17 Aralık 2015 Perşembe



José Saramago’nun Ölümlü Nesneleri

“Ölümlü Nesneler (Objecto Quase)” kitabı José Saramago’nun altı erken dönem öyküsünden oluşuyor. Yazarın hayal gücünün, ironik sesinin, kendine özgü sözdiziminin pınar başı da denebilir bu öyküler için.

José Saramago’nun Ölümlü Nesneleri
Eşyalar mı insan için, insanlar mı eşya? Eşyalar ne için?

Bir sandalye devrilse ne olur? En fazla ne olabilir? İnsanlardan kaçan posta kutuları olur mu? Arabası şoförü rehin alabilir mi? Ya kapılar saldırganlaşırsa?.. Eskiden tüketim çılgınlığı içindeydi, şimdi artık tüketim körlüğünde kaybolmuş günümüz dünyasına ta 1975 yılından söz söylüyor sordurdukları sorularla ve varlıklarıyla bu nesneler. Zaten adları üstünde değilse de, ölümsüzler. Aradan geçen yılların elbette önemi yok. İki sebepten. Çünkü iktidar ihtiyacından da doğan tüketme meselesi bir yana, erk üzerine kafa yoran, tespitler yapan, yargılar koyan öykülerin kahramanları onlar. Erk ki insan denen yaratık kendi varlığını, varlık içinde başka türlü konumlamadıkça hep bir mesele olacak. Ölümsüzler, bir de çünkü edebiyat eskimez.

Ölümlü Nesneler (Objecto Quase)” kitabı José Saramago’nun altı erken dönem öyküsünden oluşuyor. İlk öykü Sandalye böceklerin yediği sandalyenin üzerindeki adsız diktatörle birlikte devrilmesi, bir ülkenin kaderini belirlemesi üzerine kurulu. Yazarın bu öyküleri, Portekiz’de Salazar diktatörlüğü zamanında yazdığı göz önünde tutulunca, Sandalye’nin Salazar’ın sandalyeden düşüp ölmesine gönderme yaptığı görülebilir. Öykü insandan çok sandalye ve böceklerin dünyasına odaklanırken, Saramago’nun haz veren diline de hızlı bir giriş yapmayı sağlıyor.
© Mathery Studio
© Mathery Studio
“Sandalye devrilmeye, düşmeye, kırılmaya başladı, ancak yere indiğini söylemek pek uygun olmaz. İnmek ifadesi kullanılırsa sandalyenin kanatlarını çırparak havalandığı, sonra da yere indiği zannedilebilir. Tabii sandalyenin kanatları olmaz, kolçakları varsa da onların yere indiği söylenmez, olsa olsa sandalyenin kolçakları yerinden çıktı denir. Gerçi inmek sözcüğünü gökten yağmur indi derken de kullanıyoruz, ama ben kendi tuzağıma düşmeden lafımı toparlasam iyi olacak…”

Diğer öyküler ise kendi yönetimini eline almak isteyen bu nedenle şoförünü rehin alan bir arabanın başkahraman olduğu Ambargo; ölüm korkusu yüzünden hükmettiği yeri mezarlığa çeviren bir iktidar sahibinin sonunu işaret eden Kısırdöngü; kaybolarak insanları derinden etkileyen nesnelerin zorba düzene karşı gelmesini konu eden ve tüketim körlüğünü de eleştiren Nesneler; yarı insan yarı at bir canlının insanlıktan kaçışını izleyerek varoluşa ilişkin yanıtlar arayan Sentor ve bir delikanlının doğa ile ilişkisinden, bir domuzun kesilişine tanık olduğu günlük hayatından, belki de bir gündüz düşünden kesitin kısacık bir metinle verildiği Kısas.
Yazarın sonra iyice fantastik ögelerle gün yüzüne çıkan hayal gücünün, eğretilemeyle beslenen ironik sesinin, virgüllerle ayrılan kocaman paragraflarla kendine özgü sözdiziminin pınar başı da denebilir bu öyküler için. Kitap, daha önce yazarı hiç okumamış okura iyi bir başlangıç noktası olabilir. Başka kitaplarını okumuş olana ise eserlerin kökenine doğru yapılacak bir keşif fırsatı.

http://www.artfulliving.com.tr/edebiyat/jos-saramagonun-olumlu-nesneleri-i-4452

Drakula’nın şatosunda

12 Aralık 2015 Cumartesi, 11:31:03

Gülşah Elikbank’ın Kırmızı Kedi’den çıkan “Yalancılar ve Sevgililer” romanının mekânı Transilvanya... Kitabın bir bölümü günümüzde geçen ve içinde aşk da olan bir polisiye macera, bir bölümüyse yüzyıllar önce kendini olağanüstü bir yalnızlığa mahkûm ederek bir zulüm makinesine dönüşen Kont Drakula’nın hikâyesi

drakula kitap drakulanın şatosunda gülşah elikbank
Gülenay BÖREKÇİ / HT CUMARTESİ
‘Maskeler dünyasındayız’
Neden “Yalancılar ve Sevgililer”?
Maskeler dünyasındayız; herkes ya kendine ya başkalarına mutlaka yalan söylüyor ve aslında hayatımızı yönlendiren de o yalanlar. Aşkta da böyle.
Kitaptaki aşktan ve esas karakterin Maya’dan söz eder misin? Kitaptaki tüm aşklar yaralı ama gerçek bir yandan da. Maya ilk aşkını unutamıyor. İlk aşklar genelde yanlıştır, onları güzel kılan da o yanlışlık ve imkânsızlıktır. Yılgınlıkların üzerine gelen yeni bir aşk umudu ise zorlar insanı. Halin kalmamıştır, bir başkasını tanımaya gücün yoktur. Maya güçlü bir kadın ama bundan haberi yok. Ona sarsıcı bir değişim gerekiyordu. Bazen böyle olur, insana derdini başka bir büyük dert unutturur, yarası da o bir başkasının yarasına merhem olursa sarılır ancak.
Fantastik romanlarıyla tanıdığımız Gülşah Elikbank’ın yeni romanı “Yalancılar ve Sevgililer”in büyük bir bölümü Transilvanya’da geçiyor. Elikbank olayları eşzamanlı kurgulamış. Hikâyenin bir bölümü günümüzde geçen ve içinde aşk da olan bir polisiye macera. Paralel ilerleyen öteki bölümündeyse yüzyıllar öncesinde kendini olağanüstü bir yalnızlığa mahkûm ederek adeta bir zulüm makinesine dönüşen Vlad Tepeş, yani Kazıklı Voyvoda ya da daha iyi bildiğimiz adıyla Kont Drakula var. Bu tarihi şahsiyet gerçekte astığı astık, kestiği kestik bir figürken, popüler kültürde bir cazibe ikonuna dönüşmüş durumda. Elimizdeki kitaptaysa onun cazibesinden çok yaraları konu ediliyor. “Yazar ayarı tutturamaz ve kurgudaki ilmeklerden birini kaçırırsa, paralel kurgu zor iştir ama açıkçası ben olaylara geniş açıdan bakmayı seviyorum” diyor Elikbank. “Düne bakarken bugünü iyi anlamalı, bugünü yazarken mutlaka dünü bilmeli ve geleceği az çok sezebilmelisin. Zamanın kelebek etkisi diye bir şey var, yüzyıllar önce yaşanmış her olay bugünün de belirleyicisi ve bizler en ilkel atalarımızın bile mirasını taşıyoruz genlerimizde. Transilvanya’dayken hissettiğim bir şeyi anlatayım: Drakula’nın şatosundaki silah odasında akla hayale gelmeyecek garip silahlar vardı ve ben bundan çok etkilenmiştim. Tam bir şiddet çağı olan 15’inci yüzyıldan bu yana çok şey değişmediğini görmek ise daha ürkütücü. Demek ki sadece silahlarımız değişti, hâlâ ölüyor ve öldürüyoruz.” Elikbank’la “Yalancılar ve Sevgililer”i konuştuk. n Seni tekinsiz diyar Transilvanya’ya sürükleyen şey neydi? Gidişim tesadüfi oldu. Bükreş’e yaptığımız bir iş seyahatinde arkadaşımın “Sana bir de Drakula’nın yaşadığı şatolarını gezdireyim” demesiyle başladı her şey. O vakte kadar Drakula’nın yaşamış bir insan olduğunu bile bilmiyor, onu efsane sanıyordum. Şatoları gezerken Drakula’dan kötü, vicdansız ve zalim bir adam olarak söz ettiklerini fark ettim. Oysa kimse kötü doğmaz, onu zalimleştiren bir süreç de olmalıydı. İşte 10 yıl sonra bu sürecin peşine düştüm.
Romanında vampir mitine pek girmemiş, tarihsel bir figür olarak Kont Vlad Drakula’yı anlatmayı tercih etmişsin... Bunu özellikle yaptım. Fantastik kurgu yazarı olduğumdan, herkes bir vampir romanı bekliyordu benden, ters köşe yaptım. Vlad’ın sesine karşı gelemedim belki.
Drakula Transilvanya’da bir nevi turistik figür haline geldi, eski ürperticiliği kalmadı. Senden eskinin Drakula’sını anlatmanı istesem...
Doğrusu eskiden Drakula’nın yaşadığı topraklara ayak basmak cesaret işiymiş. Herkesle derdi olan, ama kendi içinde garip bir adalet duygusu barındıran bir adammış. Onun döneminde sokakta elmas bıraksan, kimse çalmaya cesaret edemezmiş. Öyle bir ülke hayal etsene! Nefes alırken bile iki kere düşünmen gerekirdi. Bugünün Drakula’sı bir popüler kültür kurbanı, gerçeğiyle hiç ilgisi yok. Mesela hediyelik eşya olarak üzerinde Vlad’ın kafası bulunan kazık şeklinde kalemler satıyorlar. Oysa o kazıklarda onbinlerce insan katledilmişti.
Onu bir polisiye kurgunun içine yerleştirme kararını anlatır mısın?
Yazmaya ortaokuldayken, polisiye öykülerle başlamıştım. Babasız büyüyen, sorunlu bir kız çocuğuydum ve yazdığım kanlı öyküler öğretmenlerimi rahatsız ediyordu. Anneme şikâyet etmişlerdi beni. Öte yandan benim romanlarımda hep hissedilen bir gerilim vardır zaten, tempo yüksektir. Nedeni, herhalde içimdeki o polisiye dürtüsü. Sanırım bu sefer o duygu beni tamamen ele geçirdi ve çocukluğumdaki bir yara sarılmış oldu.
Peki ya Drakula için ne dersin, fail mi kurban mı, sevgili mi yalancı mı ya da ne?
Birini anlamak için hep çocukluğuna bakarım. Bütün ömrümüz anne ve babamızın biz çocukken kalbimizde, ruhumuzda açtığı yaraları kapamaya çalışmakla geçmiyor mu? Çocukken Osmanlı Sarayı’na esir düştüğünü ve böyle 6 yıl geçirdiğini düşünürsen, bence Vlad Tepeş de bir kurban. Yalnız ve ürkek bir çocukken, sevgiye en muhtaç olduğu zamanda, sırtına taşıyamayacağı yükler almıştı. Sevmekle nefret etmek arasında çok bocaladığından eminim. Bazı kurbanlar değişir, iyileşir. Onun ruhundaki karanlık, buna izin vermeyecek kadar büyüktü.
Tahminde bulunalım...
Vlad Tepeş kimsenin onunla gerçek düzlemde bir ilişki kurmasına izin vermiyor. Verse ne değişirdi? Bence gerçek bir aşk onu baştan sona değiştirebilirdi ama bunun için önce birinin ona yaklaşmasına izin vermesi gerekirdi. Oysa çocuk yaşta terk edilmiş olan her çocuk bilir ki insanları fazla sevmek tehlikelidir, çünkü ona en ihtiyaç duyduğunuz anda çekip gidebilir. Babasız büyüdüğüm için iyi biliyorum, kaybetme korkusu varken sağlıklı bir ilişki kurmak zordur. Yaralı insanların görünmez duvarları vardır, onlara yaklaştığınızı sandığınız anda o duvara çarpar, parçalanırsınız.
 

http://www.haberturk.com/yasam/haber/1165953-drakulanin-satosunda

Virginia Woolf’un ‘yaşama sevinciyle dolu’ mektubu mezatta

Virginia Woolf’un ‘yaşama sevinciyle dolu’ mektubu mezatta
Virginia Woolf’un intihar etmeden bir yıl kadar önce arkadaşı Philip Morrell’e yazmış olduğu bir mektup açık artırmaya çıkarılacak. “Dalgalar” ve “Deniz Feneri” gibi yapıtların yazarı Woolf, mektubunda, kalp rahatsızlığına yakalanan Morrell’den “yaşamaya devam etmesini” istiyor ve “Son zamanlarda pek çok dostum yaşamaktan vazgeçti” diyor.
Doktoru tarafından kalp rahatsızlığı tanısı konulan Liberal Parti’li politikacı Morrell’in merdiven çıkması yasaklanmıştı. 
Woolf, üç sayfalık mektubunda şöyle diyor: 
“Sevgili Philip, mektubuna çok sevindim. Hastalığını duymuştum ve daha fazla bilgi edinmek istiyordum. Evini zemin kata taşımalı ve yaşamaya devam etmelisin. Son zamanlarda pek çok arkadaşım yaşamaktan vazgeçti.”
Woolf, Britanya’nın Alman uçaklarının hava akınlarına karşı savunma savaşı verdiği günlerde, 12 Temmuz 1940’ta kaleme aldığı mektubunda, kendi yaşamından ayrıntılar da veriyor ve hava saldırılarıyla karşı karşıya olmakla birlikte çiçeklerin, martıların, güzel manzaranın keyfini yaşamaktan vazgeçmediğini söylüyor.
Virginia Woolf 28 Mart 1941’de intihar etmiş, Philip Morrell de 1943’te hayata veda etmişti.
Woolf’un mektubu, açık artırmalarında eski kitaplar, el yazmaları, haritalar ve ilk basımlara yer veren Dominic Winter müzayede evi tarafından 1000-1500 sterlin (yaklaşık 6 bin TL) fiyat aralığıyla satışa sunulacak.
Kaynak: Guardian
http://kulturservisi.com/p/virginia-woolfun-yasama-sevinciyle-dolu-mektubu-mezatta

Yorgun Mısır aşkı


Necib Mahfuz’un “Yağmurda Aşk” romanı, 1967’de gerçekleşen Altı Gün Savaşı sonrasındaki Kahire’nin ve kendi yollarını çizmeye çalışan farklı karakterlerin hikayesi

MURAT CAN AŞLAK


“Bir kimsenin akıllı olduğu cevaplarından, bilge olduğu da sorularından anlaşılır.” Necib Mahfuz

Arap Edebiyatı‘nı dünyaya açan, 1988 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Necib Mahfuz’un varoluşçu romanı “Yağmurda Aşk”, Altı Gün Savaşı‘ndaki (1967) yenilginin gururunu kırdığı, kültürler ve nesiller arası farklılıkların ve arada kalmışlıkların kayganlaştırdığı Mısır’da çok sayıda karakteri birbirleriyle çarpıştırarak ahlak, vatanseverlik, aşk, kültürler ve insan doğası ile ilgili birçok soru soruyor.
“Hayat değerli ve onu sevmek en mantıklısı. Sana gelirsek, Mısır, sen de değerlisin, ama seni sevmek mantıklı değil! Uzayın derinliklerinde farklılıkların eriyip gittiği ve yıkıcı tutkuların silinip yok olduğu bir nokta olmalı.”

MANTIKSIZ SEVGİ

Roman; muhafazakârlığın kalın duvarlarının tutmaya çalıştığı, Batılı rüzgârların yeni neslin çatlaklarından sızdığı, küçük düşürücü mağlubiyete rağmen cephenin hala sıcaklığını koruduğu ancak zamanında insanların kalplerinde hissettiği söylemlerin artık klişeleşme riskiyle karşı karşıya kaldığı 1967 İsrail-Arap savaşının hemen ertesinin Kahire’sinde geçiyor. İki sevgilinin, bu hengâmenin orta yerinde, naif buluşmasıyla başlayan hikâye, vakit kaybetmeden aile ve arkadaşlık bağları ve beklenmedik sıçramalarla genişleyerek daha realist bir tabana, daha hoyrat bir iklime kavuşuyor. Mevcut politik ve kültürel gerilimlerin sıkıştırdığı, savaş yorgunu toplum; yüzeysel bir vatanseverlik ve ahlak anlayışına sarıldıkça trajediler doğurmaya hazır bir ortamın kokusu yavaş yavaş baskınlaşıyor.

“Kahrolsunlar! Kenarda oturup, insanların acı çekmesini, ezilmesini, esir edilmesini seyrediyorlar, ama aşk ve sefayla karşılaşınca açgözlü aslanlara dönüşüyorlar.”
Kurduğu sahne ve seçtiği dönem, Nobel Ödülü‘nü almak için bile Kahire’den ayrılmayan, kurgu akışında kırılmaların ustası Mahfuz’a şahane bir oyun alanı sunuyor. 130 sayfalık bir roman için oldukça fazla sayıda olan ama hiç biri havada kalmayan, tutarlı karakterlerini başlıyor birbirlerine vurmaya: Meteliksizlikten bir anda ulusal bir film yıldızına dönen bir genç âşık; pornografiyle genç kadınları kandırıp sonra işi bir tür gizli alışverişe döken bir kart zampara; hayırdan anlamayan bir yanağında kurşun deliği olan bir lezbiyen;nişanlısının kararlarını kendi başına almasını onursuzluk sayıp pavyona koşarak 4. sınıf bir dansözle o gece evlenen doktor; flörtü uzaktan bakışma olarak yorumlayanlarla, seksi yemek ve su kadar kolay bulanların oluşturduğu arkadaş grupları ve daha fazlası …
“Orta yaşlılar ne mutlu … Orta yaşlılara orta yaşlı oldukları için gıpta edildiği ülke ne kadar acınası!”

Bu karakterler aşk, çıkarlar, aile bağları, inançlar ve ahlak düzlemlerinde çarpışıyorlar ve gelenekler-modernizm çelişkisinin her an çatıºmalara uygun bir atmosfer sağladığı bir ortamda, her birinin diğerleriyle beraber dokunmuş hikayesi yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Öfkeyle ve tasarlanmadan işlenen iki cinayet de, su giderleri gibi bireysel hikayeleri ve kahramanların kaderlerini kendine çekiyor.
“Mezarlar dolmaya devam edecek, hastaneler de. Ama bunlar bizi yemek yemekten, içmekten, evlenmekten alıkoyamayacak!”

Necib Mahfuz’un bu kadar çapraşık ilişkiden ve felsefi sorulardan bir yeni “Kahire Üçlemesi” çıkarabilecekken; tüm işi 130 sayfalık, her zaman beşinci viteste akan bir iskelete hapsetmesi beklenmedik bir tercih.

Bu kadar yoğunlaştırmanın ve mermi formuna getirmenin ortaya çıkarabileceği olası sorunların hepsi Mahfuz’un ustalığıyla aşılmış. Roman, yoğunluğu ve hızıyla zamana yaymaya pek izin vermeyen bir doğaya sahip; bir ya da iki günde bitirilmeyi talep ediyor.
“(Mısır) Yüce bir dağ un ufak oldu ve harika bir rüya dağılıp gitti.”

http://vatankitap.gazetevatan.com/haber/yorgun_misir_aski/5/24422

1 Aralık 2015 Salı

"Ankara Üniversitesi 2015 Öykü ödülü ise Prof. Dr. Sevda Çalışkan, Prof. Dr. Aysu Erden, Özcan Karabulut, Doç. Dr. Ömer Adıgüzel ve Ayşegül Tözeren’den oluşan seçici kurul üyeleri tarafından başlangıç noktaları olan temaları öykülerin derin yapılarında çoğul anlamlar yaratarak işlemeleri, Türk edebiyatına özgün katkıda bulunması, yazarın sezdirme ve çağrışım gücü yüksek, özgün, duyarlı, duygu yüklü ve titiz bir dil kullanması, ufku oldukça geniş bir düş gücünü yansıtması ve kısa öykünün mantığını kavrayışı bakımından umut verici bir çalışma olarak öne çıkması nedeniyle Hakkı İnanç’ın Kırmızı Kedi Yayınları arasında yayımlanan Ateş Etme Silahsızım adlı öykü kitabına, verilmiştir."