28 Mart 2015 Cumartesi

İnci Aral'ın Ege Telgraf'ta Gülşah Elikbank'a verdiği röportaj

Bu hafta edebiyat dünyasının usta ismi İnci Aral ile son romanı Kendi Gecesinde’yi ve romanın işaret ettiği noktalardan hareketle ülkenin ve edebiyatın, sanatın durumunu konuştum. İnci Aral’ın romanlarını okurken kendime aynada bakıyormuşum ve o ayna sadece fiziksel değil, içsel özelliklerimi de gözler önüne seriyormuş gibi hissederim. Öyle çekincesiz, sansürsüz bir dili vardır ki, bir kadın olarak onun kadar özgür yazmaya özenirim. Böyle içimden taşarcasına, kelimelere kadınsı bir özerklik, bazen de erkeksi bir hoyratlık vererek güç katabilir miyim, bunu başarabilir miyim, ya da hiç başardım mı; emin değilim. Her ne kadar ben fantastik alanda kalem oynatsam da kendime yakın bulduğum, okumaktan müthiş haz duyduğum bir kalemdir İnci Aral. Edebiyatımızda piyasanın arzularına hiç gönül indirmeyen, edebiyattan, onun büyülü dilinden vazgeçmeyen bir usta benim için. Son romanı Kendi Gecesinde beni oldukça etkiledi. Aşkı cinsler arasından çıkaran, ona başka bir anlam, boyut katan bir roman Kendi Gecesinde. Ama sadece aşka değil, anne oğul ilişkisine, babalarla oğulları arasındaki gizli sırlara da başka bir bakış açısı getiren, kendini en karanlık ve en saklı yanıyla kabullenmeye dair bir roman. Ben de romana dair merak ettiklerimi sordum İnci Aral’a. Her zamanki gibi içtenlikle yanıtladı her sorumu. Sizin de kendisine sormak istedikleriniz varsa; 31 Mart Salı günü saat 14.00’da Karşıyaka Belediyesi Çarşı Kültür Merkezi’nde yapılacak İnci Aral söyleşisini kaçırmayın. Yeni Yalan Zamanlar’ı bir üçleme olarak tamamlanmış düşünüyorduk fakat oradan tanıdığımız Hayati’nin geçmişinin izini sürmek nasıl düştü aklınıza? Nasıl bir davetti, nasıl çağırdı bu hikaye sizi yeniden? Hayati ya da Hayali, Safran Sarı romanımdaki yan karakterlerden biriydi. Başlangıçta hikayede fazla rol üstlenmesini öngörmemiştim ama o canlı, ilginç biri olarak öne çıktı ve romanda etkin bir role sahip oldu. Okurlar, özellikle kadın okurlar tarafından bu geçmişi karanlık, cinselliği karmaşık, geleceği belirsiz kişi çok sevildi ve hikayesini yazmamı isteyen okurlarım oldu. Bu arada ben de fark ettim Hayali'nin taşıdığı roman potansiyelini. Ama kolay olmadı. Konuyu derinleştirmek, kurguyu oluşturup yazma aşamasına gelmek bir kaç yılımı aldı. Karagöz-Hacivat, gölge oyunu, Hayati’nin genç sevgilisiyle sevişirken düşündüğü gölgeler, bir yandan da bölünen, içsel olarak parçalanan karakterler… Sizin romanlarınızda sıkça karşımıza çıkan öğeler bunlar. Merak ediyorum, sizin de peşinizde böyle gölgeler oldu mu? Kendi içsel serüveninizden mi yola çıktınız gerek Ölü Erkek Kuşlar gerekse diğer parçalı, gölgeli karakterlerinizde? Ölü Erkek Kuşlar bir ölçüde otobiyografik sayılır. İlk romanlarda görülen bir özellik bu. Ancak sonraki romanlarımda kendimden değil, yarattığım karakterlerden yola çıkmayı seçiyorum. Geçici olarak ya da yazdığım süreçte anlattığım kişi olmaya, onun hayatına katılıp onun gibi düşünüp hissetmeye çalışıyorum. Çünkü yazar sadece kendini değil, genel olarak insan hallerini anlatır. Bilmediğini izler, araştırır. Bu yüzden yazmaya oturmadan önce belli bir araştırma ve hazırlık dönemim oluyor. Cinselliği, yaşadığı geçmiş, yaraları, anne babasıyla ilişkisi tümüyle kurmaca olan ama hayattan beslenen Hayati'nin içsel serüveninin benimle ilgisi yoktu ama birlikte o kadar uzun ve içli dışlı bir yazma süreci yaşadık ki sahip olduğu benimsedim. Öte yandan bir bölünmeler ve ihlaller toplumunda saklı hayatlar yaşamaya çalışan roman kişilerim genelde kaçınılmaz olarak hafif ya da ağır şizofrenik parçalanmaya uğruyorlar. Sanırım yazarlığımın sorunsallarından biri de bu. Yaşadığımız toplumdaki oturmamışlık ve yarattığı sorunlar yüzünden hiç kimse olduğunu sandığı insan olamıyor gerçekte. Hayati ve çocukluk arkadaşı Cevat, 80 döneminde yaşıyorlar çocukluklarını, ilk gençliklerini ve o dönemin iki önemli kırılma noktasını temsil ediyorlar sanki. Şu an ülkenin durumuna baktığımızda yükselen değer Cevat olmak mı? Hayati’lere düşen saklı sahiller mi, ne dersiniz? Öyle olduğunu anlatmaya çalıştım. Herkes görüyor bunu ve kendi hayatında bir biçimde deneyimliyor zaten ama vurgulamak istedim. Toplum olarak savrulmalarımızı, ahlak ve ilke normlarını hızla yitirişimizi, özgür düşünmeyi yandaşlığa, ötekileştirmeyi ödüllere, haksız yere yükselmeye yeğlemeyi çok acıklı buluyorum çünkü. Büyük kayıplar bunlar. Kendi Gecesinde, farklı, kendine özgü bir adamın hikayesi değil tek başına. Onun üzerinden bir Türkiye resmi çizmek istedim. Sahil metaforu ise yok sayılan, yadsınan insanların yarattığı radikal, aykırı bir arzu ülkesi. Siz romanlarınızda cinselliği kaleme almaktan, cinselliğin doğasını irdelemekten çekinmiyorsunuz. Ama gitgide muhafazakarlaşan bir yapı hakim topluma, romanda adı da geçen Orwell’ın 1984 distopyası bize çok mu yakın sizce? Nasıl çıkacağız bu açmazdan? Cinsellik çok önemli ama romanımızda genellikle şablonsu, basmakalıp biçimde ele alınıyor. Kendi Gecesinde'nin konuya belli bir derinlik getirmiş olmasını umuyorum. Ülkemiz açısından ise büsbütün umutsuz değilim, ya da olmak istemiyorum. Belki biraz zaman alacak ama Türkiye bu kaos ortamından çıkacak dinamiklere sahip. Siyasetin bu kadar kirlendiği, yozlaştığı, muhalefetin düzene uyup bu derece işlevsizleştiği yerde kolay çözümler yok ama tıkanıklıklar bir biçimde aşılamaz da olmayacak sanırım. Romanda Reyan, günümüzde ancak aykırı bir tavır ve göz boyayan üretimle ün kazanılacağını düşünüyor. Ortada sanatçı diye bir varlık kalmadı, diyor. Sözde özgünlük adına ama asıl yaratıcılık yoksunluğuyla eskiyi yeni baştan icat etme becerilerinin söz konusu olduğunun altını çiziyor. Şu an edebiyat dünyasına baktığınızda, bu sözlerin bir uyarı, bir yazarın eleştirisi olduğunu da düşünebilir miyiz? Çok satanlar raflarına baktığınızda, neler düşünüyorsunuz, merak ediyorum. Evet bunlar bir bakıma benim de görüşlerim. Uyarı olur mu, sanmam. Sanat bugün kapitalist kültür sanayisinin kontrolü ve yönetimi altında. Amaç sanat yapmak değil öncelikle para kazanmak. Sanatsal ideayı yerle bir eden bu virüs en yukarıdan sanatçıya kadar tüm piyasayı esir almış durumda. Yayıncılık ve kitap ortamına bakarsak yayımlanan kitapların çoğunun çerçöp olduğunu görürüz. Niteliksiz okur çoğunluğuna neyi ne kadar satarız zihniyeti edebiyatı çıkmaz sokaklara sürüyor. Ne eleştiri, ne tartışma var. Her şey, reklama, satışa hizmet ediyor. Sattığın kadar konuş deniyor sana da! Bütün dünyada yaygın olan bir arsızlaşma, yozlaşma dönemi yaşanıyor. Kuşkusuz kaygı verici. Eşcinsel bir ilişki anlatıyorsunuz Kendi Gecesinde romanınızda ama karakterlerinizin travmatik bir geçmişi; bizim okumaya alışık olduğumuz tarz gerekçeleri yok. Bu bilinçli bir seçim anladığım kadarıyla. Romanınıza bu anlamda bir tepki geldi mi? Romandaki aşkın adını böyle koyamayız. Aşkı söz konusu piyasa çoksatarlarındaki vıcık vıcık kadın erkek hikayelerinden ayırmak, o bildik dil ve ticari yorumlardan farklı bir zemine oturtmak için aynı cinsten iki kişiyi bir araya getirdim. Bir tutku hikayesini ortak amaç ve yaşamlarını birbirine yaklaştırma çabası içinde olan iki zor insan ile daha anlamlı bir çizgiye çekmek ve aşkı yeniden tanımlamaktı amacım. Birini sevmek için onun ille de karşı cinsten olması gerekmez. Eşcinsellik ise travmatik olaylara bağlanarak haklı gösterilmek istenen bir sapma değil. Doğal bir seçim. Cinsellik konusundaki kurallar insan doğasına uymuyor. Bu iki erkeği seçişim ise insana dair olan ama tabularla kısıtlanmaya çalışılan her haklı seçimi hor görmeye karşı çıkışımın bir parçası sayılmalı.

0 yorum :

Yorum Gönder