4 Ağustos 2014 Pazartesi

Hüsnü Arkan: "Başarısız olmak adaletsiz yaşamaktan iyidir"

Burak Abatay
BirGün Kitap Eki

Son zamanlarda Türkiye edebiyatına armağan edilmiş, günümüz çağının adi sermaye döngüsünün baş çarklarını işaret eden ve bunun karşılığında da bu çarkların araçlarını, ahlakı, normları, yasaları, üzerine düşünemeyecek kadar olan zamansızlığımızı anlatan bir roman Kırmızı Kedi etiketiyle raflardaki yerini aldı. Yazar Hüsnü Arkan, Hırsız ve Burjuva ile İsyanın ezilenler için tek kurtuluş olduğunu ifade ederken Karanlık Orta Çağ’ın aydınlanmasının teknolojik gelişmelerle değil, özgürlükle olacağını da sözlerine ekliyor. Hüsnü Arkan’la 6. Kitabı üzerinden, özgürlüğü, ahlakı, burjuvaziyi ve elbette ki isyanı konuştuk.
    Hırsız ve Burjuva, yayımlandığı gün itibariyle yaşananlardan dolayı siyasi konjonktürün içerisinde yer edinebilir bir kitap oldu. Para sadece çalınabilir bir şey midir?
    Kitap konjonktürün ne kadar içindedir, onu bilemem ama kazara olmuştur diyemeyeceğim. Çünkü adalete, eşitsizliğe, mülkiyete ilişkin sorular, benim gibiler için siyasî gündemde önemini hiç kaybetmedi. Bu sorular yüzünden, arkasına yaslanıp okuyucuda müsekkin etkisi yaratacak şeyler yazamayanlar hep olacaktır. Romanda anlattığım şeyler, siyasî edebiyatın son iki yüzyılda defalarca anlattığı merkezî temayı işliyor. Bu kadar geniş ve derin bir antolojinin varlığı hesaba katılırsa, içinde yaşadığımız sistemde eşitsizliğin giderilemeyeceğini, adaletin bu sistemde mümkün olmadığını artık herkesin çok iyi biliyor olması gerekirdi. En azından herkes bunu biliyormuş gibi yapabilirdi. Ama bilmiyormuş gibi yapıyorlar… Bu durumda benim de iki yüzyıldır yazılanları tekrarlamaktan başka çarem kalmıyor; mülkiyet hırsızlıktır ve onun en basit, en karmaşık ahlakî tanımı budur. Bundan daha güncel bir hikâye yoktur. Bize adalet vaat edenler kelimelerinin birer yalan olduğunu biliyorlar. Geçenlerde çok ciddi bir biçimde kaleme alınmış, böyle yazıldığı için de komik olmuş bir yazıda eşitlikçi ütopyaların çökmüş olduğu müjdesini bir kez daha okudum. Bu iddia yaşadığım çağda insanların çoğuna gerçekmiş gibi görünüyor. Sistemin ideologları, karşılarında bir ideal görmekten, bir ütopya görmekten nefret ediyorlar. İnsanoğlunun yaratabileceği en mükemmel sistemin kapitalizm olduğuna dair kendinden menkul bir imanları var… Bu iman Hıristiyanların ya da Müslümanların imanına benzemiyor. Eyüb’ün Tanrı’ya başkaldırmasına bile iyi gözle bakmıyorlar. Kârlarının yüzde kırkını bile zekât olarak vermekten kaçınmanın yollarını arıyorlar. Ahalinin Tanrı’dan çok kapitalizme inanmasını istiyorlar. Modern bir din bu… Ahlakın içini boşaltıyorlar. Avrupa’da yayınlanan reklamların gelirleriyle Afrika’da her yıl bilmem kaç bin tane su kuyusu açılabiliyor. Silahlanmaya ayrılan harcamalara hiç girmeyelim… Kapitalizmin, son iki yüzyılda olgunlaşan bu yeni dinin sunduğu tek bir şey var; adaletsizlik. Hırsızlığı yapanlar, parayı çalanlar insanların ortak mülkünü çalıyorlar.
    Kitapta rastladığımız birçok kavramdan bir tanesi de kader olgusu. (Ör. sy. 39 İlk iki paragraf) Kitapta Hadım Bey haricinde kendi kaderine tepeden bakan kimse görülmüyor. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?
    Her sabah saat altıda evden çıkıyorsanız, uzun bir iş gününden sonra akşam sekizde, dokuzda eve dönüyorsanız, TV’de dizi filminizi izleyip uykuya dalarsınız… Kaderinize tepeden filan bakacak ne zamanınız ne de gücünüz kalır. Elbette, küçük insanlara özgü bir hâkimiyet alanınız vardır… Üç beş kuruşluk ücretinizi nasıl harcayacağınız, nasıl tüketeceğiniz konusunda sizi özgür bırakırlar. Ama bu özgürlüğü de seçimlerinizi belirleyerek elinizden alırlar. Kader denen şeyin neye benzediğini her faciada, her cinayette görüyoruz. En son Soma’da gördük. Adam çıkıp diyor ki, bu kaderdir, fıtratında vardır. Bu yalnızca siyasî bir gaf değil. Bu, burjuvazinin kullandığı yabancılaştırma efekti… Şehit ilan edeceksin ve cennete göndereceksin… Adamlar kendilerini Tanrı yerine koyuyorlar.
    Ahlakçılık ya da toplumsal normlara eyvallah etmek sınıfsal bir kimliğin ürünü müdür?
    Kimin eyvallah ettiğine ve ahlakçılıktan ne anladığımıza bağlı… Ahlakçı olmakla ahlaklı olmak arasındaki fark, bir açıdan, kuralları koymakla kurallara uymak arasındaki farka benzer. Kuralları mülk ve erk sahipleri koyuyor. Kendileri uymak zorunda değillerdir. Uymak zorunda olanların kimlikleriyse öğrenimle, deneyimle olgunlaşır. Bu yüzyıl, tıpkı geçen yüzyıl gibi bize çok şey öğretecek. Çünkü burjuvazi hâlâ aç. Ama onlar iktidara ve paraya ne kadar açsa, biz de özgürleşmeye o kadar açız. Bu gerçek, çatışma alanları doğuruyor ve doğuracaktır. Sınıfsal kimlikler bu çatışma alanlarında ortaya çıkıyor.
    Burjuvanın bir ahlakı olabilir mi?
    Olabilir mi değil, vardır… Kapitalizm bütünsel ahlakî değerler içerir. Hani özgürleşme yanlıları için diyorlar ya, bütüncü ahlakî çözümlemelerin zamanı geçti diye… Kapitalizm bütüncü çözümlerin Allah babasıdır. Aidiyet, millî ve dinî birlikler, miras hukuku, büyük aile ve sülale meselleri; bütün bunlar çok kutsaldır. Bayraklar ve ulusal marşlar çok kutsaldır. Bunlara karşı çıkanları cezalandırırlar. Hatta bu kutsallık ilgisini kendi muhaliflerine de bulaştırırlar. Ama bütün bu bütüncü yapı içinde bireye tek bir çıkar yol sunulur: Başının çaresine bak! Bu dayatmayı kabul etmek, burjuvazinin ahlakını kabul etmek anlamına gelir. Burjuvazinin ahlaksızlığı bir ahlaka sahip olmasıdır. Onda sahte olan şey ahlaksızlığı değildir, ahlakıdır.
    Burjuvayı yönetmek nasıl mümkündür?
    Yönetmek bir yana, burjuvayı doğurabilirsiniz bile… Onun adına hükümler yaratabilirsiniz, onu yönlendirebilirsiniz. Siyasi mekanizmalar biraz da bu işe yarar. Prens Bismarc, Napoleon Bonapart, Orta-Doğu’daki Baas hareketi, bizdeki Kemalist hareket; bütün bunlar gerçek siyasî görüngüler… Bizler dikkatimizi yalnızca kural olana ya da kural olduğunu düşündüğümüz şeye veriyoruz. Oysa hayat istisna ve rastlantılarla dolu ve çoğu zaman neyin istisna neyin kural, neyin rastlantı neyin olanaksızlık olduğunu anlayabilecek durumda değiliz. Ama dediğim gibi, bunlar siyasî görüngüler… Ekonomik görüngüler bu denli tutarsız ya da kaypak değildir. Daha geniş tarihî dilimlerle baktığımızda, sınıf davranışlarının siyasî güçlerin kararsızlığını örttüğünü görürüz. Bazen yirmi otuz yılda örterler, bazen de yüz yılda, iki yüz yılda.
    Hırsızlık nedir? Trilyonluk yolsuzluklarla ütü çalmak aynı tanımın ürünleri midir?
    Hayvanların doğal çevreyi ve o doğal çevredeki zenginlikleri sahiplenmelerini örnek göstererek, hırsızlığın bir doğa kanunu olduğunu kanıtlamaya çalışmak kadar aptalca bir şey yoktur. Küçük çocuklarda yaygın olarak görülen “aşırma” huyunun eğitimle önünün alınabildiğini herkes bilir. Yani insan hayvana benzemez; doğanın hayvan kadar yakın bir uzantısı değildir. Ama büyük yolsuzlukların failleri birer hayvandır. Eylemlerini de toplumsal yasaların doğal yasallıklarla en azından benzerlikler gösterdiği vurgusuyla mazur göstermeye çalışırlar. Şeyh Galip, Mevlana’yı övmek için “çaldımsa mirî malı çaldım,” dedi ya; işte o mazurdur. Bunların çaldığı mirî malı filan değil. Düpedüz halkın kursağındaki ekmeği çalıyorlar.
    Kitapta hayal satan bir ihtiyar “Sadece salaklar ikinci el bir gerçeğin içinde yaşamayı kabul edebilir. Çünkü onların hayalleri ikballeriyle sınırlıdır” diyor. Elden düşme gerçeklerin hiç mi kazanımı olmadı insanoğlu için?
    Avrupa ortaçağını yaşayan insanların çoğu birer kayıptır… Onlara artık insanoğlu diyebiliyoruz. Daha iyi bir yaşamı hayal edemedikleri için o yaşama dört yüzyıl boyunca mahkûm olmuşlardır… Ama aynı zamanda çaresizdirler, başka türlü düşünme ve hareket etme olanağından yoksundurlar. Kepler, yıldız falına inanmadığı halde kralın falcılık teklifine açık bir olumsuz yanıt veremedi. Bugünün bilim insanlarından çok mu farklı düşünüyordu? Ya da genel olarak gökyüzü hakkında bizim bugün bildiğimizden milyonlarca kat daha azını mı biliyordu? Hayır. Günümüz astronomisi onun ve onun gibilerin teorileriyle kuruldu. Yalnızca farklı bir çağda yaşıyordu. Bu çağı şimdi hayal edemiyoruz. Salaklarla kurbanların karışması belki de bu yüzdendir. Elden düşme gerçek dediğim şey bugün içinde olduğumuz, elimizde tuttuğumuz gerçektir. Ortaçağda yaşayanların içinde oldukları, ellerinde tuttukları gerçektir. Yaşamlarını zekâta, sadakaya hapseden inanmışların gerçeği… Çünkü başka türlüsünü hayal edemezler. Biz de edemiyoruz. Dünyayı bugünküne çok benzer olarak yaratılmış bir sistem olarak görüyoruz. Burada özgürleşmenin genişlediği tarihi alanlara dikkat göstermek gerekiyor. Örneğin 19. Yüzyıla ve o yüzyılın düşünürlerine… 68 hareketine ve Türkiye’deki yansımalarına… Bugünün Latin siyasetine… Hayal gücünün ve gerçekliğin ne olduğu konusunda onlardan öğrenebileceğimiz çok şey var. 8. Evren’in öğrenilerine göre; kızının okul harçlığı için telefonla seks yapan kadın, kaçak rakı satan bakkal, temizliğe gidenler, kot taşlamacılığı yapanlar, orospular, birahane müdavimleri, mahalle sakinleri yaptıkları işlerden ötürü suçlu değillerdi. Çağrı da tam da burada “Bütün masumlar ayaklanın! Bağışlanmada adalet isteyin!” üzerine. Masum insanlar kimden isteyecekler bunu? Ya da bir diğer deyişle bağışlanma kim tarafından yapılacak? İsyan, öğrenilen bir şeydir; kimse doğuştan isyankâr değildir. Masum kalmanınsa iki yolu var. Ya her şeye katlanacaksınız ya da her şeye isyan edeceksiniz. Kitlelerin şiddetiyle bireysel şiddet ayrı şeylerdir. Kitlelerin şiddeti adam öldürmez, yalnızca talep eder. Ama ölümüne talep eder. Tabii ki bağışlanmada adalet isteyeceğiz. Kursağına beş kuruş haram girmemiş birinin masumiyetiyle, hayatı boyunca hep haram yemiş birinin masumiyeti aynı şey değildir. İkisi de aynı Tanrı’ya dua eder ama aynı şey değildir. Burjuvazinin elinden Tanrı’yı alırsanız, burjuvazi açıkta kalır. Sömürülenlerin elinden Tanrı’yı alırsanız hiçbir şey olmaz… Kısacası bizim projeksiyonlara ihtiyacımız yok. Tam tersine, adaleti içselleştirmeye ihtiyacımız var.
    Evren için rüyalar ve hayallerin, Hülya ve Hadim Bey için ise hikâyelerin çok önemli bir yeri var. Sizin için durum nasıl?
    İnsan, yaşadığı gerçeklikten ibaret, tek katmanlı bir yaratık değil. Beynin fizyolojisi rüya görmeye, tasarlamaya, hikâyeler uydurmaya elverişli… Biri çıkıp size şunu derse sorgulamalısınız: “Artık dinlerden başka bir hikâyeye, cennetten başka bir hayale ihtiyacınız yok!” Ortaçağda suç olan şeyler bu çağda moda! Adamlar Kâbe’yi uzay mekiği haline getirdiler. Artık iki kilometreden tavaf edebilirsiniz. Bunu üç yüz yıl önce hayal edemezdiniz. Hayal etmek bir yana, bu bir suçtu. Öte yandan, Amerikan hükümetinin kendi düşmanlarına karşı davranış tarzına bakmalı… Artık bir savaş hukukunu gözetmiyorlar. Vietnam’la başlayan barbarlıklarını yasallaştırdılar. Onlar hayallerini gerçekleştiriyorlar. Bir gün çalışanlar da gerçekleştirecektir. Bu umudu taşımazsak özgürleşmede bir adım bile ilerleyemeyiz.
    Hırsız ve Burjuva ile ne yapmak, neyi vermek istediniz?
    Tam olarak dünyadaki temel çatışmayı vermek istedim. Bugün bu çatışmayı çok iyi gizliyorlar. Medya, siyasî mekanizmalar, akademi çok iyi gizliyor. Neredeyse temel çatışmanın Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında olduğuna inanmaya başlayacağız… Medeniyet Çatışmaları tezi bunu öngörüyor. Hükümetimizin öngörüsüz siyasetleri bunu öngörüyor. Dahası, etliye sütlüye karışmamayı yeğleyen edebiyatımız da bunu öngörüyor. Asıl çelişkinin doğuyla batı arasında yaşandığı ifadesi çok eski bir yalandır. Afrika’nın yoksulluğu sınıfsal bir sorundur. Zenginlikler arası farklılıklar sınıfsaldır. Osmanlı’nın son iki yüzyılında kendi içine göçmüşlüğü, yeni Türkiye’nin açmazları ve ona biçilen ömür; bütün bunlar sınıfsaldır. Dünyayı yirmi bin aile idare ediyor. Karşılarında devasa bir çalışanlar yığını var… Asıl çelişki burada. Tarih, sandığımız kadar vefasız değildir. Gezi olayları gösterdi ki, Türkiye kendi 68’ine dönmek istiyor… Devlet şiddetine karşı yeni silahlar keşfediyor. Bin kere daha başarısız olacağız. Ama başarısız olmak adaletsiz yaşamaktan iyidir.
    Yalnız Değiliz üzerine söyleştiğimizde muhalif şeyler söylemek için Türkiye’nin son yıllardaki durumu fazlasıyla ilham verici bir hale geldiğini ifade ettiniz. Bu sanıyorum ki son sürat devam ediyor siz sanatçılar için.
    Sanatçı kisvesini pek sevmiyorum. Mahallemde kimse beni sanatçı olarak tanımıyor; insan muamelesi yapıyorlar; bu da benim hoşuma gidiyor. Muhalif olmak için bir yerden başka bir yere geldiğimiz doğrudur… Ama aslında bizler konum değiştirmiyoruz. Konum değiştiren toplum… Başkaldırmayı, talep etmeyi, katılmayı öğreniyorlar; yaratmayı ve yeni siyasî süreçler üretmeyi de öğrenecekler. Çalışanların muhalefeti yoksa sanatçının muhalefeti çok şey ifade etmez. Bazı inatçı adamlar çıkar, sözlerini söyler, giderler. Bunları çoğunlukla kimse dinlemez. Ancak yazdıkları, söyledikleri bir yerlerde kalır. Ben, Aziz Nesin’in bir gün hortlayacağına inanıyorum. Cervantes nasıl hortladıysa o da hortlayacaktır. Kendi çıkarlarını görmezden gelen bir toplum sürekli bu halde kalamaz.
    Romandaki sıkça yapılan alıntılar sizin için ne ifade ediyor?
    Bunlar her şeyden önce benim sevdiğim, okuduğum, okuyarak tanışmaktan memnun olduğum yazarlar ve şairler. Tabii ki Churchill hariç… Diğerleriyle onun arasında belirgin bir fark var.
    Kitaptaki maymun ve muz örneklemesinden yola çıkarak mükafatsız bir cefa biz insanlara göre değil midir?
    Ödülsüz uğraşıyı maymunlar bile istemez… Laboratuarda peynir labirentine giren fare bile istemez… Ama bir yığın hikâye, birçok dinî ve millî aidiyet kolaylığı, bir sürü vaat uydurarak insanları maymundan ve fareden daha aşağılık duruma düşürebilirsiniz. Bir insanı bir madende ayın otuz günü çalıştırabiliyorsanız, o insan o çalışmasından ötürü gıkını çıkarmıyorsa, evet, cefa biz insanlara göredir. Ama işler her zaman mülk sahiplerinin istediği gibi gitmez. Hatta son tahlilde maymunlar ve fareler kazanır. Bu boş bir laf değil. Kölelerle köle sahipleri arasındaki adaletsiz savaşı kim kazandı sanıyorsunuz? Sonuç kesinleşti mi? Burjuvazi mi kazandı? Bunu söylemek için henüz çok erken. Daha çok şey göreceğiz. Ancak adanmışlık kültürü de eleştirilemez bir şey olmaktan çıkmalıdır. Barbarlığın önüne geçmenin tek yolu bu; bireyin siyasallaşması ve kendini şiddeti reddedebilecek bir güç olarak hissedebilmesi…
    Fantastik olgular, edebiyatınızda güzel bir lezzet. Bu kitapta da es geçmemişsiniz. Garip yaratıklar, düşsel yaratıklar, ucubeler; bunlar gerçek hayatta sanatçıların tasarladıklarından daha fazla…
    Bir teyze çıkıyor, ‘ben başbakanın götünün kılıyım,’ diyor. Tolkien’in romanlarında bile böyle bir kahraman bulamazsınız. Salvador Dali’nin resimlerinde böyle bir figür yoktur… Bayağı lezzetli… Bir bakan çıkıyor, “ben bunları ne için, kimin için yaptım,” diyerek ağlıyor. Yaptığı şey yolsuzluk… İnsanlar bunları seyrediyorlar ve hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına devam ediyorlar. İşte size fantastik! Yoksullukla zenginliğin karşıtlığı bu çağda bu biçimde tecelli ediyor. 

    Kaynak: 
    http://rubininki.blogspot.com.tr/2014/06/husnu-arkan-birgun-roportaj25062014.html

0 yorum :

Yorum Gönder