıyan en ilginç günleri kuşkusuz Bloomsbury günleri. Yazar günlüklerinde “Kapı çalınıp da hayret verici gençler içeri girdiğinde Vanessa ile benim içimiz içimize sığmazdı. Gecenin geç saatlerinde salon dumanaltı olurdu, çörekler, kahve ve viski saçılırdı her yere; ne satenler olurdu üzerimizde ne de küçük inciler, aslında hiç süslenmezdik. Thoby gidip kapıyı açardı, Sydney-Turner girerdi içeri, Bell girerdi, Strachey girerdi...” diyor.
“Ay ışığında aydınlanmışcasına saydam bir güzelliği vardı”
İngiliz Edebiyatı profesörü Mina Urgan, Virgina Woolf’u incelediği kitabında bakın o günleri nasıl yorumluyor: “Virginia, babasının ölümünden sonra, kardeşleriyle birlikte Bloomsbury mahallesine yerleşti. Artık baba evinde değil, kendi evlerinde oturuyorlar; babalarının yaşlı dostlarıyla değil, kendi genç dostlarıyla görüşüyorlardı. Virginia, tamamıyla özgürdü. Ama özgürlüğüne kavuşan öteki genç kızlardan farklı olarak, durumundan yararlanıp erkeklere yakınlık göstermiyordu. Oysa elimizde yığınla fotoğraf bulunduğundan, annesi gibi bir âfet olmamakla birlikte, gençliğinde de, orta yaşlıyken de, her erkekte hayranlık uyandıracak kadar güzel olduğunu biliyoruz. Romancı Rosamond Lehman, onun çok ince, uzun boylu ve “son derece güzel” olduğunu; hüzünlü büyük gözleri ve çarpıcı yüz hatlarıyla Ortaçağın Meryem Analarını andırdığını anlatır. Ellerinin biçimli inceliği üstünde ayrıca durur. Virginia Woolf’un elleri öyle saydammış ki, onları şöminenin ateşine tutunca, derinin altında incecik kırılgan kemikleri görür gibi olurmuş insan. Uzaktan akrabası Dr. Janet Vaughan, onun güzelliğinin, tenin rengi ve tazeliği gibi gelip geçici şeylerden değil, kemik yapısından kaynaklandığını; bu yüzden de, gençken de yaşlıyken de güzel kaldığını söyler. Şair Edith Sitwell “Onun ay ışığında aydınlanmışcasına saydam bir güzelliği vardı” der. Eşi Leonard Woolf da, onun yoğun ve semav izlenimini veren güzelliği üstünde durur. Bu güzelliğin, ancak Virginia akıl dengesini yitirdiği sıralarda ansızın değişime uğradığını; o zaman, yüzünün yalnız ifadesinin değil, hatlarının bile değiştiğini; insana acı veren bir güzelliğe dönüştüğünü söyler. Güzelliği bir yana, Virginia Woolf, biraz kalınca, hattâ telefonda erkek sesini andıran sesiyle de kendini dinleyenleri büyülermiş. Süsüne düşkün olmadığı halde, her zaman çok bol olan ve başka kadınların giysilerine pek benzemeyen giysileriyle de çok çarpıcı bir kadınmış...”
Yazarın, annesinin ölümünden sonra çektiği acı, kitabın tüm bölümlerine yansımış: “Doğal olarak mutsuzduk, zaman zaman dayanılmaz hale gelen ve asla tatmin edilemeyecek mutlak bir ihtiyaç içindeydik...”
Bu kitabı okuduğunuzda Woolf’un neden ‘doğal olarak mutsuz’ olduğunu daha iyi anlayacaksınız.

VAROLMA ANLARI
Virginia Woolf
Çeviren: İlknur Özdemir
Kırmızı Kedi Yayınevi
2015, 260 sayfa, 19 TLhttp://kitap.radikal.com.tr/makale/haber/dogal-olarak-mutsuzduk-428561

Aşktan da üstün olmalı

Aşktan da Üstün 50 Film serisinin üçüncü kitabına Murat Özer 10, Burçin S. Yalçın ve Burak Göral 9, Okan Arpaç 8, Kemal Ekin Aysel 7, Tunca Arslan 6, Murat Emir Eren bir yazıyla katkı sunmuş. Filmlere, bugünden gelen yankılara kulak vererek bakmak gerek.

14.11.2015 02:20

ŞENAY AYDEMİR sinesenay@gmail.com

Aşktan da üstün olmalı
 
Kolay değil bu ülke de hiçbir maddi çıkar elde etmediğiniz bir işi altı yıl boyunca aralıksız sürdürebilmek. İşinizin öznesine büyük bir aşkla bağlı olmak gerekir bunu yapabilmek için. Ama yetmez, altı yıl boyunca bitmek tükenmek bilmez bir ısrar, sadece aşkla açıklanabilecek bir şey değildir. Aşktan da üstün bir şeyler olmalı!
Yıllarını gazetelerde, kültür sanat ve sinema dergilerinde geçirmiş bir avuç insanın bir araya gelerek altı yıl önce hayata geçirdiği Arkapencere’nin macerası kendi başına ‘aştan da üstün’ bir duruma işaret ediyor aslında. Sinemaya sadece aşkla bağlı olmak dışında, bu sanat üzerine kafa yoran, hayatının merkezine filmleri yerleştiren, iyi-kötü demeden görev bilinciyle bütün filmleri izleyen, hepsi hakkında birkaç kelam etme sorumluluğu kendinde hisseden insanların ısrarının tek açıklaması aşk olamaz çünkü. Altı yıldır her cuma sabahı vizyona giren bütün filmler hakkında eleştiriler okuyabildiğimiz, sinemanın güncel gelişmelerine dair yorumları bulduğumuz, geçmişin unutulmaz klasiklerine bugünden yapılmış değerlendirmeleri merakla beklediğimiz bir emekten bahsediyoruz. Yalnızca uzun metrajın değil, kısa ve belgesel filmlerinde de kendisine alan açabildiği bir çaba söz konusu.
50 önemli film
Arkapencere, tanıtımın eleştiri olarak kabul edildiği, “Sevdim, sevmedim” tanımlamalarının bir filmin iyi ya da kötü olması için yeterli olacağının düşünüldüğü bir dönemde eleştiriye yeniden itibar kazandırmak için ortaya konan bir emek aynı zamanda. 
Üstelik eleştiriyi yalnızca güncel olanla sınırlı tutmayan, geçmişi de kurcalayan bir çaba bu. Yalnızca sinema tarihinin çok bilinen eserlerini değil, sadece sinefillerin haberdar olduğu ya da özel ilgi gösterenlerin bilebileceği bazı filmleri de bulup çıkartıp koyuyor önümüze bu çaba. Bu çaba her hafta derginin “Aşktan da Üstün” adlı bölümünde çıkıyor okurların karşısına. Daha sonra da kitap olarak da okurla buluşuyor. Adını köşesinden alan Aştan da Üstün kitaplarının üçüncüsü de yakın zaman önce raflardaki yerini aldı. Daha öncekiler gibi Kırmızı Kedi Yayınevi’nca okurla buluşturulan kitapta, 50 önemli filmin eleştirileri yer alıyor.
Murat Özer’in 10, Burçin S. Yalçın ve Burak Göral’ın 9, Okan Arpaç’ın 8, Kemal Ekin Aysel’in 7, Tunca Arslan’ın 6, Murat Emir Eren’in 1 yazıyla katkı sunduğu kitapta eleştirileri yer alan filmlerden bazıları ise şöyle: Se7en, Missing, Büyük Diktatör, Yaratık, Susuz Yaz, Kırık Bir Aşk Hikayesi. Vesikalı Yarim, Brazil, Arıcı, Sonsuz Ölüm, Guguk Kuşu, Yeraltı Peygamberi, 12 Maymun, Kazablanka, İkarus’un İ’si, Korku Ruhu Kemirir...
Eski zamanlardan ama...
Uğur Vardan’ın kitaptaki önsözü şu paragrafla başlıyor: “Bir türev mesleğidir bizimkisi... Yankıdır... Kuyuya atılan taştan bir süre sonra gelmesi beklenen sestir... Gölgedir... ‘Duvar pası’dır... Efekttir... Ses ve ışık gösterisidir... Sinema varsa, bize iş düşer... Perdeye, ekrana aksetmeyen görüntü yoksa biz de yokuzdur... Basit bir mantık gerçeği: Olmayan bir filmin eleştirisi de olamaz, tabii ki eleştirmeni de... Bu yüzden biz sinema eleştirmenleriyle birlikte sıkça anılan ‘kibir’ sözcüğünün, gerçekte ait olduğumuz meslek grubuyla pek bir ilişkisi yoktur. Olsa olsa çoklarından daha fazla film seyretmiş, daha fazla sinema üzerine kafa yormuş, okumuş, yazmış, laflamış kimselerizdir... Aslında biz daha çok ‘yer göstericiler’e benzeriz. Onlar size salondaki konumunuzu işaret eder, biz de bir nevi o işaret edilen yerden izlediğiniz film üzerine doğru ya da yanlış kimi noktalardan yola çıkarak hasbihâl eyleriz...”
Vardan’ın “Bir türev mesleğidir bizimkisi... Yankıdır... Kuyuya atılan taştan bir süre sonra gelmesi beklenen sestir” sözleri, Aşkdan da Üstün kitabının tanımına mükemmel uyuyor aslında. Eleştiri, kuyuya atılan taştan bir süre sonra gelmesi beklenen sestir. O ses bazen filmin yaratıcılarını rahatsız edebilir ama yapacak bir şey yoktur. Bu kitapta konu edinilen filmler ise eski zamanlardan. O yüzden, kuyuya taş atıldıktan epeyce bir süre geçtikten sonra ulaşıyor ses okurlara. Çoğumuzun döne döne izlediği bu filmlere, bugünden gelen yankılara kulak vererek bakmakta fayda var.

AŞKTAN DA ÜSTÜN
50 FİLM: 3
Kırmızı Kedi Yayınevi
2015, 216 sayfa, 15 TL.

http://kitap.radikal.com.tr/makale/haber/asktan-da-ustun-olmali-428723