22 Temmuz 2015 Çarşamba

http://www.dunya.com/kultur-sanat/sinema/yeryuzunde-konaklayan-iki-yildiz-269150h.htm

Yeryüzünde konaklayan iki yıldız

İlki II. Dünya Savaşı cehenneminde Napoli’de büyüyen sıska bir kızçocuğu, kendi deyimiyle “kürdan”... Diğeri 20. yüzyılın en iyi aktörü sıfatını bayrak gibi taşıyan, muhalif ve çalkantılı 80 yıllık yaşamıyla pek çok insanın idolü olmayı başarmış bir asi..
Yeryüzünde konaklayan iki yıldız
Sophia Loren hayranı mısınız, Marlon Brando mu? Yoksa ikisi birden mi? Kuvvetle muhtemel ki ikisi birden... Alın benden de o kadar... İşte o zaman size iki güzel haberim birden var: Marlon Brando’nun yıllardır piyasada bulunmayan anı kitabı “Annemin Öğrettiği Şarkılar” ve Sophiacığımızın adını en sevilen filmlerinin birinden alan “Dün, Bugün, Yarın-Bütün Hayatım”ı birbiri ardına kitapçı rafl arındaki yerini aldı. E, malum mevsim yaz. Yeni çıkan kitaplar köşeleri ve sinemalar “daha hafif” yapıtların tekelinde... Fırsat bu fırsat, bu iki güzel anı kitabını birbiri ardına okuyabilir, sonra da “Evde Sanat” niyetine Sophia Loren ya da Marlon Brando sinema geceleri için DVD raflarına uzun ziyaretler yapılabilirsiniz... Ne de olsa, gündemin canımızı bu kadar yaktığı, ruhumuzu kararttığı şu günlerde de sanatın iyileştiriciliğini es geçmemeli... 
wregtrbt.png
Hem İtalya, hem Hollywood... 
İtalya’dan çıkan en parlak yıldız olan Sophia Loren, “Sofia Villani Scicolone” adıyla Roma’da doğalı, 20 Eylül’de 81 yıl olacak... 1950’den beri sinemada parlayan Sophiamız, milyonları kendine âşık eden fiziğiyle hâlâ inkar etse de gerçek bu... Kırmızı Kedi’nin Eren Yücesay Cendey çevirisiyle yayınladığı “Dün, Bugün, Yarın-Bütün Hayatım”, işte bu 81 inanılmaz yılın öyküsü. Sunday Times’ın “Yazarı gibi tam yol ilerleyen harikulade bir gemi” sözcükleriyle nitelediği kitapta, aktrisin savaşın yakıp yıktığı Napoli’de geçen çocukluğundan sinemanın altın çağında unutulmaz filmlere imza atan bir oyuncu oluşuna uzanan renkli hayat hikâyesini anlatılıyor. 60 yıla yakın oyunculuk kariyeri boyunca çarpıcı güzelliği ve İtalyan dinanizmiyle süslenmiş oyunculuğuyla Marcello Mastroianni, Cary Grant, Frank Sinatra, Marlon Brando, Gregory Peck, Jack Lemmon, Paul Newman gibi devlerin karşısında hiç ezilmeyen Sophia Loren’i İkinci Dünya Savaşı’nın İtalyasında büyüyen sıska bir kız çocuğu -kendi deyimiyle kürdan-, gencecik bir dilber, tazecik bir aktris, kariyerinde çok önemli yeri olan kendisinden yaşça büyük Carlo Ponti’nin karısı, Hollywood’da çevirdiği ilk film olan “Gurur ve İhtiras”ta Cary Grant’ı kendisine âşık eden bir afet-i devran, sonrasında bir anne ve hatta bir büyükanne olarak tanımak size ilginç gelecekse “Dün, Bugün, Yarın”ı es geçmemeniz lâzım... İtalyan aktrislerini Oscarla tanıştıran yıldızın kitabının özel albümünden fotoğraflarla süslü olduğunu da hemen ekleyeyim... 
Gelelim Brando’ya... Aslında onun için ne söylesek, ne yazsak eksik... En iyisini yine kendisi yazmış, Agora Kitaplığı’nın Gürol Koca çevirisiyle bastığı otobiyografisinde... Doğrusu kitabın adı da pek hoş: “Annemin Öğrettiği Şarkılar.” 
Oğuldan anneye bir teşekkür... 
“Annem neşeli, canlı ve modern düşünceli bir insandı. Çocukluğumda çok ender evde olurdu. Doğayı, hayvanları ve gece semasını sevmeyi ondan öğrendim. Bestelenmiş bütün şarkıları bilirdi. Bana öğrettiği binlerce şarkı bugün bile aklımda” diyen bir oğuldan, daima özlenen anneye bir teşekkür bu ad...
 Robert Lindsey’in Brando’nun kendi yazıları, gelişigüzel kağıda döktüğü düşünceleri ve aktörlerin şahıyla haftalar süren sohbetleri sonucunda oluşturduğu kitap, epey oylumlu, 484 sayfa ve elbette resimli. “Uzun süreden beri doldukça dolan bir şeylerin boşalması diyebileceğim bu kitaba, benim özgürlük ilanım da diyebilirsiniz. Nihayet kendimi özgür hissediyorum ve insanların hakkımda neler düşündüklerine zerre değer vermiyorum. Yetmişimde öncekinden de fazla eğleniyorum. Ufacık şeyler bile beni müthiş eğlendirebiliyor” diyor kitap için Brando. 20. yüzyılın tartışmasız en büyük aktörü, Elia Kazan ve Lee Strassberg gibi dehaların öğrencisi, Johnny Depp’in de aralarında olduğu sayısız metot oyuncusunun idolü, ebedi muhalif Marlon Brado’nun hayatı, birbirinden ilginç anektodlarla süslü bir portre. 
Son olarak, hem Brando’nun hem de Loren’in arz-ı endam ettiği bir filmi hatırlatarak bitiriyorum: Üstelik Charles Chaplin’in de jübile filmi: “Hong Konglu Kontes.” İddialı değilse de sevimli bir romantik komedi...
Brando'nun en iyilerini seçmek öyle zor ki...
►İhtiras Tramvayı: Tennessee Williams’ın en meşhur oyunu “A Streetcar Named Desire”, tüm dünyada milyon kere oynandı, fi lme çekildi ama kimse onun 1951’de olduğu gibi “gerçek” bir Stanley Kowalski olamadı.
►Viva Zapata!: Hocası Elia Kazan’la işbirliğinin önemli örneklerinden 1952 tarihli fi lm, aralarında benim de olduğum bazı Brandocular için daima vazgeçilmez...
►Jül Sezar: Bir başka sinema dahisi, yönetmen Joseph Mankiewitz’in rejisiyle Brando 1953’te öyle bir Marcus Antonius oluyor ki Shakespeare’in eseri canlanıyor adeta...
►Çayhane: Aslında Marlon Brando’nun en tatlı filmlerinden biri John Patrick’in ünlü oyunu “The Teahouse of the August Moon”un bu uyarlaması, ama genelde ıskalanıyor. Oysa Brando’nun gamsız Sakini yorumu öyle sevimli ki...
►Baba: Mario Puzo’nun romanının ölümsüz sinema uyarlaması “The Godfather” (1972), tüm konservatuarlarda ders niyetine okutulsa yeridir. Özellikle de serinin ilk filmi, Brando’nun çenesi ve sesiyle yaptıkları...
Sophia Loren filmleri denince akla ilk gelenler...
►Yüzen Ev: Sophia Loren’in biyografi sinde Hollywood dönemi ve dönemin karizmatik aktörü Cary Grant da önemli bir yer tutuyor. 1958 tarihli “Houseboat” da bu yılların ürünü tatlı bir romantik komedi...
►Kızım ve Ben: Loren, İngilizce dışında çekilmiş bir bir filmle Oscar kazanan ilk oyuncu ve bu onura, 1960 tarihli Vittorio De Sica fi lmi “La Ciociara-Two Women” ile erişti.
►El Sid: Bugün bile epik dramanın vazgeçilmezi olan filmde, İspanyol halk kahramanı “El Cid”i Charlton Heston, güzel sevgilisi Jimena’yı da Sophia Loren oynuyor... Yıllardan 1961 ve aktris 27 yaşında, tabii tüm dünyanın kabul ettiği gibi güzelliğinin de doruğunda...
►Boccaccio’70: İtalyan sinemasının kültleşmiş “Boccace 70” filminin dört yönetmeni var: Fellini, de Sica, Visconti ve Monicelli... Sica’nın bölümü “La Riffa”nın yıldızı yine Sophia Loren, prodüktör ise bir ömrü paylaştığı Carlo Ponti.
►İtalyan Usulü Evlilik: 1964 tarihli “Matrimonio all’italiana” sadece aktrisin değil, İtalyan sinemasının da en bilinen fi lmlerinden biri.

http://www.milliyetsanat.com/kitap/kitap-tanitimlari/kozada-saklananlar/616

Kozada saklananlar


“Kelebeklerin Yazı” derin yaralara sahip bir ailenin öyküsü. Brezilya’nın yeni kuşak yazarlarından Adriana Lisboa, romanında Rio de Janeiro’da yaşayan varlıklı bir aileyi ve ailenin iki kızını sarmalayan bir dramı konu edinmiş.
CİHAN IŞIK
 
Clarice ve Maria Ines aşksız bir evliliğin kaçınılmaz sonucu olarak dünyaya gelmiş, pek de mutlu olmayan bir ailenin çocuklarıdır. Brezilya’nın kırsalındaki çiftlik evinin hakim figürü anne Otacilia’dır. Otacilia, sorunları uzun ve derin sessizlikler ve yasaklarla çözmeyi adet edinmiş, hayatın beklentilerini karşılamaya pek de gönüllü olmayan bir kadındır. Kocası Afonso Olimpio ise sakin, ölçülü ve biraz da pasif bir adamdır. Görünürde hiçbir problemin olmadığı bu evde, gerçek tabii ki görüntüden farklıdır. Maria Ines, ablası Clarice’in evden ayrılmak zorunda olduğunu, sıradan bir günde kahvaltı öncesi, daha yüzündeki çapakları silmeye fırsatı bile olmadan öğrenir. Clarice’in apar topar bir şekilde Rio de Janeiro’ya gitmesi gerekecektir. Nedeni çok sonraları ortaya çıkacak şekilde iki kız kardeşin yolları ayrılmak zorunda kalmıştır. Aslında kişilikleri birbirinden tamamen farklı olan iki kardeş, yıllar sonra tekrar çocukluklarını geçirdikleri çiftlik evinde bir araya gelecektir. Varlıklı bir orta sınıf ailenin dışarıdan, sıradan gibi görünen öyküsü çözülmeye; anılar, aşklar, tutkular ve yaralar ekseninde gözler önüne serilmeye başlayacaktır. İki kardeşin yüzleşmesi her zaman olduğu gibi iki ucu keskin bir bıçaktır. 
 
Vurucu sürprizler
“Kelebeklerin Yazı” karakterlerin anıları ve hatıraları sayesinde zamanda çizgisel ilerleyen bir roman değil. Romanın sayfalarında ilerlerken ana karakterlerimiz Clarice ve Maria Ines’in çocukluk, genç kızlık ya da evlilik dönemleri arasında sıçramalar yaşıyoruz. Olaylar yavaş yavaş önümüze açılırken Adriana Lisboa, asıl vurucu sürprizleri sona saklıyor. Bu sırada da küçük ayrıntılarla okuruna sıradan bir aile öyküsüne tanıklık etmediğinin sinyallerini veriyor. Kızların ilk aşkları, mutsuz ya da çoktan bitmiş evlilikleri küçük yan öykücükler oluştururken, karakterlere dair sağlam ipuçları da sağlıyor. Bu yan öykü ve zaman sıçramaları özellikle ilk birkaç sayfada takdim edilen karakter sayısının çokluğu nedeniyle kafa karıştırıcı olabiliyor. Tabii buna Latinlerin aile içinde benzer isimler kullanma takıntısı da eklenince ortaya Gabriel Garcia Marquez’in “Yüzyıllık Yalnızlık”ındaki kadar olmasa da kafa karıştırıcı bir isimler silsilesi çıkıyor. Buna hikaye boyunca sık sık yapılan zaman atlamaları da eklenince, “Kelebeklerin Yazı” okurundan dikkat talep eden bir romana dönüşüyor.
 
Aile dramı sevenlere
Adriana Lisboa, roman genelinde lirik bir dil kullanmayı tercih etmiş. Çiftliğin bahçesindeki bitkileri ya da karakterlerinin vücutlarındaki kırışıklıkları, izleyende oluşturduğu duygular üzerinden betimlemeyi seçmiş. Bu üslup romanın temasıyla büyük bir uyum içerisinde çalışıyor. Yazar, hikayenin oldukça kasvetli yollara saptığı zamanlarda ise bu üslubu terk edip buz gibi yalın ve doğrudan bir anlatıma geçmeyi tercih etmiş. Bu ikiliğin anlatının gücünü artırdığını söylemek yanlış olmaz. Öte yandan romanın tematik olarak da ikili karşıtlıklar üzerine kurulu olduğu söylenebilir. Otacilia ve Afonso Olimpia sakinlik ve sükut, Clarice ve Maria Ines adanmışlık ve başkaldırı gibi karşıtlıklar üzerine şekillenmiş karakterler olarak göze çarpıyor. 
Sonuç olarak “Kelebeklerin Yazı”, Latin edebiyatına ya da bir gizemin etrafında örülen aile dramalarına ilgisi olan okurlar için şu yaz günlerinden iyi bir okumalık olabilir.
 

http://www.haberturk.com/yasam/haber/1104394-sophia-loren-otobiyografisi-turkceye-cevrildi

Sophia Loren otobiyografisi Türkçe'ye çevrildi

18 Temmuz 2015 Cumartesi, 09:19:08

Böyle dediler ama sadece adını ve soyadını değiştirebildiler

Gizem Sevinç Selvi  yazıları, Sophia Loren otobiyografisi
Gizem SEVİNÇ SELVİ/ GAZETE HABERTÜRK- CUMARTESİ
İtalya’da 2014’te yayımlanan Sophia Loren otobiyografisi, “Dün, Bügün, Yarın/ Bütün Hayatım” adıyla Türkçe’ye çevrildi. Ela gözlü efsane güzel kitapta, kendisine sahip çıkmayan babasından Carlo Ponti’yle olan olaylı ilişkisine kadar her şeyi açık yüreklilikle anlatıyor. Öyle ki karşımıza efsane güzelliğinin ardında şaşırtıcı derecede ürkek bir kadın çıkıyor

Aile Sırları (August: Osage County) filminin bir sahnesinde, yaşlı Meryl Streep ve kız kardeşi arasında şöyle bir diyalog geçer:
- Yaşlı kadınlar seksi olamazlar...
- Ah boşver, bununla yaşayabilirim...
- Peki ya Sophia Loren?
Bu sorunun cevabı belli: Yaşayan efsane Sophia Loren, 81 yaşını devirdi ve hâlâ çok seksi. Hem görüntüsüyle hem de otobiyografisinde açık yüreklilikle anlattıklarıyla...
“Tutku, kısacık bir sürenin sonunda onları merkezdeki küçük bir otele sürüklemiş ve orada uzun, aşk dolu geceler yaşamışlardı. Ama işte o sırada oyun bozan olarak ortaya ben çıkmıştım. Romilda’nın gebe kaldığı haberi üzerine Riccardo’nun kafası karışmış, yavaş yavaş ondan soğumuştu. Onun hayat planlarında kesinlikle yer almadığım gibi anneminkiler arasında da bir bebek yoktu” diye başlıyor hikâyesini anlatmaya.
20 Eylül 1934’te, Sofia Lazzaro adıyla Santa Margherita Kliniği’nin nikâhsız anneler bölümünde hayata gözlerini açıyor. Annesi, kasabalı güzel genç kız Romilda Villani, babasıysa o dönem sadece 20 yaşında olan, soylu ve yakışıklı Riccardo Scicolone.
Babası kısa bir süre sonra ortadan kayboluyor. “Anne” dediği anneannesi Luisa, “Baba” dediği büyükbabası Mimi ve “annecik” Romilda’yla küçük bir evde, fakir bir hayat sürerken babasını ilk kez 5 yaşında görüyor Sofia. “Onu yanımıza getirtebilmek için annecik çok hasta olduğumu bildiren bir telgraf yollamıştı. Bunun üzerine pek acele etmese de masmavi pedalları, kırmızı lastikleri olan ve yanında göbek adım Lella yazan harika bir oyuncak otomobille çıkagelmişti. Bu buluşma beni o kadar heyecanlandırmıştı ki onun yüzüne bile bakamadım. İşin hoş tarafı o araba hâlâ durur. Yüreğimin içinde pırıl pırıl korurum onu.”
AŞK MI, SIĞINMA HİSSİ Mİ?
Çocukluğunu çirkin ördek yavrusuna benzeten ve kürdan gibi olduğunu söyleyen Loren’in bir ikona dönüşecek kadar güzelleşmesi fazla zaman almıyor elbette. Kuğuya dönüşen ördek, aynı zamanda tarifsiz şekilde tutkulu... Kendisi de bu halini “Daha engin bir denize dalmak istiyordum. Yüzme bilmesem de önemi yoktu” diyerek itiraf etmekte beis görmüyor. Hızla serpilip güzelleşmesiyle figüran olarak pek çok yapımda yer alır ancak hayatının dönüm noktası, 10 Ocak 2007’deki ölümüne kadar ayrılmadığı ünlü İtalyan yapımcı Carlo Ponti’yle karşılaşması olur. 2 oğlunun babası Ponti’yle 1951’in eylül ayında, Oppio Tepesi’nde küçük bir masada otururken tanışırlar. O sırada Carlo Ponti, Giulana Fastri’yle evli. Her ne kadar yan yana geldiklerinde onu hep tanıyormuş gibi hissettiğini ve yakın bulduğunu anlatsa ve ömrünün sonuna kadar yanından ayrılmasa da, Ponti’ye duyduğu aşk mıydı meçhul; zira kitap boyunca anlatılanlardan Ponti’ye karşı büyük bir güven duyduğu ve sığınma hissiyle dolu olduğu anlaşılıyor. Nitekim Sophia Loren, tüm o büyüleyici güzelliğinin ardında çekingen ve bir o kadar güvensiz, ne yapacağını kestiremez halde o günlerde. Öyle ki 1962’de yönetmenliğini efsane İtalyan Vittorio De Sica’nın yaptığı “Kızım ve Ben” filmiyle Oscar aldığı törene bile katılmamış. “Ödülü alamazsam düşüp bayılacaktım, kazansaydım da bayılacaktım. O büyük sahnenin karşısında, bütün dünyanın gözünün önünde buna izin veremezdim. ‘Roma’da koltuğumda otururum’ dedim ve öyle de yaptım.” Telefonda kazandığını haber veren isim ise yabancı değil, vaktiyle ona evlenme teklif etmiş olan oyuncu Cary Grant oldu: “Sophia win! Sophia win! Sophia win!!!” (Sophia kazandı!).
Aslında onun hikâyesinin tamamına bir “yaşadıklarına inanamama” hali hâkim. Belli ki Loren’in dünya starı olma fikrini içselleştirmesi uzun zaman almış, hatta olgunluk dönemini bulmuş.
Uzun yılların ardından Carlo Ponti’nin cenazesinde siyahlar içinde çok asil görünüyordu Sophia Loren. Şimdi 4 torunu var: Lucia, Vittorio, Leonardo ve Beatrice. Ve küçük kızlar Lucia ile Beatrice gelecekte babaannelerini aratmayacak gibi görünüyor...
'YÜZÜ ÇOK KISA, AĞZI ÇOK BÜYÜK, BURNU DA ÇOK UZUN!'
Carlo Ponti’nin daveti üzerine gittiği ofisteki ilk fotoğraf çekiminde, tahmin edilenin aksine, o dönemki adıyla Sofia için işler pek de yolunda gitmiyor. “Umursamaz tavırları olan kameramanlar bana bir sigara uzattı, bunu yakmamı, kameraya bakarak, ileri geri yürümemi istedi. Şimdiye dek hiç sigara içmemiş, bir kamera karşısında tek başıma bulunmamıştım. Gayet yetersiz olduğumu düşünüyordum. Kameramanın da aynı şeyi düşündüğü belliydi. Sonunda Carlo’ya ‘Efendim resmini çekmek mümkün değil. Yüzü çok kısa, ağzı çok büyük, burnu da çok uzun!’ demişlerdi. Her zaman olduğu gibi burada da ‘çok’ bulunmuştum.”
KİTAPTAN KISA KISA...
 Carlo Ponti’nin burnuna estetik operasyon yaptırması teklifine pek de sıcak bakmamış Loren. “Sofia, ne dersin... Hani şu profilini biraz yumuşatsak?” “Carlo, bana sinema filmlerinde oynamak için burnumu kestirmem gerektiğini söylüyorsan hemen şimdi Pozzuoli’ye döneyim çünkü kesinlikle böyle bir niyetim yok. Aptal değilim. Bu söz konusu bile olamaz, işte o kadar. Burnunu değiştirirsen her şeyin değişir ve ben değişmekten yana değilim.” 
Ya Cary Grant ile ilişkisi? O günlerde kendisini tutamayıp Sophia Loren’e evlenme teklif etse de Carlo Ponti’yle boy ölçüşemeyen Cary’ye karşı Loren de aslında boş değil. Ancak sonunda tutku değil, güven yani Ponti kazanıyor. “Yerimin Carlo’nun yanı olduğunu biliyordum, ciddi bir karar almasını bekliyor olsam da benim güvenli limanım oydu.” 
Ve 1960 yapımı “La Ciociara”, 1954 yapımı “L’oro di Napoli” ve 1963 yapımı “Ieri, oggi, domani” gibi ünlü filmlerinde rol aldığı dâhi yönetmen Vittorio De Sica’yla ilk sohbetleri sırasında De Sica’nın genç Sophia’ya söyledikleri: “Bu dünya bir ormandır, gözlerinizi açık tutmanız gerekir. Ama eğer bir tutkunuz varsa, ki ben iki kişiye yetecek kadar tutkunuz olduğunu görüyorum, kendinize güvenin, her şey yolunda gidecektir.”
1952 yazında tanıştıkları Napolili yapımcı Goffredo Lombardo, Sofia’nın soyadı olan Lazzaro’yu akılda kalıcı bulmuyor. “Masasının arkasındaki bir afişte İsveçli güzel aktris Marta Toren’in bir resmi vardı; baştan sona alfabeyi saydı, L harfine gelince durdu: ‘Soren, Toren, Loren... Evet oldu, bulduk. Sofia Loren’. Ancak Sofia’ya da daha uluslararası bir hava katmak istediler ve f’yi ph’ye çevirerek bunu da çözdüler.” Artık o, Sophia Loren’di. 
Yıllarca Brigitte Bardot’yla, Marilyn Monroe’yla seks sembollüğü konusunda yarışan Loren, cazibe konusunda neler söylüyor dersiniz? “Elbette kendimi hep güzel hissetmiştim ama bu huzursuz, kendine asla yetmeyen bir güzellikti... Zaten fazla önem verdiğin zaman güzellik bir çıkmaza dönüşebilir. En beklemediğin anda sana çelme takar, seni göklere, daha da yükseklere çıkarır ve sonra ansızın yere bırakır. Bütün dikkatini ona yönelttiysen bu düşüş gerçekten bir felakete dönüşebilir. George Cukor’ın dediği gibi, insanın kim olduğunu kabullenmesiyle ve bilinçle yarışabilecek hiçbir güzellik yoktu.”

http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/324236/iki_yasam_ortagindan_bir_temmuz_sohbeti.html

İki yaşam ortağından bir temmuz sohbeti

Madımak yangınında katledilen aydınlardan şair Behçet Aysan ve şair Metin Altıok’un kızları Eren Aysan ve Zeynep Altıok, Cumhuriyet için bir araya geldi. Altıok, ‘rotası siyasi cinayetlerle çizilmeyen bir ülke’ mücadelesini birlikte yürüttükleri Aysan’la gecikmeli tanışmalarını “acının yarattığı suskunluğa” bağladı.
Yayınlanma tarihi: 17 Temmuz 2015 Cuma
[Haber görseli]Sivas’ta 2 Temmuz 1993 günü sonsuzluğa yolcu ettiğimiz aydınlardan ikisi, şairler Behçet Aysan ve Metin Altıok’un kızları Eren Aysan ve Zeynep Altıok, 22 yıl sonra yine bir temmuz günü Cumhuriyet için bir araya geldi.
CHP milletvekili Altıok, “3 Mart 2013 günü Sivas davası zamanaşımına uğradığında hep birlikte polis şiddetine maruz kaldık. Şimdi taleplerimizi parlamentoda hayata geçirebilmek adına daha umutlu bir ortam yakalanacağını düşünüyorum” dedi.
Yazar ve tiyatrocu Eren Aysan ise Genco Erkal’ın yazıp yönettiği “Sivas 93” oyununu, Fazıl Say’ın oda operası “Ses”i ve Behçet Aysan Şiir Ödülleri girişimini takdirle anıyor ve “Her biri bu kötü günler sürecinde biraz da ayakta kalmamızı sağladı” diyor.

Adalet umudu artık Meclis'te
ZEYNEP ALTIOK: Canım Eren seninle bir acının ardından biraz da gecikmiş olarak tanıştık. Neden daha önce değil, buna hiç anlam veremem. Sanırım iki ayrı şehrin bizi ayırması ve biraz da acının suskunluğundan... Babalarımızı bir karanlıkta yitirmenin kader ortaklığından fazla bir yaşam ortaklığımız olmuş. Sevdiklerimiz, gördüklerimiz, hayallerimiz, içimiz birmiş. Şimdi bir başka Temmuz olanca yükü ve kalabalığıyla gelmişken ne güzel oldu. Cevat Çapan ve Haluk Şahin’in yıllardır gerçekleştirdiği “Ozanın Gününde Bozcaada” etkinliğinin bu yılki şairisin. Taze bir roman ödülü sahibisin ama Cemal Süreya ödülünü aldığın Vesikalık Fotoğraf şiirleri, Sappho ile buluştu. Kitapları, edebiyatı da konuşacağız ama önce kaçınılmaz olandan mı başlasak, ne dersin?
EREN AYSAN: O zaman söze 2009 yılında kurduğumuz Toplumsal Bellek Platformunu anlatarak başlayalım. Bizler, ilk defa 1980 yılında öldürülen Ümit Kaftancıoğlu ailesinin çabasıyla bir araya geldik, siyasi cinayetlerde yaşamını yitirmiş yirmisekiz simge ismin ailesiydik. Bir çoğumuz birbirini toplumsal süreçlerde yan yana durma erdemini gösterdiği için iyi tanıyordu. Öte yandan yitirdiklerimize ait davaların bir çoğunun soruşturma ve kovuşturması yıllarca sürmüş, cinayetler hiçbir şekilde aydınlatılamamıştı. Anayasanın dahi üzerinde olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi defalarca ihlal edilmişti. Kimimizin davalarında geçen kilit isimler bir diğerimizin dava dosyasında karşımıza çıkıveriyordu. Tetikçilerden, maşalardan başka yargı önüne taşınmayan sorumlular, ödüllendirilen, terfi ettirilen, devlet kademelerinde yüksek mevkilere yerleştirilenler, torba yasalarla salıverilen suçlular ile “zaman aşımı” olgusu peşimizi bırakmıyordu. Bir ülke düşünün, siyasi cinayetler ardı ardına yaşansın, devlet üzerine düşen görevi yerine getirmesin! Hatta katiller beraat ettirilsin, cezaları özendirici şekilde azaltılsın! Bu kadarla da kalmayıp, o katillere pasaportlar, ehliyetler, evlilik cüzdanları verilsin!

Çelişkiler yumağı
Aslında Sabahattin Ali cinayetinden beri önümüze özellikle çıkartılan çelişkiler yumağında debelenmeye devam ediyoruz, her birimiz. Ezber ettiğimiz bir filmi tekrar tekrarizliyoruz adeta. Derin ailemizin çoğalmaması adına, ilk önce Abdi İpekçi’nin katili Ağca’nın salındıktan sonra reklam yıldızına dönüşmesini arzu eden zihniyetlere karşı bir bildiri yayımladık. Bu ülkedeki hukuksuzlukları göstermek adına Dink davasında bir araya geldik. İki kez TBMM’ye gittiğimizde zaman aşımının ortadan kaldırıması ve meclis araştırma komisyonlarına işlevsellik kazandırılmasını istedik. Geçen zorlu zaman sonunda platformun bir üyesi ve CHP İzmir milletvekili olarak parlamentoya girdin. Bundan sonra da komisyonlarda, bir takım etkinliklerde ve platformlarda bulunduğun görev nedeni ile bu ülkede vicdanımızı zorlayan eylemlere karşı daha yol açıcı olacağını düşünüyorum.

Şiirle beslenip yara sarıyoruz
ALTIOK: Balarımızı onları “kendileri gibi” yaşatmaya dair özel bir özenimiz olduğunu biliyorum. Gerçek bir aydın sorumluluğu ile tıpkı TBP kayıplarıın tümü gibi sorgulayan, toplumun bilinci için çabalayan babalarımız yaşamlarının sonu olan trajik ve kara hikayelere hapsolmamalılar. Ancak adalet arayışı için sürdürülen mücadelenin de onların simgesel etkisini yok saymak mümkün olamıyor. Zor bir denge.
Şiir yaşasın istiyoruz. Nasıl biz şiirle, sanatla beslenip yaralarımızı sarıyorsak, aradığımız bilinçlenme için de sanatın rolünü daha çok kavrıyorum ben. Sanatın sorgulayan, düşündüren, hissettiren, buluşturan, çoğaltan yönü olduğu için korkuyorlar. Onlar sorgulayan, düşünen herkese düşman. “Kindar ve dindar” tek tipleştirme saikiyle sansürlüyor, yasaklıyor, ürettirmiyorlar. Biz Genel Başkan Yardımcımız Ercan Karakaş’la CHP Kültür ve Sanat Platformu’nu bu anlayışa karşı sağlıklı kültür sanat politikaları kurgulamak ve yaygınlaştırmak için kurduk. Vecdi Sayar, Orhan Alkaya, Yücel Erten, Serhan Bali ve Mehmet Aksoy’la birlikte bir üst danışma kurulu ile çalışıyoruz. Her il için sanatçılardan oluşan komisyonlar kuracağız.

Tüm dünyanın yükü
Sanat hem düşünme için hem üretme anlamında ikimizin de yaşamında önemli yer tutuyor. Yazmış olduğun romanın “Gece Uyurken” beni çok etkiledi. Yunus Nadi ödülünü kazandığın bu ilk romanın sanki kendi yaşadıklarının bir izdüşümü ama senden de öte bir boyutu var. Adeta tüm dünyanın yükünü çekiyormuşuz duygusuna kapıldım. Biraz seni, biraz platform ailemizin tümünün acılarını, tüm davaların kırılma noktalarını buldum yazdıklarında.

Herkesten bir parça
AYSAN: Çok sevindim romandaki kurmacaya kendini kaptırmana! Şimdilerde de yeni bir romanın izini sürüyorum. Gece Uyurken’e gelince... Onat Kutlar’ın o güzelim “İshak” kitabında unutulmaz bir öykü vardır, “Kül Kuşları”. Gazel adlı küçük bir çocuğun halasıyla, sığırcıklarla, kediyle, bir bebekle ilgili serüvenini anlatır öykü. Okuduğum zaman bombalı saldırı sonucu ölen Onat Kutlar’ın oğlunun adının Gazel olduğunu bilmiyordum. Yıllar sonra Gazel’le karşılaştığımda içim bir başka ürperdi. Artık kahramanımın adı belliydi: Gazel. Kitapta herkesten bir parça aldım.
Bir akşam otururken, 7 Kasım 1980’de öldürülen İlhan Erdost’un kızı, canım arkadaşım Alaz, ilkokuldayken bir çocuğun kendisini ‘teröristin kızı’ diye tokatladığını anlatmıştı. Birkaç gün uyuyamadım. Bu berbat anının da bir yansıması oldu kitaba. Yazmak eylemi başlı başına bir serüven. Çocukluktan ilk gençliğe uzanan yıllarda anılarından yola çıkarak yazdığın portrelerin, bir döneme kaynaklık edecek önemli bir çalışma olduğuna inanıyorum. Geçtiğimiz günlerde yayımlanan “Acısı Bende Kalsın” her şeyden önce Füsun Akatlı ve Metin Altıok’un kızlarının ülkedeki kültür sanat hayatının nabzını nesnel bir bakış açısıyla tutan aydın sorumluluğunun kitabı...

AKP taleplerimizi 22 kez reddetti
ALTIOK: Gerçekten hem duygusal hem mücadele bütünlüğü açısından tanımı güç, anlamlı bir deneyim oldu Toplumsal Bellek Platformu. Her birimizin tek tek geçtiği kan, ter, gözyaşı dolu uzun bir yolun ortaklıkları ile umuda evriltmek istediğimiz acılarımızla, başkalarının bunları yaşamaması için bir yıl arayla iki kez ziyaret ettik Meclis’i. Tüm partilere eşit mesafede durarak randevu aldığımız ve taleplerimizi sunduğumuz görüşmelerin ardından CHP ve BDP (HDP) tarafından meclise önergelerle sunulan taleplerimiz 22 kez salt AKP oylarıyla reddedildi. 13 Mart 2013 günü Sivas Katliamı davası zaman aşımına uğradığı zaman yine hep birlikte polis şiddetine maruz kaldık, elele. Şimdi bu taleplerimizi parlamento çatısı altında ve yeni bir dengenin kurulmasıyla hayata geçirebilmek adına daha umutlu bir ortam yakalanacağını düşünüyorum. Umarım yanılmam. Başka acılar yaşanmasın derken Roboski yaşandı. Bizim birlikteliğimizin bize yaşattığı duygulara benzer bir ortaklık Gezi isyanı ile topluma yayıldı. Bu kez de çocuklarımızı öldürdüler! Bu ülke hiçbir acıyla yüzleşmedi. Toplumsal hafızanın olmadığı bizim gibi ülkelerde adaleti sağlayabilmek için gerek koşul olan farkındalık sağlanamıyor. Bu anlamda çok önemli bir yeri var sanatın.

Yazarak nefes almak
AYSAN: Babamın ölümünden sonraki süreçte nefes almamı,sınırlarını çizemediğim yahut tanımlayamadığım dünyaya ait olmamı sağlayan yazma eylemiydi kuşkusuz. Eklemem gereken başka bir unsur daha var: Tiyatro eğitimi gördüm ve Devlet Tiyatroları’nda çalışıyorum. Yani ülkemizde sanatın bir anlamda kitleselleşmesine aracı olan ödenekli sanat kurumlarında yaşanan sıkıntılı sürecin birinci elden tanığıyım. Kişisel olarak şunları söyleyebilirim: Kurumun geçmişten gelen merkeziyetçi ve statükocu yapısının karşısında yer aldım. Bu yalnızca benim altını çizdiğim olgu değildi şüphesiz. Devlet Tiyatroları’na ilişkin iyi niyetli tadilat girişimleri özellikle 1980’li yılların ortasından itibaren sık sıkgündeme taşınmış, pek çok kurultay yapılmış, kurumlarıniçinde bulunduğu yapıya dair bir resim oluşturulmuştu. Uygulamaya geçemeyen bu arayışların, açıklanan modellerin kaçırılmış fırsatlar demeti olduğunu görmek, bugün insanda burukluk yaratıyor.

Boşluklar dolduruldu
Belki bu modeller hayata geçseydi, tüzük çıkarılsaydı, çalışma barışı sağlansaydı, tek adam yönetimi yerine yerinden yönetim inşa edilseydi, Devlet Tiyatroları daha güçlü bir biçimde iktidarın iradesinin karşısına çıkacaktı. Geldiğimiz noktada bırakılan boşlukların itinayla doldurulduğunu gördük. Beni son yıllarda en çok üzen ise kişisel hesapları için kurumu arka plana iten kimi sanatçı dostlar oldu, ne yazık ki.

Sanatın gücü
Ne olursa olsun sanatın gücü, kişilerin ihtirasları aşar, yeni bir bahçe sunar alımlayıcısına. Hatırlayalım, ikimizde de derin iz bırakan Genco Erkal’ın yazıp, yönettiği, oynadığı “Sıvas 93” zor zamanlarımızda bizi ayakta tutarken evrensel olana dair pek çok değeri sunmuştu izleyicisine. Sevgili Fazıl Say’ın Metin Altıok Ağıdı’nı, babam Behçet Aysan, Metin Altıok ve Aziz Nesin’in şiirlerinden yola çıkarak yaptığı oda operası Ses’i düşünelim. Her biri bu kötü günler sürecinde biraz da ayakta kalmamıza sebep olmadı mı? İnatla sürdürdüğümüz Metin Altıok ve Behçet Aysan Şiir Ödülleri’ne de bu çabaya eklemeli.

Yazarak yeni bir yol açtım
ALTIOK: Yazmak benim için önceleri Sivas için sesimizi duyurmak adına bir araçtı. Ancak her zaman yazarak iyi hisseden biriydim. Seslenmek için yazarken de bilgi vermek ve hak talep etmekten öte birşey yapabilmek istedim. İnsanların okumasını, bizimle birlikte hissedebilmesini sağlamak için kuru metinler yerine hem duygularımı hem fikirlerimi kattığım bir boyuta arayışım oldu. Yazdıkça çoğaldım, yazılara boyut katayım derken kendime de yeni bir yol açtım sanırım. Özellikle şiir çok iyi hissettiriyor bana. Bunu yazılarıma taşıdım. Her ne kadar bir şair kızı olarak hep şiir yazmam beklense de ben şiirden beslenen, içinden şiir geçen denemeler yazar oldum. “Acısı Bende Kalsın” ilk kitabımdan biraz farklı. “Yıldız İzi” daha çok yaşamımı, kimliğimi, kendimi içeren yaşanmışlıklar anılar ve imgeler içeriyor. “Acısı Bende Kalsın” ise iki ayrı alanda siyaset ve kültür sanat alanında yazılarımdan oluşuyor.

Acısı bende kalsın
Yine satırlar arasında edebiyat, şiir var. İstedim ki acılardan beslenmeyelim, acısı bende kalsın, kimse yeni acılar yaşamasın. O nedenle sesimi, sözümü sürdürmek paylaşmak istedim. Çoğalmak için yazdım yazıları... Kitabın isim babası da sevgili Onur Behramoğlu... “Seni çok iyi anlatıyor, Acıları büyütmeyen, güçlü duran, dışa vurmayab ama içi acıların deneyimi ile şekillenen duyarlı, vicdanlı birisin” dedi. Kitabın ismi de böylece bulunmuş oldu. Bu kitabın ilk kitabımla ortaklığı, öyle sanıyorum ki beni olanca açıklığıyla ortaya serivermesi.

[Haber görseli]Son fotoğraf
3 Temmuz 1993 günü Sivas’ta katledilen aydınlardan Metin Altıok, Behçet Aysan ve Uğur Kaynar’ın hafızalara kazınan son fotoğrafı. Aysan’ın önündeki yangın tüpü, Altıok’un elindeki fırça gericiler tarafından ateşe verilen Madımak Oteli’nde yaşanan çaresizliği ortaya koymuştu.
http://haber.star.com.tr/cumartesi/begenmediler-agzin-buyuk-burnun-uzun-dediler/haber-1044441#.Van4OFLqtrM.twitter

Ünlü İtalyan yıldız Sophia Loren’in otobiyografisi “Bunları yaşadığıma ben bile inanamıyorum” dediği anılarla dolu. İlk çekiminde fotoğrafçının yaptığı “Yüzü kısa, ağzı büyük, burnu uzun” eleştirisi buna en iyi örnek.


Sophia Loren: Beğenmediler! Ağzın büyük burnun uzun dediler
Hale Kaplan Öz
SophIa Loren’in otobiyografisi geçtiğimiz günlerde Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından okura sunuldu. Dün, Bugün, Yarın/ Bütün Hayatım isimli kitap, dünyaca ünlü İtalyan sinema oyuncusunun hayatını tüm samimiyetle anlattığı notlarından oluşuyor. 
Savaşta sefaletle geçen çocukluğu, katıldığı ilk oyunculuk yarışması, ardından gelen önlemez yükselişi ve oynadığı onlarca film, aldığı ödüller, Carlo Ponti ile evliliği, Cary Grant’la yaşadığı aşk, hayatına giren ünlüler... Oscarlı ilk İtalyan sinema aktristi olan Loren bile tüm bunların yaşanmış olduğuna inanamadığını söylüyor: “Hayatımı düşündüğümde her şeyin gerçekten yaşanmış olmasına inanmıyorum. Bir sabah uyanacağım ve rüya gördüğümü anlayacağım sanki. Ama pek de kolay olmadığı konusunda aramızda anlaşalım. Elbette güzeldi, zordu ve değdi. Başarının bir ağırlığı var ve bunu yönetmeyi öğrenmek gerekiyor.”
ANNEMDEN UTANIYORDUM
Dünyanın en güzel kadınlarından biri olarak kabul edilen Loren’in otobiyografisinde kendisiyle ilgili ilk yaptığı yorumdaki ‘çirkinlik’ vurgusu dikkat çekici. Oyuncuyu, gözlerini açtığı dünyada ilk rahatsız eden şey ise nikah dışı doğumu: “20 Eylül 1934 günü Roma’da, Santa Margherita Kliniği’nin nikahsız anneler bölümünde cılız ve çirkince bir bebek olarak doğdum. Çeyizim, bilgelik ve yoksullukla dolu bir sandıktı. Babam yoktu, annem fazla sarışındı, uzun boyluydu, neşeliydi ve en önemlisi evli değildi. Sıra dışı ve abartılı güzelliği beni utandırıyordu. Ben normal, insana güven veren, siyah saçlı, önlüğü yamalı, elleri yıpranmış, gözleri bitkin bir anne istiyordum. Annecik gelip beni gittiğim rahibe okulunun kapısından almasın diye Tanrı’ya dua ederdim, çünkü arkadaşlarımın yanında utanıyordum.”  II. Dünya Savaşı yılları ise ünlü yıldızın çocukluğuna açılmış en büyük yara. Annesinin dilencilik yaptığı o yıllarda Loren bombardımanda bir kez yaralanmış: “Savaş patlak verdiğinde altı yaşındaydım, bittiğinde on bir. Gözlerim bir daha asla silemeyeceğim görüntülerle doluydu. İlk anılarımı düşündüğümde bombaları, hava saldırısı sirenlerini yeniden duyar, açlığın midemi ısırışını hala hissederim. Ve soğuk, karanlık, daha karanlık. İnanılmaz gibi gelebilir ama bugün bile ışık açıkken uyurum. Bombardıman başladığında annemle soluk soluğa sığınağa koşuyorduk. Bir akşam bomba parçası çenemi yaraladı. Çocukluğumun egemen teması açlıktı. Annem yiyecek bulabilmek için dileniyordu ama her zaman başarılı olamıyordu. Bize bir patates, bir avuç pirinç ya da kabuğu sert, içi nemli ve ıslak olduğundan bıçağa yapışan kara ekmekten getiriyordu.”
MAKYAJCI KEŞFETTİ
Sophia Loren’in şöhret basamaklarını tırmanmadan evvel güzel bir kadın olarak görülmediğini söylesek ne düşünürsünüz? İnanması güç ama gerçek. Anlattığına göre ünlü aktristin ilk çekimlerinde kameramanlarla arası pek hoş değilmiş. Hatta yaptıkları yorumlarla bazen incitici bile olmuşlar: “Gayet yetersiz olduğumu düşünüyordum, kameramanın da aynı şeyi düşündüğü belliydi. “Efendim, resmini çekmek mümkün değil. Yüzü çok kısa, ağzı çok büyük, burnu da çok uzun!” Sonunda daha duyarlı ya da belki daha yaşlı bir makyaj ustası yardımıma yetişti. “Beyler dedikleriniz sadece saçmalık. Işıkları değiştirmek yeterli olacaktır. O zaman burnunun gölgesi kısalır!”
NORMALLİK BENDEN KAÇIYOR
Fırtınalı bir hayatı olsa da hep içe dönük yaşamayı istediği itirafı, Loren’in anlatısındaki samimiyeti ortaya koyuyor: “Sinemada tutkulu ve trajik rolleri, güçlü ve duygulu insanları canlandırmayı seçsem de hayatımda bunun tam tersi olmak istiyorum: Soğuk, kontrollü ve içe dönük. Yani normal” diyor efsanevi yıldız. “Ama normallik benden kaçıyor, yaşama sevincim, canlılığım, karakterim buna izin vermiyor” diye de ekliyor. Ona göre hep, hayatta olmak istediğinden çok farklı karakterlere çekilerek ve sıradan olmayan insanları canlandırarak sanat aracılığıyla kendini kabul ettirmeye çalıştı.
KRALİÇENİN YANINDA TAÇ TAKTI
“1957 yılında Royal Command Performance’da  çok büyük bir gaf yaptım. Davete o dönem çok sevdiğim modacım Emilio Schubert’in şahane bir giysisiyle katıldım ve giysimi minik bir taçla zenginleştirmek istedim. Gerçi bir yandan büyüyordum ama hala içten içe kraliçe olmak isteyen küçük bir kızdım. Maalesef davette bizi gerçek Kraliçe Elizabeth karşıladı ve kurallara göre bir saray mensubunun olduğu yere taçla katılmak doğru değildi. İngiltere kraliçesinin bunu sorun etmiş gibi bir hali yoktu ama ertesi gün gazetelerin attığı manşetler fazlasıyla yankı uyandıracak türdendi.” 
ZAYIFLIĞIMI YÜZÜME VURAN CHAPLIN
“Benim zayıf noktamı yüzüme vuran Chaplin oldu ve bunu o ünlü dürüstlüğüyle yaptı: Sophia, tatlım, bütünüyle mutlu bir kadın olmak istiyorsan aşman gereken büyük bir sınırın var. Hayır demeyi öğrenmelisin. Sürekli başkalarını mutlu etmeye, herkesi sevindirmeye çalışma artık. Hayır, hayır ve gene hayır. Sen bunu söylemeyi bilmiyorsun ve bu büyük bir eksiklik. Hayır demek, zamanını arzu ettiğin gibi yaşayabilmen için kesinlikle şarttır. Ben de çok zorlandım ama öğrendikten sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı, hayatım basitleşti.”
KOMŞUMUZ MICHAEL
“Çiftlik komşumuz Michael Jackson’dı. Çocuklar onunla tanışmayı dört gözle bekliyordu. Nihayet o gün de geldi. Bir sabah Michael bizi öğle yemeğine davet etmek için aradı ve biz de memnuniyetle kabul ettik. Bizi gayet şatafatlı biçimde karşılarken her şeyi, yüzünü çevreleyen bukleleri, ara gözlükleriyle siyah şapkası tamdı. Öğle yemeğinde çok lezzetli ıstakozlar yedik, sonra o hassas ve biraz çocuksu çekingenliğiyle evini gezdirdi. Konuklarını hayal kırıklığına uğratmak istemeyen Michael onları prova odasına götürüp efsanevi ay yürüyüşünü de yaptı.”
GÜNLÜĞÜNÜ NEDEN YAKTI?
“Bir ilkbahar sabahı kendimi aynada incelerken ansızın korkuverdim. Gözlerimin içine baktım ve ‘Ben burada olmadığımda günlüğüme ne olacak?’ diye sordum. Pek çok düşünceme, duyguma arkadaşlık etmiş siyah, sert kapaklı deftere uzun uzun baktım. Sayfaları çevirdikçe yılların kokuları burnuma geliyordu, yazımın değişmesinden ruh halimin sinirli, gergin, üzüntülü zamanları fark ediliyordu. Sonunda banyoya gittim ve bir kutu kibrit aldım. Tek bir hareketimle bütün sözlerim alev aldı, sonra da kül oldu. Bundan pişmanlık duymadım sadece günlüğümü biraz özledim.”
http://odatv.com/n.php?n=seni-o-kadar-acik-secik-hayal-ettim-ki-o-striptiz-surpriz-olmadi--1407151200
İtalyan sinemasının efsane ismi Sophia Loren'in kaleme aldığı Dün, Bugün, Yarın adlı otobiyografisi Türkçe'de çıktı. Sophia Loren anı kitabında, hayatının en karanlık günlerinden, Ömer Şerif'le olan eğlenceli anılarını ve daha bir çoğunu kitabında içtenlikle anlatıyor.
STRİPTİZ SAHNESİ
Efsane yıldız Sophia Loren kitabında geçen günlerde kaybettiğimiz Ömer Şerif'le yaşadığı anılara da yer  verdi. Sophia Loren, Vittorio De Sica'nın yönettiği "Dün,Bugün,Yarın"filminde yaptığı striptiz şovundan sonra Ömer Şerif'in yorumundan kitabında bahsediyor. O yorum "Sophia Loren-Dün, Bugün, Yarın" adlı kitabında şu şekilde geçiyor:
''Ömer Şerif 'in daha yeni tanıştığımız günlerdeki yorumu beni hep gülümsetmiştir. 'O striptiz bana hiç de sürpriz olmadı. Sophia seni o kadar açık seçik hayal ettim ki, filmi seyrettiğimde daha önce gördüğüm bir sahne sandım.' ''
KİMİN PATLICANI GÜZEL
Loren'in Ömer Şerif'le yaşadığı bir başka anı da şöyle:
''Ömer Şerif'le bugün hala ağzımı sulandıran müthiş bir mutfak serüveni paylaştım. Ömer hayat dolu, zihni bin fikir üreten bir adamdı. Akdeniz'in iki karşı yakasında doğmuştuk ve ikimiz de Akdeniz'in kokularını, renklerini, karşıtlığını üzerimizde taşıyorduk. 1966 yazında Francesco Rosi'nin yönettiği şahane bir masalda, Bir Masal Gibifilminin setinde yeniden buluştuk. Bir gün prodüksiyonun oyunculara dağıttığı sıradan 'sepet' karşısında güzel, kara gözlerini göğe kaldırdı ve içini çekti: 'İnsan bu iğrenç şeyi nasıl yer? Şimdi annemin pişirdiği patlıcanlar olacaktı ki!..'
Ben de lafa karışmadan duramadım. Bir kahkaha attım ve şöyle dedim: 'Sen bir de benim anneminkileri yesen ... Dünyanın en güzeli odur..'
Tartışma ciddileşiyordu.
'Ah hayır Sophia, Romilda mükemmel bir aşçı olabilir, buna asla hayır diyemem; ama konu patlıcan olunca benim anneminkilerin üstüne kimseninkini tanımam!' Şöyle meydan okuyan bakışlarımla ona baktım ve 'Var mısın bahse?' dedim. Ömer Mısır'daki annesine telefon etti ve nedenini söylemeden onu Roma'ya davet etti. Kadın uzun zamandır görmediği oğlunun yanında olacağı için bu öneriyi mutlulukla kabul etti. Annesini gezdirdi, onu özenle ağırladı, İtalyan arkadaşlarıyla tanıştırdı. Sonra bir gün satır arasında son darbeyi indirdi: 'Anneciğim önümüzdeki hafta Sophia, annesi ve ekip arkadaşlarımızla yemek yiyeceğiz. Senin şu patlıcan yemeğinden yapar mısın bize?'
Hanımefendi bu öneriyi ciddiye aldı, pazarın bütün tezgahlarını dolaştı, bir patlıcan ordan, bir patlıcan burdan seçti ve pazarın en güzel patlıcanlarını bir araya getirdi. Benim annem kendi sahasında oynuyordu ve onu bu kadar havaya sokmaya gerek yoktu. Yarış akşamı durumdan bir haber iki aşçıyı davet ettik, onları mutfağa soktuk ve iştahlı bir de jüri oluşturduk. Kazananı seçmek zor oldu. Aslında tarif çok basitti, parmesanlı patlıcan pişirilmişti. Napoli işi olanlar da Mısır işi olanlar da ağızda dağılıyordu, üzerlerindeki kızarmış peynirli kısım damaklarımızı gıdıklıyordu. Günlerdir hepimiz sandviçle beslendiğimizden hepimiz oburca yedik. Yemeğin bitiminde, uzun bir tartışma sonucunda Bayan Şerif kıl payı farkla galip geldi. Annecik buna bozulmadı. O sevimli ve sıcak kanlı Mısır'lı anne sayesinde kendine bir arkadaş bulmuştu. Akşam gülerek bana şunu itiraf etti. 'Sadece sizden konuştuk çünkü her star kendi annesine güzeldir!'''


KÜRTAJ OLDUĞU GÜN

Sophia Loren  bebeğini kaybettiği günü ise hayatının en karanlık günleri olarak tanımlıyor ve o anlara kitabında şu şekilde yer veriyor:
''Kendi bebeğimin gözlerine bakabilmek için can atıyordum. Öyle olmadı ve sonraki günler hayatımın en karanlık günlerine dönüştü. Çalışmaya devam etsem de yanlış giden, normal olmayan bir şeyler hissediyordum. Roma'da başka bir kadın doğum uzmanı ile görüştüm ve o beni rahatlattı: 'Birkaç gün dinlenin, otomobille değil trenle seyahat edin ama kaygılanmayın, her şey yolunda.'
Filmin Moravia'nın bir uzun öyküsünden yola çıkan son bölümünü çekmek üzere Milano'ya gidiyorduk. Ne yazık ki 'Anna' adındaki bu bölüm neredeyse bütünüyle bir otomobilde geçiyordu ve araba, yoldaki sarsıntıları yaratmak için hidrolik bir kol üzerine monte edilmişti. Bu gerçek bir otomobilden çok daha beterdi. Milano'daki ilk gecemizde korkunç bir acı hissettim. Otelden arayarak danıştığım doktor beni rahatlatmaya çalıştı ama birkaç saat sonra acım yüzünden acil servise gitmem gerekti. Dikkatleri üzerime çekmemek için ambulans çağırmadık ama asansörle inerken az daha bayılıyordum.Mümkün olan en iyi şekilde hastaneye ulaştım ama doktorların çevremdeki telaşlı halleri  bütün umutlarımı ve hayallerimi yerle bir ederek üzerime çökecek trajedi beni ürkütüyordu. Kendimi savunmasız hissediyordum, sorular soruyordum ama kimse beni yanıtlayamıyordu.
'Sakin olun hanımefendi, şimdi bakıyoruz, anlamaya çalışıyoruz. Telaşlanmayın, göreceksiniz her şey yoluna girecek.' Aslında hiçbir şey söylemeyen sözler silsilesiydi ve beni çaresizlikten kurtarmıyordu. Şimdi hala o yatakta, beyaz duvarlı, neon ışıklı, derimden sızıp doğrudan kalbime giren dezenfektan  kokulu odada yattığımı görür gibi oluyorum.
O gecenin en ıstıraplı anısı rahibe hemşirelerin bana suçlarcasına küçümseyen bakışlarıydı. Anlayışsız, insancıllıktan uzak her türlü duygudan yoksun bir bakıştı o. Bu bedava ve gereksiz küçümseme, gerçeği elinde tuttuğunu sananların cahilliğinden kaynaklanıyordu ve onlar karşılarındaki kadının arzuları, korkuları hakkında hiçbir şey bilmiyorlardı.''
BEBEKLERİNE MEME VERMEYE HAZIRLANAN...
Sophia Loren kürtajdan sonra neler hissettiğini ise şu cümlelerle açıklıyor.
''Son derece zorlayıcı bir durum oldu. Kendimi tamamen içi boşaltılmış gibi hissediyordum ve sanki dünyanın bütün ışıkları sönmüştü. Kendimi ne kadar zorlarsam zorlayayım, geleceğime dair hiçbir şey görmüyordum.Kendimi hiç hissetmediğim kadar yalnız ve çaresiz hissediyordum. Benim yıldızlığım, bebeklerine meme vermeye hazırlanan yeni doğum yapmış annelerin mutluluğunun yanında sönük kalırdı.''