3 Eylül 2015 Perşembe

"GURMENİN SON YEMEĞİ hazza ve tutkuya dair bir roman" Dünyada çok ses getiren "Kirpinin Zarafeti" ve "Gurmenin Son Yemeği" adlı romanların yazarı MURIEL BARBERY'den ikinci röportaj... Barbery, EgoistOkur için Gülenay Börekçi'nin sorularını yanıtladı...

GURMENİN SON YEMEĞİ: Hazza ve tutkuya dair bir roman

“Kirpinin Zarafeti” adlı romanıyla keşfettiğimiz Fransız edebiyatçı Muriel Barbery, Kırmızı Kedi Yayınları’ndan çıkan “Gurmenin Son Yemeği” adlı romanında Marcel Proust’un adımlarını takip ederek yiyeceklerin peşinde hazza dair bir yolculuğa çıkıyor.

Bu yolculukta hem dünyanın kendi çevresinde döndüğünü sanan bir yemek eleştirmeninin ehlileşme sürecini anlatıyor hem de ekmekten dondurmaya birçok lezzetin hayatımızdaki yerini araştırıyor. Bu lezzetlerden en mühimini finale saklayan Barbery ile romanını ve yiyeceklerle ilişkisini konuştuk…

Gülenay Börekçi

gurme kirmizi kedi muriel barbery egoistokur gulenayb

“Tam da alacakaranlığındayken yaşamımla ilgili söylenmiş veya oluşmuş yegâne gerçek olarak kendini hissettiren, ruhumun derinliklerinde unutulmuş, gizlenmiş bir tat. Arıyorum ancak bulamıyorum…” Gurmenin Son Yemeği, Muriel Barbery

Muriel Barbery: “Bahçemden topladığım kabak ve pancarlarla leziz çorbalar yapmak bana gurur veriyor.”

Birkaç yıl önce yayınlanan “Kirpi’nin Zarafeti” adlı o çok güzel romanı okumuş muydunuz? Paris’in en lüks semtlerinden birindeki şık bir apartmanın aksi mi aksi, dikenli mi dikenli kapıcısıyla snop apartman sakinlerinden birinin 12 yaşındaki depresif kızı arasındaki dostluğu anlatıyordu. Roman, Muriel Barbery’nin dünya çapında ün kazanmasını sağladı.

Yazarın ilk romanıysa bizde yeni yayınlanıyor. “Gurmenin Son Yemeği”nde Barbery, ömrünün son iki gününde, gençliğinin ilk tadını hatırlamaya çalışan bir lezzet eleştirmenini anlatıyor. Pierre Arthens’in hikayesi yıllar önce, büyükannesinin yarattığı muhteşem lezzetlerle başlamıştı. Zamanla yemek yemek onun için açlığını doyuracak bir gereklilik olmaktan çıkmış, uğruna hayatını ortaya koyacağı hatta ailesinden vazgeçeceği bir tutkuya dönüşmüştü. Arthens çocukluğunun o ilk tarifsiz tadını yıllar sonra, ölüm döşeğinde aramaya başladı, ancak hiçbir tat onu yeniden bulutların üzerine çıkaramıyordu.Yine de yılmadı; kalbi ona ihanet etmeden önce son kez hayatının lezzetine ulaşacaktı…

Barbery kitap boyunca adeta bir “tat dedektifi” gibi anılarını köşe bucak gözden geçiren Pierre Arthens’ın hafızasında dolaşmamıza izin veriyor. Aralarda da ekmek, mayonez, yumurta, dondurma gibi belirli yiyeceklere özel bölümler ayırıyor. Ben de konu bu olunca ister istemez Marcel Proust’u ve İstanbul pastanelerinde “mekik” adıyla satılan şu minik Fransız kekleriyle ilgili teorisini hatırlıyorum. Bilirsiniz; Proust bir gün kremalı çayına batırdığı mis kokulu, leziz kekten bir ısırık alır. Ve ruhu bir anda alt üst olur. Hizmetçisinin getirdiği kek, tıpkı çocukluğunda annesinin pişirdiği kekler gibi kokmaktadır. Bu koku, hayatının tüm ayrıntılarını, zaman hiç geçmemişçesine geri getirecektir. Dev eseri “Geçmiş Zamanın Peşinde” işte bu olaydan doğar.

“Gurmenin Son Yemeği”nde Proust’un izinden giden Muriel Barbery’e yiyeceklerle ilişkisini ve romanının ilham kaynağını sordum. İşte anlattıkları…

“Karmaşık lezzetler hafızaya iyi gelmiyor ve dünya bazen basit görünümlü bir tabak yemekte toplanmış olabiliyor”


İlk romanınız “Gurmenin Son Yemeği” bizde yeni yayınlandı. O da tıpkı “Kirpinin Zarafeti” gibi masalsı bir anlatımla ilerliyor. Fikir nereden doğdu?

Size garip gelebilir ama bu romanı yazmaya son bölümünden başlamıştım. Ölüm döşeğindeyken hayatını değiştiren o ilk muhteşem lezzeti hatırlayan bir yemek eleştirmeniyle ilgiliydi. Ama böyle bir öykü yazmam konusunda ana ilham veren şey neydi, hiç hatırlamıyorum. Fakat karakterin uzun zaman önce kaybettiği bir tadın, “ilk tadın” peşine düşmesini, o arayış sırasında hem o güne kadar tattığı diğer lezzetleri hem de çocukluğunun basit zevklerini hatırlamasını yazmak açıkçası bana büyük haz verdi. Fransızların çok seveceği türden hazza dair ve çok renkli bir öykü çıktı ortaya. Umarım siz de seversiniz.

Bazı temel yiyeceklere özel bölümler ayırmışsınız. Onları ölmek üzere olan bir adamdan dinleyince, hayatın anlamının onlarda gizli olabileceğini düşünüyor insan…

Hayatın bir anlamı varsa bile bu bizler için bir sır kalacak. Öte yandan bana da hayatın anlamıyla yiyecekler arasında sıkı bir bağ var gibi geliyor. Şundan; biz insanlar hayvanla melek arası bir yerde duruyoruz ve yaşamak dediğimiz şey neticede bedenle ruh, ihtiyaçla arzu, sağ kalma mücadelesiyle çaba isteyen incelikler arasında kurduğumuz bağlantıdan ibaret.

Bu hikayenin şahsi versiyonunu yazsanız nasıl olurdu? Demek istediğim Pierre Arthens gibi sizin de unutamadığınız bir yiyecek var mı?

Benim tek bir hikayem yok; hayatıma girmiş başka başka insanlarla alakalı birçok farklı anım var. Ama şunu biliyorum, hatıralarımı diri tutan lezzetler hep çiğ istiridye, ızgara balık, bahçeden toplanmış domates, tütsülenmiş et, bir demet maydanoz gibi en basit, sade, süssüz olanlar. Karmaşık lezzetler hafızaya iyi gelmiyor ve dünya bazen basit görünümlü bir tabak yemekte toplanmış olabiliyor.

Karakteriniz gibi siz de bir yiyeceği ilk tattığınız anı hatırlar mısınız? İlk seferler neden önemlidir?

Açıkçası yemek yemeğe düşkünüm, sadece yemeğe değil kokulara ve tatlara da… Güzel bir yiyeceği, sevilen bir yemeği ilk tattığınız an benzersidir, çünkü evrenin bu tadı hayatınız boyunca unutmamanız için bir anlığına durduğunu hissedersiniz. Sihir gibi. Ve artık hayatınızda o tadın, o anın bir anlamı olur. Onunla birlikte dünya da biraz daha zenginleşir.

“Fransız mutfağını sevemiyorum, çünkü hem çok karmaşık hem de gösterişçi”

İyi yemek yapar mısınız?

Hayır ama doğrusu kendimi geliştiriyorum. Geçmişte yemek yemeği o kadar severdim ki sıradan bir şeyler pişirmeye gönlüm razı gelmezdi ve benim yerime bu işi iyi yapan birileri, ustalar pişirsin isterdim. Zamanla yemek pişirmeyi de sevmeye başladım. Şimdi bir sebze bahçem bile var. Üstelik her geçen gün daha güzel, renkli ve bereketli hale geliyor. Bahçemden topladığım kabaklar ve pancarlarla leziz çorbalar yapmak bana gurur veriyor. Pişirme biçiminin, sofra düzeninin ve ritüellerin çok önemli olduğu Japon ve İtalyan mutfaklarına hastayım. İkisinde de sadelik, basitlik yüceltiliyor. Fransız mutfağını ise sevemiyorum, çünkü hem çok karmaşık hem de gösterişçi.

Son yıllarda popüler olmuş bir tür var; “yemekli” romanları sever misiniz?

Pek değil. “Yemekli” romanları değil, sadece “iyi” romanları seviyorum. Ve iyi romanların belirli bir türe ait olmaları, belirli konulardan bahsetmeleri gerekmiyor. Mesela şimdi siz sorduğunuz için düşünüyorum ve aklıma bir tane bile yemekli roman gelmiyor. Tabii Marcel Proust’unkiler hariç. O her zaman, yemekten bahsederken de olağanüstü bir yazardı.

Kitabınıza dönersek; esas karakteriniz bencil bir adam, kendini dünyanın merkezi sanıyor. Ve yiyecekler dışında sevdiği bir şey yok. Finalde o hep peşinde olduğu şeyi nihayet hatırlıyor ama merak etmeyin, onu sormayacağım. Sadece şu: Diğer tüm arzuları dışlayan saplantılı yiyecek aşkı yüzden Arthens aslında neyi kaybetti?

Âşık olma ihtimalini kaybetti, daha ne olsun?

“Hayatı, aşkı, korkuyu, umudu, deliliği ve arzuyu anlatmak istedim”

Çok başarılı bir sinema uyarlamasını da izlediğimiz “Kirpinin Zarafeti”ni okurlar niçin bu kadar çok sevdi sizce?

İnanır mısınız, bilmiyorum. Hâlâ bilmiyorum. Yayınlarken umutsuzdum, kimse okumaz sanıyordum. Kitleleri etkilemesi benim için şaşırtıcı oldu. tam bir muamma! Fakat işin güzel yanı benim sorgulamayacağım bir muamma. Kitabı bitirdiysem, sebep Renée’dir. Daha doğrusu kirpi, yani kapıcı. Yazmaya başladıktan çok kısa bir süre sonra arkadaşım oldu adeta ve bana hiç benzememesine rağmen onunla empati kurabildiğimi hissettim. Yani tamam, onun zaten benim zihnimin bir ürünü olduğunu söyleyerek itiraz edebilirsiniz. Haklısınız ama ne yapalım, elimde değil, Daha ilk günden itibaren Renée gerçek ve benden tamamen bağımsız bir karaktermiş gibi geliyordu bana. Umudu ve sevgiyi bulacağı o yolda onunla birlikte yürümeyi çok istedim. Fakat ‘Kirpinin Zarafeti’ni yazmayı sürdürmemi sağlayan tek itici güç o değildi… Hayatı, aşkı, korkuyu, umudu, deliliği ve arzuyu anlatmayı çok istiyordum. Sayısız ilham kaynağım daha vardı. Japonya; büyük yönetmen Yasujirō Ozu’nun filmleri; çok sevdiğim Tolstoy hakkında yazma kararım.

Gülenay Börekçihttp://egoistokur.com/gurmenin-son-yemegi-aska-ve-hazza-dair-bir-roman/

0 yorum :

Yorum Gönder