10 Kasım 2015 Salı

Murat Can Aşlak Vatan Kitap'ta Roberto Ampuero'nun NERUDA VAKASI adlı kitabını değerlendirdi.


Darbenin namlusunun ucunda


Roberto Ampuero Valparaso’nun dedektifi Brule bu kez ünlü şair Pablo Neruda’nın yardımına koşuyor. Ne yazık ki şair kanserdir ve hastalığı son aşamaya gelmiştir. Brule’den tanıdığı bir onkoloğu bulmasını ister.

MURAT CAN AŞLAK

2008 Valparaiso, Şili. En parlak günlerinde‘Pasifiğin Mücevheri ‘ diye anılırken, depremlerin silkelediği, Panama Kanalı’nınyaldızlarını döktüğü, üstüne darbelerin özgür ruhunu postalları altına alınca geleceğini kaybettiğini hissedip kabuğuna çekilen liman şehri Valparaiso. Ancak, Şili’nin ikinci büyük şehri hala kendisini bu toprakla özdeşleştirenlere bir dinginlik ve iyimserlik veriyor. Çukurova denince akla nasıl ki pamuk ve Orhan Kemal geliyorsa; Valparaso da şehri çevreleyen tepelerden birine kurulu mezarlığının her depremdemerkeze yuvarlanmasıyla şehri basan ölüleriyle ve Pablo Neruda’sı ile meşhur.


“O masadan, Valparaiso’nun çukurlar, tembel köpekler ve kâğıtlar ve seyyar satıcılarıyla dolu sokaklarına hiç ayak basmamış da hala İsviçre mahallelerindeki temiz bina cephelerinin arasında dolaşıyormuş gibi, üzerinde orijinal Almanca harfleriyle gidip gelen, Zürih’ten alınmış ikinci el troleybüslerin geçişini de görebiliyordu.”
Neruda aslen Valparaisolu değil, ama “Neruda Vakası“nın yazarı Roberto Ampuero Valparaisolu ve romanını Neruda’nın etrafına örmüş: Hemen 1973 yılına dönüp, Neruda’yı kendi yaşam alanına yerleştirip, hikâyeyi onun yörüngesine oturtmuş. Latin Amerika’nın belki de en büyük şairi ve Latin Amerika sosyalizminin en vokal figürlerinden Neruda’nın ağzına laf koymak ya da önceden söylediklerini kendi yoluna taş yapmak büyük cüret.

Romanın her yerine Neruda’nın kokusu sinse de, başrolde Küba asıllı bir Floridalı olup, komünizm ve aşk sebebiyle Şili’ye savrulmuş Pancho Villa bıyıklı, sevimli ve içten genç Cayetano Brule var. Şili’ye pek tutunamayan Brule bir partide Neruda ile tanışır. Artık Neruda kanseri son aşamaya gelmiş bir hasta adam ve Brule’yi yıllar önce tanıdığı Meksikalı bir onkoloğu bulması için özel dedektif olarak tutar.“Çünkü seni şiir cennete götürüyorsa, polisiye roman sana hayatı olduğu gibi gösterir; ellerini kirletir ve güneye giden trenlerin kazan dairelerinde kömürün çalışanlara yaptığı gibi yüzünü karartır.”
Brule’nin özel dedektiflik deneyimi hiç olmasa da, Neruda Brule’nin işin 101’ini öğrenmesi için eline Simenon’un Dedektif Maigret’in romanlarını tutuşturuyor. Maigret’in derslerin artık yetmediği yerde Ampuero, Latin Amerika ve Birinci Dünya arasındaki farkları dizmeye fırsat buluyor.

“Dupin ve Sherlock Holmes gibi, Maigret de insanların varoluşunu rasyonalist bir felsefenin yönettiği, net kural ve yasaların egemen olduğu, hayata belli bir mantığın damgasını vurduğu, güçlü ve prestijli kurumların bulunduğu, polisin etkili olduğu ve yasalara saygı gösterilmesini sağladığı, Birleşik Devletler ya da Fransa gibi istikrarlı ve düzenli ülkelerde başarılı olabilirdi. Buna karşılık, anlık kararların ve keyfiliğin, yozlaşmanın ve rüşvetin yaygın olduğu Latin Amerika’da her şey mümkündü.”

NERUDA VE KADINLARI

Cayetano Brule isminin ilk kez ortaya çıktığı roman “Neruda Vakası“ değil. Ampuero’nun, daha önceden yayımladığı 5 romanda da başkahraman Brule. “Neruda Vakası“, Brule’nin ilk vakasının anlatıldığı bir polisiye roman. Brule davanın peşinden Meksika, Küba, Doğu Almanya ve Bolivya gibi ülkeleri dolaşırken işin Meksikalı Onkolog ile pek de alakası olmadığı Neruda’nın en büyük sırrının, kendisinin bile bilmediği yüzünün aydınlatılması davası olduğu su yüzüne çıkıyor. Hikayenin bir anda Neruda ve kadınlarının hikayesine dönüştüğüne şahit oluyoruz.

“Bizim mutluluğumuzun yol açtığı ölümler korkunçtur Cayetano. Ama kişisel mutluluğa giden yol, diğerlerinin acılarıyla döşenmiştir.” Ampuero’nun kitabının cüretkarlığı sadece Neruda’yı oyuncularından biri yapmasıyla sınırlı değil. Ampuero bir koltukta dört-beş karpuz peşinde: “Neruda Vakası” , hem bir polisiye roman, hem Pablo Neruda’nın hayatını, aşklarını ve şiirini anlatan bir yarı-biyografi, hem Salvador Allende hükümeti ve Şili sosyalizminin dramını ve darbeye giden yolu anlatan trajik bir yakın tarih romanı, hem de 70’lerin sol düşünce dünyası ve kültürünü anlatan bir sosyo-kültürel roman. Bu karmaşa sonunda ya arapsaçına dönen bir hikaye kalır elinizde ya da çok iyi bir roman. Ampuero birkaç sıyrıkla kitabını ikinci sınıfa atmayı başarabilmiş. Kitabın sonundaki Azrail, Pinochet ve Brule arasındaki yarışın heyecanı da kitabın çileği olmuş.

CASTRO’NUN HEDİYESİ

Roman, Şili’nin demokratik ve sosyalist hayallerden, Nixon’ın başkanlık yaptığı ABD destekli faşist darbeye yürüyüşünü, umudun parıltısının üstünün nasıl külle örtüldüğünü, demokratik güçlerin nasıl bir gecede ezildiğini hüzünlü ama objektif bir göz ile belgesel keskinliğinde anlatmış. Şili ve Türkiye’nin demokrasi deneyimleri, Şili ve Türkiye halklarının yaşadığı acılar o kadar benzer ki. Son ana kadar ülkesindeki demokrasiyi savunan ve sonunda teslim olmaktansa Fidel Castro’nun hediyesi AK-47 ile intiharı seçen Allende’nin ve darbe ertesi binlercesi işkence görüp katledilen Şili sosyalistlerinin hikayesi çok dokunaklı ve Türkiye’deki demokrasi yanlılarının faşizmin Şili’ye hem giriş hem çıkış hikâyesinden öğreneceği çok şeyi var.
“Salvador Allende çifte kanserli: Sosyalizmi demokrasiyle inşa etmesine izin vermeyen tepkinin kanseri ve sosyalizmi silah yoluyla empoze etmeye çalışan müttefiklerin kanseri.

”Kahramanları yaşatmak için onlara yaklaşmamak gerekir denir. “ Bu gece en hüzünlü şiiri yazabilirim. Sevdim ben onu, o da beni sevdi bir ara. Kollarıma aldım bu gece gibi kaç gece. Kaç defa öptüm onu sonsuz göğün altında. Sevdi beni o ben de bir ara onu sevdim” dizelerinin yazarının, kadınlara karşı nasıl bu kadar duygusuzlaşabildiğini anlamak gerçekten güç. Neruda’nın arzuya bağımlı ilişkilerini ve sahiplenebildiği şeylerin siyasi görüşü, halkların kardeşliğine olan inancı ve şiirleri olduğunu görmek insanı afallatıyor. Yine de eminim kitabın sonunda, her zamankinden fazla seviyor olacaksınız Neruda’yı… “Ne adı vardı! Maria Antonietta Hagenaar Vogelzang. Şimdi bu ismi dilimin üstünde tekrar tekrar kaydırırken, ağzıma La Lingua’nı nalfajol’larının (Latin Amerika’ya özgü tatlı bir hamur işi) ve Amsterdam’ın sokak adlarının tadı geliyor.

Güney yağmurunda ıslanmış yün pançonun kokusuna sahip olan köylü cesaretim, beni onu dümdüz ve zavallı bir isme dönüştürmeye itti: Maruca.” Neruda’nın ünlü koltuğu Bulut’u damlaya damlaya yeşil yeşil lekeleyip paha biçilmez hale getiren yeşil mürekkepli kalemi bu günlerde hepimize umut versin: paylaşıyorlar güneşi dostça portakal ağaçlarında portakallar? Yoksa kimi tadından çatlardı, kimi tatsızlığından.”




http://vatankitap.gazetevatan.com/haber/darbenin_namlusunun_ucunda_/1/24358

0 yorum :

Yorum Gönder