30 Mart 2015 Pazartesi

Ülkemiz şairlerini sayar mısınız, diye bir soruyla karşılaşan bir edebiyatseverin, bir okurun sıralayacağı isimleri tahmin edebiliriz az çok değil mi? Nazım Hikmet’ten başlayarak, Orhan Veli, Attila İlhan, İlhan Berk, Özdemir Asaf, Melih Cevdet, Fazıl Hüsnü Dağlarca diyerek sıralama devam eder. Peki, bu isimler hangi zamanın şairleri? Doğru yanıt tabi ki her zamanın şairleri fakat demek istediğim tam olarak bu değil. Bu isimler artık yok. Yıllar yıllar öncesinden o güzel dizeleri bizlere bırakıp gittiler. Yani bugünün şairi değiller. Bugün yaşamıyor olmalarına rağmen şair denildiğinde bu isimler geliyor aklımıza. Oysaki şairin çok olduğu bir ülkemiz var. Ustanın dediği gibi her üç kişiden beşi şair bu ülkede. Ama bugün yaşayan şairleri sayalım desek, bir anda on ismi zor sayar bir edebiyatsever. Saysa da büyük çoğunluğu çevresindeki isimler olacaktır. Bir şiirini oku diyerek bir adım devam etsek, muhtemelen okuyamayacak. Bu söylediklerime çok itiraz edilecektir, biliyorum. Ama ne kendimizi ne de karşımızdakini kandırmaya çalışmayalım. Durum böyle. Şairler kendi aralarında düzenledikleri etkinliklerle birbirlerine şiirlerini okuyup, karşılıklı övgüler düzüp tatmin olduktan dağılıyorlar. Oysa Türkiye şiirinin geleneği böyle değil. Bu saydığımız isimler ölümsüzse bugünkü şiir ortamından farklı bir dünyalarının var olduğundan. Şiirleri en yasaklı dönemlerde bile elden ele dolaşmışsa nedeni belli. Bugün yayıncılar şiir kitabı basmıyorlarsa bunun tek nedeni şiirin okunmaması değildir. Okunacak nitelikli şiirin de az olmasıdır. Neyse ki güzel bir miras var elimizin altında. Şiirimiz eksik kalmıyor. O güzel mirası bırakanlardan biri de Ahmet Erhan’dır. Erken bir yaşta sağlam bir hazineyi bırakıp gitmiş üstad. Ve o güzel mirası bir araya getirip bize sunan da Kırmızı Kedi Yayınevi. Ne denli güzel bir işe imza atmışlar. Ahmet Erhan “Burada Gömülüdür” adıyla iki cilt halinde kütüphanemizdeki yerini aldı. “Anne ben geldim, ağdaki balık/ Bardaktaki su kadar umarsızım/ Dizlerin duruyor mu başımı koyacak?/ Anne ben geldim, oğlun, hayırsızın…” burada-gomuludur-1--cilt-Front-1Adnan Özer’in sunuş yazısıyla başlıyor kitap. Ve Özer, Ahmet Erhan’ın Cahit, Ziya Osman Saba gibi şairlerle yükselen romantizm eğilimini sürdürdüğünü yazmış. Bunu yaparken de bir farkındalık ortaya koyduğunu söylemiş. Romantizmin yanı sıra toplumcu ve protest yanı, beni cezbeden yönüdür Erhan’ın. Tüm kitapları bir araya getirilmiş bu iki ciltte. Basım yıllarına göre ardı ardına dizilmiş. Birinci cilt “Alacakaranlıktaki Ülke” ile başlıyor ve sırasıyla “Yaşamın Ufuk Çizgisi”, “Akdeniz Lirikleri”, “Sevda Şiirleri”, “Zeytin Ağacı”, “Ateşi Çalmayı Deneyenler İçin”, “Ölüm Nedeni: Bilinmiyor”, “Deniz, Unutma Adını” adlı kitaplarla devam ediyor. Ahmet Erhan adını duyunca aklıma gelen ilk şiir hatta tek şiir “Bugün de ölmedim anne”dir. Çocukluk yıllarımdan itibaren bu dizeleri her okuduğumda içim titrer. Ve kulağıma bir başka Ahmet’in, Ahmet Kaya’nın sesi dolar. “Yüreğimi bir kalkan bilip, sokaklara çıktım/Kahvelerde oturdum, çocuklarla konuştum/ Sıkıldım dertlendim, sevgilimle buluştum/ Bugün de ölmedim anne…” Tazeliğini koruyan, diriliğini saklayabilen dizeler Ahmet Erhan şiirleri. 35 yıl geçmiş üzerinden “Kuşağım, acılı kuşağım…” diyeli. O kuşak acısını yaşıyor hâlâ. Ardından gelen kuşağa da aynı umutları aşılarken benzer acıları devretti bu kuşak, benzer acıları miras bıraktı. Bugün okunuyorsa bu şiirler nedeni budur. Bugün şairim diye ortalarda gezenlere de itirazım bu noktada. Geleceğe ne bırakıyorsunuz. “Kalırsa bir soru kalır benden/ Bir de üç beş şiir, iyi kötü” diyebiliyor musunuz? İkinci cilt “Öteki Şiirler”le başlıyor ve sırasıyla “Çağdaş Yenilgiler Ansiklopedisi”, “Resimli Ahmetler Tarihi”, “Ne Balık Ne de Kuş”, “Kaybolmuş Bir Köpek İlanı”, “Şehirde Bir Yılkı Atı” ile devam ediyor ve “Sahibinden Satılık” adlı kitapla son buluyor. Şiir yayıncılığı açısından çok önemsiyorum bu kitapları. Bir şairin bütün şiirlerini bir araya toplamak ve tuğla gibi iki ciltle okuruyla buluşturmak önemli ve başarılı bir iş. Yazıyı yine şairin dizeleriyle bitirelim. “Gülüşünü hiç eksiltme yüzünden/ Şimdi kalkar bir çay demlerim sana/ Sonra oturur tanımlamaya çalışırız/ Seninle ölümü de, hayatı da…” Mehmet Özçataloğlu – edebiyathaber.net (30 Mart 2015) - See more at: http://www.edebiyathaber.net/bugun-de-olmedim-anne-diyerek-eve-donenlerin-sairi-mehmet-ozcataloglu/#sthash.2UZ8cmo5.dpuf

28 Mart 2015 Cumartesi

Bu hafta edebiyat dünyasının usta ismi İnci Aral ile son romanı Kendi Gecesinde’yi ve romanın işaret ettiği noktalardan hareketle ülkenin ve edebiyatın, sanatın durumunu konuştum. İnci Aral’ın romanlarını okurken kendime aynada bakıyormuşum ve o ayna sadece fiziksel değil, içsel özelliklerimi de gözler önüne seriyormuş gibi hissederim. Öyle çekincesiz, sansürsüz bir dili vardır ki, bir kadın olarak onun kadar özgür yazmaya özenirim. Böyle içimden taşarcasına, kelimelere kadınsı bir özerklik, bazen de erkeksi bir hoyratlık vererek güç katabilir miyim, bunu başarabilir miyim, ya da hiç başardım mı; emin değilim. Her ne kadar ben fantastik alanda kalem oynatsam da kendime yakın bulduğum, okumaktan müthiş haz duyduğum bir kalemdir İnci Aral. Edebiyatımızda piyasanın arzularına hiç gönül indirmeyen, edebiyattan, onun büyülü dilinden vazgeçmeyen bir usta benim için. Son romanı Kendi Gecesinde beni oldukça etkiledi. Aşkı cinsler arasından çıkaran, ona başka bir anlam, boyut katan bir roman Kendi Gecesinde. Ama sadece aşka değil, anne oğul ilişkisine, babalarla oğulları arasındaki gizli sırlara da başka bir bakış açısı getiren, kendini en karanlık ve en saklı yanıyla kabullenmeye dair bir roman. Ben de romana dair merak ettiklerimi sordum İnci Aral’a. Her zamanki gibi içtenlikle yanıtladı her sorumu. Sizin de kendisine sormak istedikleriniz varsa; 31 Mart Salı günü saat 14.00’da Karşıyaka Belediyesi Çarşı Kültür Merkezi’nde yapılacak İnci Aral söyleşisini kaçırmayın. Yeni Yalan Zamanlar’ı bir üçleme olarak tamamlanmış düşünüyorduk fakat oradan tanıdığımız Hayati’nin geçmişinin izini sürmek nasıl düştü aklınıza? Nasıl bir davetti, nasıl çağırdı bu hikaye sizi yeniden? Hayati ya da Hayali, Safran Sarı romanımdaki yan karakterlerden biriydi. Başlangıçta hikayede fazla rol üstlenmesini öngörmemiştim ama o canlı, ilginç biri olarak öne çıktı ve romanda etkin bir role sahip oldu. Okurlar, özellikle kadın okurlar tarafından bu geçmişi karanlık, cinselliği karmaşık, geleceği belirsiz kişi çok sevildi ve hikayesini yazmamı isteyen okurlarım oldu. Bu arada ben de fark ettim Hayali'nin taşıdığı roman potansiyelini. Ama kolay olmadı. Konuyu derinleştirmek, kurguyu oluşturup yazma aşamasına gelmek bir kaç yılımı aldı. Karagöz-Hacivat, gölge oyunu, Hayati’nin genç sevgilisiyle sevişirken düşündüğü gölgeler, bir yandan da bölünen, içsel olarak parçalanan karakterler… Sizin romanlarınızda sıkça karşımıza çıkan öğeler bunlar. Merak ediyorum, sizin de peşinizde böyle gölgeler oldu mu? Kendi içsel serüveninizden mi yola çıktınız gerek Ölü Erkek Kuşlar gerekse diğer parçalı, gölgeli karakterlerinizde? Ölü Erkek Kuşlar bir ölçüde otobiyografik sayılır. İlk romanlarda görülen bir özellik bu. Ancak sonraki romanlarımda kendimden değil, yarattığım karakterlerden yola çıkmayı seçiyorum. Geçici olarak ya da yazdığım süreçte anlattığım kişi olmaya, onun hayatına katılıp onun gibi düşünüp hissetmeye çalışıyorum. Çünkü yazar sadece kendini değil, genel olarak insan hallerini anlatır. Bilmediğini izler, araştırır. Bu yüzden yazmaya oturmadan önce belli bir araştırma ve hazırlık dönemim oluyor. Cinselliği, yaşadığı geçmiş, yaraları, anne babasıyla ilişkisi tümüyle kurmaca olan ama hayattan beslenen Hayati'nin içsel serüveninin benimle ilgisi yoktu ama birlikte o kadar uzun ve içli dışlı bir yazma süreci yaşadık ki sahip olduğu benimsedim. Öte yandan bir bölünmeler ve ihlaller toplumunda saklı hayatlar yaşamaya çalışan roman kişilerim genelde kaçınılmaz olarak hafif ya da ağır şizofrenik parçalanmaya uğruyorlar. Sanırım yazarlığımın sorunsallarından biri de bu. Yaşadığımız toplumdaki oturmamışlık ve yarattığı sorunlar yüzünden hiç kimse olduğunu sandığı insan olamıyor gerçekte. Hayati ve çocukluk arkadaşı Cevat, 80 döneminde yaşıyorlar çocukluklarını, ilk gençliklerini ve o dönemin iki önemli kırılma noktasını temsil ediyorlar sanki. Şu an ülkenin durumuna baktığımızda yükselen değer Cevat olmak mı? Hayati’lere düşen saklı sahiller mi, ne dersiniz? Öyle olduğunu anlatmaya çalıştım. Herkes görüyor bunu ve kendi hayatında bir biçimde deneyimliyor zaten ama vurgulamak istedim. Toplum olarak savrulmalarımızı, ahlak ve ilke normlarını hızla yitirişimizi, özgür düşünmeyi yandaşlığa, ötekileştirmeyi ödüllere, haksız yere yükselmeye yeğlemeyi çok acıklı buluyorum çünkü. Büyük kayıplar bunlar. Kendi Gecesinde, farklı, kendine özgü bir adamın hikayesi değil tek başına. Onun üzerinden bir Türkiye resmi çizmek istedim. Sahil metaforu ise yok sayılan, yadsınan insanların yarattığı radikal, aykırı bir arzu ülkesi. Siz romanlarınızda cinselliği kaleme almaktan, cinselliğin doğasını irdelemekten çekinmiyorsunuz. Ama gitgide muhafazakarlaşan bir yapı hakim topluma, romanda adı da geçen Orwell’ın 1984 distopyası bize çok mu yakın sizce? Nasıl çıkacağız bu açmazdan? Cinsellik çok önemli ama romanımızda genellikle şablonsu, basmakalıp biçimde ele alınıyor. Kendi Gecesinde'nin konuya belli bir derinlik getirmiş olmasını umuyorum. Ülkemiz açısından ise büsbütün umutsuz değilim, ya da olmak istemiyorum. Belki biraz zaman alacak ama Türkiye bu kaos ortamından çıkacak dinamiklere sahip. Siyasetin bu kadar kirlendiği, yozlaştığı, muhalefetin düzene uyup bu derece işlevsizleştiği yerde kolay çözümler yok ama tıkanıklıklar bir biçimde aşılamaz da olmayacak sanırım. Romanda Reyan, günümüzde ancak aykırı bir tavır ve göz boyayan üretimle ün kazanılacağını düşünüyor. Ortada sanatçı diye bir varlık kalmadı, diyor. Sözde özgünlük adına ama asıl yaratıcılık yoksunluğuyla eskiyi yeni baştan icat etme becerilerinin söz konusu olduğunun altını çiziyor. Şu an edebiyat dünyasına baktığınızda, bu sözlerin bir uyarı, bir yazarın eleştirisi olduğunu da düşünebilir miyiz? Çok satanlar raflarına baktığınızda, neler düşünüyorsunuz, merak ediyorum. Evet bunlar bir bakıma benim de görüşlerim. Uyarı olur mu, sanmam. Sanat bugün kapitalist kültür sanayisinin kontrolü ve yönetimi altında. Amaç sanat yapmak değil öncelikle para kazanmak. Sanatsal ideayı yerle bir eden bu virüs en yukarıdan sanatçıya kadar tüm piyasayı esir almış durumda. Yayıncılık ve kitap ortamına bakarsak yayımlanan kitapların çoğunun çerçöp olduğunu görürüz. Niteliksiz okur çoğunluğuna neyi ne kadar satarız zihniyeti edebiyatı çıkmaz sokaklara sürüyor. Ne eleştiri, ne tartışma var. Her şey, reklama, satışa hizmet ediyor. Sattığın kadar konuş deniyor sana da! Bütün dünyada yaygın olan bir arsızlaşma, yozlaşma dönemi yaşanıyor. Kuşkusuz kaygı verici. Eşcinsel bir ilişki anlatıyorsunuz Kendi Gecesinde romanınızda ama karakterlerinizin travmatik bir geçmişi; bizim okumaya alışık olduğumuz tarz gerekçeleri yok. Bu bilinçli bir seçim anladığım kadarıyla. Romanınıza bu anlamda bir tepki geldi mi? Romandaki aşkın adını böyle koyamayız. Aşkı söz konusu piyasa çoksatarlarındaki vıcık vıcık kadın erkek hikayelerinden ayırmak, o bildik dil ve ticari yorumlardan farklı bir zemine oturtmak için aynı cinsten iki kişiyi bir araya getirdim. Bir tutku hikayesini ortak amaç ve yaşamlarını birbirine yaklaştırma çabası içinde olan iki zor insan ile daha anlamlı bir çizgiye çekmek ve aşkı yeniden tanımlamaktı amacım. Birini sevmek için onun ille de karşı cinsten olması gerekmez. Eşcinsellik ise travmatik olaylara bağlanarak haklı gösterilmek istenen bir sapma değil. Doğal bir seçim. Cinsellik konusundaki kurallar insan doğasına uymuyor. Bu iki erkeği seçişim ise insana dair olan ama tabularla kısıtlanmaya çalışılan her haklı seçimi hor görmeye karşı çıkışımın bir parçası sayılmalı.
Nilüfer Belediyesi, şair ve deneme yazarı Enis Batur’u, ‘Labirentini Ören Şair’ adlı sergide okurlarıyla buluşturdu. Yazarın fotoğrafları, mektupları, el yazıları, kitapları ve kişisel eşyalarının yer aldığı ‘Enis Batur: Labirentini Ören Şair’ adlı sergi Nazım Hikmet Kültürevi’nde açıldı. Sergi açılışına Enis Batur ve Nilüfer Belediye Başkanı Mustafa Bozbey’in yanı sıra çok sayıda davetli katıldı. Şairin bağımsız mısralardan oluşan ve sınırları zorlayan çerçevesiz şiirine bir gönderme olarak labirent formunda hazırlanan serginin açılış konuşmasını yapan Bozbey, edebiyatın önemli isimlerini Nilüfer’de ağırlamaktan onur duyduklarını söyledi. Bozbey, “Türkiye’de ilk kez Bursa’da açılan bu serginin Nilüfer’de kültür ve sanata bakış açımız hakkında önemli bir ip ucu verdiğini düşünüyorum. Bir ay boyunca açık kalacak olan serginin büyük ilgi göreceğine inanıyorum. Nilüfer Belediyesi olarak politikamız, böyle özel buluşmalarla kültür ve sanatın çıtasını hep üst seviyelere çıkarmak yönünde. Türkiye’de bir ilk olan Nilüfer Şiir Kütüphanesi’nin üçüncü yaşını kutlayacağımız da düşünülürse, bu çatı altında sizi görmenin, şiirinizi hissetmenin bizlere nasıl duygular yaşatacağını tahmin edebilirsiniz” şeklinde konuştu. Serginin kendisini heyecanlandırdığını söyleyen Enis Batur da yurtdışında gezip gördüğü yazar, şairlere yönelik sergilerden daha zengin bir serginin ortaya çıktığını belirtti. Batur, “Görüyorum ki Nilüfer Belediyesi, İstanbulluların onca imkana rağmen başarmakta güçlük çektiği atılımları gerçekleştiriyor. Sergiyi gerçekten bana bir sürpriz olarak gezdim. Yurtdışına çok çıkan birisiyim ve pek çok yazar sergisi izleme imkanı buldum. İnanın ki bu ayarda bir yazar sergisine denk gelmedim. Tasarımıyla, yaklaşımıyla, çağdaşlığıyla örnek bir sergi hazırlayan arkadaşlarıma teşekkür ediyorum” diyerek duyduğu memnuniyeti dile getirdi. Enis Batur, Şiir Kütüphanesi’ni de gezdi ve kendi eşyaları ve kitaplarıyla kütüphaneye katkıda bulunmak istediğini belirtti. “Enis Batur: Labirentini ören şair” sergisi 26 Nisan’a kadar ziyaret edilebilecek. Sergisi bir ay boyunca açık kalacak olan Enis Batur 2 Nisan’da da Nazım Hikmet Kültürevi Sahnesi’nde okurlarıyla söyleşide bir araya gelecek.

26 Mart 2015 Perşembe

24 Mart 2015 Salı

23 Mart 2015 Pazartesi

O aslında uluslararası ilişkiler uzmanı, siyaset bilimci... Araştırmaları, yazıları, İstanbul Üniversitesi’nde verdiği dersler hep bu konular üzerine. Bir de metafizik var hayatında çocukluğundan beri ilgi duyduğu, birbiri ardına yazdığı belgesel tadında kitaplar da belki kendi içindeki arayışın bir devamı... Uzun lafın kısası Halit Kakınç ile “Yerkubbe’’ kitabını konuşmak üzere buluştuk. Yerebatan Sarayı’ndan başlayıp paralel evrene geçen bir medeniyetin öyküsünü, Hıristiyan âleminde “Deccal’’ kabul edilen ve Sultanahmet’te katledilen Arius’u... Kitapta heyecan var, aşk var, gizem var ve işin garibi nedir biliyor musunuz, bugün yaşadıklarımıza dair çok şey var, insanlığa, vicdana, dine, şiddete dair... Karşımda Halit Kakınç olunca siyaset konuşmamak olmazdı, onu da konuştuk... -Metafizik merakınız nereden geliyor? Metafizik benim çocukluğumdan beri hobim. Belli ettiğim bir boyut değil. Hep bir açık kapı bıraktım. Henüz bilim olmayan ama bilim olmaya aday şeyleri araştırmak yapımda var. -İnanç? Kuvvetli benim cephemde. Çünkü idealizm ve materyalizm tatmin etmedi tam anlamıyla beni. Biri 93 yaşında diğeri 3 aylıkken ölsün, bir türlü anlamlandıramadım. Kimi zengin kimi çirkin kimi akıllı.. Niye, niçin? Sorgulamalar başladı. Samanyolu, galaksiler... Bilim de eşitsizliği tam anlatmıyor. Ateist değilim. Peki neyim? Deistim. İnsanlığa birtakım öğretiler gelmiş ama o döneme, seviyeye ait. Akıl ve akıl. Varoluş var. Yadsımak mümkün değil. “Neden, niçin’’ sorularının sonu yok, niye sınırlandıralım? Akıla sınır çekelim? Niye bir ön kabulle bir şeyi hazmedelim? -Akıl niye var sizce? Bilinmeyeni mümkün olduğunca daha çok keşfedebilmek için. 13-14 yaşımdayken metafizik, parapsikoloji merakım başladı. Bu merak beni bir noktaya getirdi ama hep akıl kapısını açık bırakarak. Çünkü akıl tatmin olmazsa hiçbir şey olmaz. -Allah inancı, metafiziksel kavramlar, bilimle çeliştiğiniz olmuyor mu? Olmaz mı? Bilim günümüzde yeni bir şeyi keşfetmekten ziyade bilineni açıklamaya yöneldi. Ayrıntılara giriyor. Her şeyi bilimle açıklamak zor. O yüzden henüz bilim olmayan bilimi keşfetmek lazım. Ben onun peşindeyim. Bütün mukaddes kitapları ve fazlasını okumak için bir çaba sarf ettim. Ve akıl çizgisinden baktım ama “ateist’’ olmadan. Doğum ve ölüm arasındaki çizgide bize bazı bilgiler veriliyor. Akılla onu çözebilirsek kendimizi yönlendirebiliriz. Tercihler bize ait. Doğru ya da yanlış ortaya çıkıyor. Doğum, dünyaya geliş ve ölüme müdahil değiliz ama gerisi bize bırakılmış. -Yani herkes aklının ona imkan verdiği kadar çözüm arıyor? Kesinlikle. Dünya üzerinde üç tür insan var. Bu işlerle ilgilenmeyecek kadar akıl konusunda verilere sahip olmayanlar, bu verileri algılayıp umursamayanlar, canım geldik gidiyoruz diyenler, verilerin farkında olup araştırmaya çalışanlar. -Hangi grup daha mutlu? Hiç bilmeyenler. Ben bilmeye çalışmaktan mutlu olanlardanım. Hâlâ arayışım devam ediyor ve yaş alıyorum, o yaşla birlikte aşama şekil değiştiriyor. Mevlânâ örneği... İnsanoğlu yarısı boş deniz üzerinde bir ceviz kabuğudur. Bütün ömür dalgaların o ceviz kabuğunu doldurmasına hizmet eder ve öyle geçer. Kabuk tam doldu derken, ağır gelir çekemez, dibe batar... Olay bu! -Keyif için kitap yazmıyorsunuz herhalde, arayış devam ediyor? Evet. Son kitapta yoracak sıkacak bilgi yok. Daha hikâye üzerine... Arius var bu kitapta. Arius MS 4. yy. Berberi kökenli bir din adamı. Arius çıkıyor diyor ki, basit anlatayım, kardeşim siz manyak mısınız? Ne babası ne oğlu ne kutsal ruhu? Hz. İsa Peygamber’dir, gönderilmiştir ve bizi düzeltmek için vardır ama sizin bu üçlemeleriniz pagan dünyadan gelmedir. Yoktur böyle bir şey! Tutucular ve Arius arasında müthiş bir kavga başlıyor. -Arius’un taraftarları var mı? Olmaz mı? Çok. Yerleşim yerleri var, kiliseleri var. Hatta bunlar Katolik kiliselerine “şeytanın kilisesi’’ diyor. Çok ağır. Arius İstanbul’da yaşıyor, öldürülüşü Sultanahmet civarında. Tutucular buna bağlı kiliseleri yakıp yıkıyorlar. Yandaşları toplu katliama uğradılar. Arius’un öğretisi İslami öğretiye çok yakın bir öğreti. Öyle ki, Arius’a anti-İsa, deccal, bizi sınamak için geldi diyorlar. İşin ilginci İslamiyet doğduğu zaman, Hz. Peygamber geldiği zaman, tutucu Hıristiyanlar “Arius yine geldi’’ diyor. O kadar önemli bir figür! -IŞID, din adına şiddet... Nasıl yorumluyorsunuz? Siz bölgeyi de iyi bilen bir isimsiniz... Korkunç... Bunlar periyotlar. Okul gibi evrimimizde. Dünya üzerinde eğitim yılları vardı. Atlantis, Mu bunlardan biriydi. Nuh tufanı var vs.. Bütün bunlar evreler. Kötümser olmamak için şöyle düşünüyorum, belli bilinçlenme evreleri var. 21. yy ve sonrası vicdanların artık üstat vs dinlemeden patladığı zaman. Ama kötüler de var, iyiler de... Kendi kendimize vicdan muhasebeleri yaparken bir yere varacağız. Bu uygarlık safhasının sonu olacak, birileri okulu geçecek, birileri kalacak. "CHP İLE İLGİLİ YIĞINLA PROBLEMİM VAR" -Kime oy vereceksiniz? Herhalde CHP’ye... -Neden? Türkiye’nin bölünmesinden, Misak-ı Milli sınırlarının parçalanmasından endişem olduğu için, Mustafa Kemal değerlerinin yok edilmesinden korktuğum için. CHP’den başkası bunlara sahip çıkıyor mu? Ama CHP’yle ilgili yığınla problemim var. Seçmeniyle de... CHP’ye oy atan prototip seçmen Cumhurbaşkanlığı seçimi günü yanında çocuklarıyla birlikte sandığa değil denize girmek için güneye giderken, karşıtlar ters istikamete gidiyordu. -Neden? Sosyal demokrat kesimin egoları yüzünden. İstiyorlar ki kendi saplantılarına sahip birisi lider olsun. Benim örneğin normalde oy atacağım insan Emine Ülker Tarhan’dır. Ama şimdi oy vermem çünkü hiç şansı yok. -Hem beğeniyorum diyorsunuz hem oy vermiyorsunuz? Kim oy verecek o zaman? Bilmem. İşte büyük dram orada başlıyor. Kılıçdaroğlu Alevi, bravo! Niye gündeme getirmiyor, niye Diyanet’e çatmıyor? Dersim konusunda yüzleşilmemesi beni rahatsız etmez mi? Ediyor. "PARALEL YAPI BENZETMESİ ÇOK DOĞRU!" -Siyaset bilimcisiniz. Paralel yapı-hükümet kavgası hakkında ne düşünüyorsunuz? Cemaati öven yazılarınızı hatırlıyorum... Cemaatçi falan değilim. Şöyle bir özlemim vardı. Öyle bir söylem olsa ki, halihazırda dünya üzerindeki uygarlıktan Türk insanını da alıkoymasa, bir din mezhep çatışması olmasa, laik TC devletiyle çelişmeyecek temiz bir din inancı olsa. Dinci olmasın da dindar olsun. -Bahsettiğiniz “Nur’’ modeli mi yani? Nurculardan hareket ettim evet. İstiklal Savaşı’nda savaşmış Said-i Nursi.... Gülen denilen kişinin daha uygar bir yorum getirebileceğini düşündüm dine... Ama sonra iş değişti. İşin niyeti başkaymış. Dindarlıktan çıkmış belli yapıları yok etmeyi hedef koymuş. AKP’li olmamama rağmen, bu ikili mücadelede meşru olandan yana olmak gibi bir zorunluluk çıktı. Cemaat’in hayırlı bir sonuç vermediği kesin. “Paralel yapı’’ benzetmesi çok doğru. Ortak değerlerimizi yıkmak üzerine bir yapı. -Ne olur? Kimseye ömür biçecek değilim ama genelde dini cemaatler liderinin ömrü tamamlandığında bölünme başlar. O işin mirasçısı olduğunu düşünen 4-5 kişi ortaya çıkar ve eski etkisi kalmaz. Ya böyle olur ya da ABD elinin altındaki bu cemaatten yararlanabilir. Fikrinden vazgeçtiği zaman iş biter, yoksa devam eder çatışma... Ü -Tayyip Erdoğan liderliğinde bu bahsettiğiniz TC ile uyumlu dindar model olur mu? Ortadoğu’da Türkiye’nin rolü gerçekçi mi? Sanmıyorum. Arap dünyası hilafetin Osmanlı’ya geçmesinden hiçbir zaman memnun kalmadı ve bizi lider ülke olarak görmüyorlar. Daha okumuş aydın kesim biraz da Afrika tarafı Türkiye’yi sever. Filistin dışında bizi kabul eden olmaz. Müslüman kimlikle demokratik bir yapı oluşturmayı becerebilirse başka tabii.. -Olabilir mi? Olabilir. Tayyip Bey Ortadoğu ve Asya’nın yüceltmeye eğilim duyduğu bir lider tipi. Niye? Öncelikle boylu poslu, bu çok önemlidir. Ayrıca kodum mu oturturum tavrı var. O da önemli. Bu arada ben AKP’li değilim -Niye sürekli bunu söylemek zorunda hissediyorsunuz kendinizi? Türkiye burası, analiz yaparken bile damgalanıyor insan. Ayrıca Erdoğan çok ama çok iyi bir hatip. Dinletiyor. İstanbul Üniversitesi’nde master ve doktora öğrencilerine ders veriyorum. Orada Ahmet Davutoğlu’nun kitabını okuduk. Okuduğum en iyi kitaplardan bir tanesi. Ama o iş başka, politik lider olmak başka. Erdoğan doğal lider. Demokratik İslam yapısında doğal liderler çok önemli. Ama yakın çevresinin fazla tesiri altında kalıyor, hata yapma payı çok yüksek. -Nasıl bir siyaset tablosu var sizce Türkiye’de seçim öncesi? AKP yüzde 50 oy alıyor ama onun yüzde 35’i ise namaza ve meyhaneye gidiyor. İş yürüyor mu yürümüyor mu ona bakıyor. Kemik değil. CHP program yürütemiyor. MHP’nin çok yanlışları var. Demirtaş akıllı bir adam ama bir türlü Türk partisi olamıyor, olamaz. Bakın ben üniversitedeyken aydınlar, solcular vs arasında “Ben Türk’üm’’ demek suçtu, “Ben Kürt’üm’’ demek çok entelektüel bir davranıştı. Hâlâ aynı durum var.
1993 Sivas Katliamı'nda yaşamını yitiren büyük şairimiz METİN ALTIOK adına düzenlenen "8. METİN ALTIOK ŞİİR ÖDÜLÜ" başvuru bilgileri... Başvurular adayların özgeçmişleriyle beraber yayınevi adresine bekleniyor...
"Enis Batur: Labirentini Ören Şair" - Sergi 26 Mart - 26 Nisan tarihleri arasında Bursa Nilüfer’de Sergiyle aynı adı taşıyan söyleşisi 2 Nisan Perşembe Saat 19:30'da Nazım Hikmet Kültürevi'nde...
-İnci Aral’la bir derdin var senin? -Daha neler. Bir derdim yok. Yani sanırım yok. Yani… -Yani?.. -Aynı dalgaboyunda salınmak için bunca çaba harcadığım ama başarısız kaldığım bir başka yazarımız da yok. Bu beni yanileştiriyor anlayacağın. -Ne adamsın! Sonuna dek bağlı kalman mı gerek? İşine gelmiyorsa kestirip at, olsun bitsin. -Demesi kolay. Yazının arkasındaki düşünceyle buluşup da onun yazıda yankılanmasıyla sorun yaşasaydın görürdüm seni de. -Abartıyorsun bence. Zaten bir çelişki yok mu dile getirdiğin konuda. Düşünce doğru, yazı sorunlu… Bak, hatırın için yanlış demiyorum. -Bence de dememelisin. -Anlat o zaman. Seni hem ağlarım, hem giderim havasında tutan şu gizemli büyü, vazgeçmek isteyip de vazgeçemediğin şey, dilinin altında bakla her ne ise, çıkar da durulsun su. -3 yıl aralı son iki kitabı. Bugünlerde özellikle arka arkaya okudum. Okuma sıramı da bozdum bu nedenle. Yanılmayı umarak… -Sen insanı fıtık edersin. Bulmaca gibi konuşmayı keser misin artık. Yoksa dinlemem, çekip giderim. Senin dil oyunlarınla uğraşamam. N’olmuş yani. Ne demek ‘yanılmayı umarak?’ Okumuşsun, iyi etmişsin ya da kötü. Eee-e? -İkisi de romandı. Şarkını Söylediğin Zaman (2011) ve Kendi Gecesinde (2014). İlki araya sıkıştırılmış, deneme niteliğinde, savsız bir girişim sanki. Yazı alıştırmaları. İkincisinin daha savlı, yazarınca daha sahiplenilmiş, temsil niteliği yüksek bir roman olarak düşünüldüğü kanısındayım. -Bu arada iyi okunan bir yazar olsa da çoksatar olmamasını yeterince gözetiyorsundur umarım. Hem değişik ortamlarda (bilgisunar vb.) genellikle övgüyle sözü geçen romanlar bunlar. Çoğunluk algısı (Kaç çoğunluk?) Şarkını Söylediğin Zaman için seninkinden oldukça değişik. Baştan belirteyim de… -Tamam, sağol ama çoğunluğun nasıl bir çoğunluk olduğunu sormasam şişecek bir yanım. Hem nereden biliyorsun algımın ne olduğunu? -Biliyorum işte. Kendim gibi iyi tanırım seni. Taktın mı takarsın. Şu da var: Laf ebeliğinde üstüne yoktur. Allem kallem… - İnci Aral başından beri en iyi izlediğim yazarlardan biri. Hatta nehir söyleşisini de okumuştum. Genç yıllarımın Türk Yazınında onu büyük kadın atağının önemli bir parçası olarak gördüğümü, arkasını çok iyi getireceğini düşündüğümü anımsıyorum. Ağda Zamanı (1980), Kıran Resimleri’yle (1983) başlayan bir serüven… Öyle heveslenmiş, ivmelenmiştim ki arkama aldığım İnci Aral rüzgârı, o hızla işte son romanına değin taşıdı beni. Yoksa olağan koşullarda 2000’lerden sonra kopabilirdim okurluğundan. Üstelik bu yıllarda Orhan Kemal Roman Armağanı aldı. Sözün özü, kolay vazgeçmedim. Yine de böyle bir şey söylediğimi sanma. -İyi de anlayabilmiş değilim geveleyip de esasa girmediğin için. Onun okurluğunda seni düşüren ya da düşürebilecek olan (şey) nedir söyler misin? -Açıkcası belirsiz bir şey. Sonuçta ülkede okurluğumuzu giderek daha iyi karşılayabilen bir yazı çizgisi tutturdu. Halklaşmaya (popülizmi düşünüyorum) verdiği ödün kimi çoksatarların düzeyine nicel ve nitel anlamda hiç varmadı. Yazısı, deneyimi, çizgisi berrak, duru, sorunsuz görünüyor. Sahi(den), nedir benim derdim? -Aman ne güzel! Şimdi bir noktada buluştuk işte. Yani, İnci Aral’la ilgili bir derdin olduğu konusunda. -Doğrusu genel izleksel açıdan, 80’lerin dalgası kimi aydın ve solcularımızı sağa savuramadı ama yeni (yalan) zamanlara ayak uydurabilmek için eski ‘ideolojik katılık’ dedikleri tutumlarını esnetip bu yeni zamanın erken tiplerini, bunların hızla güçlenme ve erki ele geçirme becerilerini yarı eleştirel, yarı hayranlıkla anlatma eğilimi içerisine girdiler. İlginç biçimde eğilim kadın yazarlarda öne çıktı. Sanki bir tür özezercilikti (yenilgi tini), kazanan güç bilinçaltında haklı (!) güç gibi de algılandı. (Şimdilerde Stockholm Karmaşası deniyor.) Arkasından hayran olunan kişinin cinsiyeti ortaya çıktı: erkek, toplumsal yeri: erk, kişisel özellikleri: genç, yakışıklı beden. Öncülük yapan Adalet Ağaoğlu’ydu (Ferit Sakarya?) ve gözümde büyüklüğünü çoktan kanıtlamış yazarımızı okumayı o andan başlayarak bırakmıştım. Ne yazık ki onunla sınırlı kalmadı bu eğilim. Sökün etti diyeceğim. Bunu sindiremedim. Sözkonusu insanların anlatılması, öykülenmesi, gösterilmesi değildi sorun ve tam da bu yapılmalıydı aslında. İçime sinmeyen, tepki duyduğum şey, 80’lerle sökün eden tiksinti verici havanın dayatmalarına ayrımına varmadan ya da eleştiriyor görünüp kapılarak sürüklenmekti. Sanki yazar bu tipi (dolayısıyla dönemi) gösteriyor, sergiliyordu ama bu işlemin kendisi gerçekten dolaylı olarak arsızgillerden, hırsızgillerden oluşan bu toplumu doğruluyordu bir yandan. (Başaranlar onlardı.) Daha düne değin gerçekle bağlantılanan ilişki biçimleri, anlatımlar birden buharlaşmış, çekilmişti. Öykü sırtlanlara, başarılı türedilere, fırsatçılara, yeni erk ortaklarına kalmış, özgülenmişti. Sonuçta, irili ufaklı erk odaklarının örtmek, görünmez kılmak istedikleri; tam tersini savunabilecek çevrelerce de isteyerek ya da istemeden saklanmaya başlandı. Kimseyi suçlamıyorum. İyi niyetten kuşkum yok. Amaç ortaya çıkan siyasal boşluğu doldurmak, kayıpları azaltmak, geriye kalan doğru ne varsa savunabilmekti. Ama ters çalıştı süreç ve bunun görülememesine katlanamadım, kabul edemedim bu durumu. Derdim bu işte. Anlatabildim mi? -Hayır. Anlatamadın. Büyük sözler ettin. Haksızlık yaptığını da düşünüyorum. Bunca insanı bunca kolay harcayamazsın bir kere. Onlar oradaydı. Elleri taşın altındaydı ve kalemi tutmak bile cesaretti. Okurluğunun bedelini kanıtla da, hak vereyim sana. Ama söyleyecek bir şeyin yok. Dediklerin hem aşırı genellemeler, yargılar, hem de yarım doğrular. Böylesi, yanlıştan kötü... Dediğin, dönemin ters yazılan tarihiyle uygun adım yürüyen birçoğu için elbette doğru. Ama sözüne dikkat et. Çizgisi hemen hiç sapmamış, kendini saklamamış İnci Aral’dan söz ediyorsun. Sanırım sözün amacını aşıyor. -Belki de haklısın. Yukarıda çizdiğim çerçeve her kişiye, olguya uygulanmamalı. İnci Aral konusunda ise kendime küçük bir alanda eleştiri hakkı tanımak ister(d)im. Saygı duyduğum ender insanlardan biri günümüz aydınları, sanatçıları içerisinde. -Ha şöyle. Şimdi konuşmamız anlam üretmeye başlayabilir. Bırak o 80 öykülerini. Herkes bir biçimde kolay açıklama olarak arkasına alıverdi şıpınişi. Oysa hiçbir şey öyle kolay değil. -Anladık, uzatma. Sen gevezelik ederken ben dümeni kırdım, yeni rotama girdim bile. -İyi iyi. Hadi öt bakalım. -İstek bıraktın da sanki. Ne söyleyeceğimi de unuttum. Şarkını Söylediğin Zaman’ı okurken geldiği bu yerde yazısını bedensiz bulmuş, böyle not düşmüşüm. Görünüşte bir 12 Eylül hesaplaşması. Eski devrimci, onyıllar sonra yurtdışından yurda döndüğünde rastlantı sonucu eski sevgilisinin kızıyla tanışır ve birbirlerine tutulurlar. Roman ilerledikçe kızdaki tanıdıklığın nereden geldiği açığa çıkar. Eski sevgili, anne devrimcilik yıllarının hoyrat gelgitleri arasında kadınlığını ve aşkını kurban etmiş, umutsuzca yaşamına son vermiştir. Geride yaralı sevgili Cihan ile ona emanet edilmiş ama başkasından olan öfkeli kızı Ayşe kalmıştır. Bir de aşkın her daim doğrusu… Yarım kalmış aşk anne yerine kızıyla tamamlanacaktır. Bu yalın öykü bir (tarihsel) hesaplaşmaya omurgalık yapıyor. -Ne güzel işte! Nesini beğenmiyorsun? Hem bedensiz yazı ne demek? Uyduruyorsun habire. -Bedensiz olmakla kalsa iyi, saydam, yansız, duru, kıvamsız, kusursuz… -İyiye mi yorsam kötüye mi? Yine karıştırdın kafamı. Bir daha yineliyorum: Derdin ne senin? -Sana yerden göğe hak veriyorum. Öyleyse kestirmeden söyleyeyim. İnci Aral’ın yazar duygusunu ve üstlendiği şeyi okur sezgilerimle kestiriyor, bu karmaşık yüzleşmenin ulusal ve ulusötesi bunca yazma deneyiminden sonra gereğinden yalın, düz, kokusuz, mikropsuz (steril) bir yalınkatlıkla dışavurumundan (yani anlatım tekniği) huzursuz oluyorum. Sanki herkes yazıyla, yazısında yankılanan hakikatle canla başla didişirken onların bulup da huzura kavuşacakları yeri Aral çoktan bulmuş, bulduğu yerden (perde, ses aralığı, tel, her ne ise) anlatmasını (yazmasını demek istiyorum) sürdürüyormuş gibi. Bu kırışıksız dil denizini hiçbir meltem, yel, fırtına ya da kasırga buruşturamayacak, köpürtemeyecek mi? Oh be! Oldu mu şimdi? -Haltetmişsin sen. O kırışıksız saydamlığın, duruluğun arkasındaki emeği, iç ve dış savrulmaları ne de kolay siliverdin. Abra Kadabra, hoop! Al sana tavşan (boku)! -İyi güzel de benim okurluğumun hiç mi ağırlığı, kıymet-i harbiyesi yok be kardeşim. Karnımdan mı konuşuyorum sence. -Valla nerenden konuştuğunu bilemem. Ama ettiğin laflar büyük, belki bir o denli de çelişkili, anlamsız. Ortada deneyimli, olgun bir yazarın onca kitaptan sonra yarattığı özgün biçemi var. Bu biçemi taşıyan dil kendini göstermeyecek kerte saydamsa bir ustalık belirtisi sayılmamalı mı? Senin beklediğin ne? Katı, geçirimsiz, karanlık, karmaşık (heterojen), isterik, duyumsal, öne çıkarılmış, gösterileni silmiş bir nesne-dil mi? Dil tadına yatırım mı, sanatı araca yatırmak mı, öyküsüz, öznesiz, zamansız bir metin mi? Görünmesin mi istiyorsun yaşam? -İkide bir sözümün belini kırıp ne diyeceğimi şaşırtıyorsun. Hem evet, hem hayır! Çünkü benim öğrendiğim şu okurluğumdan. Şimdilerde halkalanma, zincirlenme (kanon) diyorlar ya, hesaba katarak düşün. Ne içerik, ne biçim, ne de bunların kırması olan biçem gelmiş geçmişten daha azına razı olamaz, olmamalı. Bir yazarın kendi içinde silsileşmesi ayrı, asıl önemli olan dünya dili, yazını içinde silsileşmesi, sıradağlaşması. Önceki ve sonraki halkayı, bileziği taşımalı yapıt. Soruyorum, nesiyle taşıyacak? Beni kıçımın çoktan unuttuğu yer minderine, hiç ummazken kıçüstü oturtacak bir kurmaca dünya, hasarsız sonuçlanmaz. (Biri habersiz sandalyeyi arkamdan çeker sanki.) Ben utanıyorum ama en hafif sonucu olur utanmak. Ortopedik sorunlar (travmalar) yaşayacağım kesin. -Ah, bir anlasam… -Sanat, onsuz anlayamayacağımız dünyayı algılamanın, anlamanın en iyi yolu değil mi? Dünyayı anlamak, artık daha yalın, çoktan geçilmiş bir uygulayımla (teknik) olanaklı mı? Tarımı karasabanla düşünebilir misin? İki çizgiden bir güvercin çıkar. Ama Guernica’sı (1937) olmasaydı, iki çizgiden çıkan güvercin konusunda kuşkulanma hakkımız olurdu, değil mi? -Olur muydu? Picasso’nun iki çizgiyle çizilmiş güvercini olması önemsiz mi? Yani ne demek istiyorsun? -Bana bak. Sen okudun mu bu iki kitabı? -Evet. Okudum tabii. Sen okuduğuna göre… Neden? -Bir yerde (Cumhuriyet Kitap Eki, 2 Aralık 2014), Gamze Akdemir’le, Kendi Gecesinde üzerine söyleşirken, melodramı sevdiğini söylüyor İnci Aral. Duruluk derken bir tür saflaştırılmış, damıtılmış yapay bir öyküleme tekniğinden söz etmek istedim. Bu çocuksuluğun (naiflik) olumsuz, kötü sonuçlar doğurabilecek biçimlerinden iki örnek vereyim (Ama tersi örnekler de çoktur): Hollywood (özellikle bir dönem), Yeşilçam. Bu filmlerin öyle ya da böyle metinleri (senaryoları) vardı ve ilişkileri kalıplayıp (klişe, şema) soyutlayarak (stilizasyon), sanatı beceriye (zanaat) indirgemekle kalmıyor, göstergeyi kendi içinde (gösteren gösterilene karşı hatta bu ikisinin ilişkilendiği ortama karşı) çelişkiye sokarak ‘acip ucube’ler yaratıyorlardı. Duygusallığın tipik ve bayağı örnekleri olan bu dizisel (seri) üretim, çağını tamamladı ama geçip gitmedi. En kabasından düşüngüsel (ideolojik) işlev gördü. Geçmiş özlemi (nostalji) günümüz tüketim cinnetinde sürümü güvençli bir ürün (meta) olarak biliniyor. Olayı iyi kavrayan insanlar var. Bunlardan biri Orhan Pamuk... Çoksatışlı kimi sıradan yazarlarımızın adını anımsayamadığım için yazamıyorum ama Orhan Pamuk hakkında ne demek istediğimi anlamak istiyorsan son iki romanını oku: Masumiyet Müzesi (2008), Kafamda Bir Tuhaflık (2014). Başarılı (!) örnekler bunlar. Gelgelelim, yeni dünya saldırısı karşısında gerçekten umudunu koruyabilen, bunun için insanüstü çaba harcayan, İnci Aral gibi yazarlar. Böyle yazarlarımız çok ve büyük ikilemler yaşıyorlar. Okunmakla istediğini (yazarlık ideası) yazmak, öncülük yapmakarasında haça çakılmak... Böylece yapıt her iki eğilimin seçmeci (eklektik) bileşimine dönüşüyor. Buradan ödün(leme) geliyor. Ama şunu demek istemiyorum. Çağdaş sanatçı, geleneksel kazanım ya da anlatımları yapıtına girdi yapmaz. Hayır, tersine. Üstelik yeri gelmişken belirteyim, Kendi Gecesinde yaratıcı bir buluş, düşünce üzerinde çatılmış bir roman. Bu yanıyla gerçekten dikkate değerdi, belki çok yeni bir buluş ve çok da inandırıcı bir uygulama örneği oluşturamasa da. Örneğin Aziz Nesin hemen usuma gelen örneklerden biri. -Hop hoop! Biraz yavaşla. Uçtun ve züccaciyeye giren file benzedin. Allahaşkına kendine gel. Beş para etmez bir yargı üretebilmek için bunca canı yakman gerekmezdi. Bir kalemde harcamadık şey bırakmadın. Tutumunu (hıncını mı desem) anlayamadım gitti. Övüp sahipleniyor musun, kırıp döküyor musun? Yani şu mu dediğin? İnci Aral uzunca bir süredir yazdıklarıyla yazıdan ödün vererek, ortalamada tutunarak, iki cami arasında beynamaz ama içtenlikle, inançla tutturmuş bir yol gidiyor? Yanlış anlamıyorsam bu yaklaşımını yazarımız özelinde dille ilişkilendireceğimiz hemen her anlatı öğesine (yapı, anlatım, kurgu, sözlük, klasikçilik, vb.) uyguluyor, yeni gündem ve içerikleri ele alış biçimlerine pek bir şey söylemiyorsun. Mehmet Eroğlu da bir başka bileşim değil mi, sana göre sorunlu? İyi de bu insanların suçu, neredeyse dünyanın değiştiği, tarihin bittiği (!) büyük gürültülerle ve küresel ölçekte savlanan saldırgan, yıldırıcı bir dönemde evrensel ve sol insan değerlerini artık ne kaldıysa savunabildikleri ölçüde savunmak, ayakta kalmakla yetinmeyip yine de yazmak mı? -Ben daha çoğundan söz ediyorum. Artık ne kaldıysa’ya yüz vermeden, içeriğe geçmişte de yetmeyen dili o hep gündemli içerikle yeni biçimlere taşıyarak, direnen, saflığı (tenör) yükseltilmiş, güçlendirilmiş dille yaratıcı, canlı biçimde ilişkilenip bir kez tutunulmuş, sıkıca korunan, onsuz kendini yersiz yere yenik duyumsayacağın tutucu eskil (arkaik) yapılardan hiç medet ummadan, alışkanlıklarımıza kaplılıp bağlanmadan ve yenilmeden, bir yaşamın bir yapıt olabileceği önyargısını da kırıp yeniden başlama cesaretini göze alarak... -Bir dakika. Sence İnci Aral bu cesaretten yoksun mu? 80'lerin getirdiği yağmanın öyküsü değil mi yazdıkları? Neo-liberal yozlaşmanın ve onun sonucu kayıpların, türedi hırsızlama varsıllığın, küreselleşmenin acımasız süreçlerinin ve bağlama özgü kişilerin (tip?), bu yeni toplumsal-tinsel bağlamın yeni ilişki biçimlerinin yalın ve görülebilir öykülerini anlatmıyor mu düzeni anlayalım, çözelim, tavırlanalım diye? Daha ne yapsın istiyorsun? Hep başa dönüyoruz. Üstelik Karagöz Perdesini bir romanın kurgusuna omurga yapması da deneysel bir girişim, atak sayılmaz mı? -Haklısın belki. Sorun biz okurların da bilincinin yarıldığı gerçeğiyle ilgili. Tek boyutlu yaşamlarımızın anlatıları da tek boyutlu. Büyük yanılgılarımızdan biri ne biliyor musun? Dokunaklılığı, duygu yeğinliğini büyük öykülerle eşleştirmemiz. Oysa sıradan, yavan öykülerin (!) içerisinde belki daha katkısız, etki gücü daha yüksek bir dokunaklılık sözkonusu. Bir şeyleri birbirine karıştırarak kavramların ve duyguların içine ettik ve iki boyutlu, yüzeysel bir dünya çatabildik eni konu. Aslında ortalama duyarlığımız Kerime Nadir, Esat Mahmut Bozkurt, vb. düzeyini hiç aşamadı. Yenilerde yazılan öykülerde bir kıpırdanma var ama şiir, roman yaya kaldı. Yazar(lar)ı suçladığımı sanma ve hemen tepki gösterme. Akvaryumda balık gibiler. Halkın yaratıcı anlağı dondurulmuş bir dünyanın yazarları onlar. Yani diyeceğim, konudan epeyce saptık sanki, yaklaşık 30 yıldır yediden yetmiş toplumsal ve bireysel usumuz çözünüyor, tabii beraberinde ilişkilerimiz, duygularımız, konuşmalarımız, dilimiz de. Hemen atlama. Bir çelişki yok. İnci Aral Türkçe’yi en yalın ve arı, duru, güzel kullanan (saydamlık) yazarlarımızdan biri. Özeni, titizliği okurun ilk dikkatini çeken şey. Çıkıntısız, sorunsuz, yatağında düzgün akan bir dil. Hoş bu da ayrı bir tartışma konusu ya… -Çok teşekkür ederim sana, ne için teşekkür ettiğimi bilmeden üstelik. Dediklerinden bir şey anlamadım çünkü hem bağ kuramadım, hem bir yere taşıyamadım. Bence de romanlara dönmelisin, hâlâ söyleyecek bir şeyin varsa tabii… Ben senden ayrı düşünüyorum aslında. Örneğin dilin doygunluğunu, yeterliliğini içerikle yetkin, uyumlu ilişkisinden bağımsız düşünemem ve arada bir çelişki göremem. Öte yandan açıktan ve dolaylı, döneme, tinine ve insan ilişkilerine sayısız gönderme var ve yazar tutumu eleştirel (denebilir). Ayrıca en önemli yanılgın şu: Yalınlığı, estetik anın yakalanmasında doruk aşama olarak görmek yerine en indirgenmiş biçimiyle algılayıp yorumluyorsun. Oysa yalınlık, anlaşılırlık, kolaylık izlenimi arkada karmaşık bir dünyanın yatmadığı anlamına gelmez. Yalınlık iki uca işaret edebilir. Dibe olduğunca doruğa da… Hem dünyanın karmaşıklığı kendi başına bir değer de değildir. Yazında (genel olarak sanatta) yapıt biçim ya da içerik olarak herhangi bir öğesine asla indirgenemez, benden iyi bilirsin. -Dediklerinde genel olarak sorun görmüyorum. Belki (aynı) yere basabiliriz şu an. Hafiflik duygusunu yenemiyorum dostum, ya içimden bu metinler geçmiş ya ben bu metinlerin içinden geçmişim ve neredeyse hemen hiç çarpışmadan, çatışmadan, dokunmadan… Bu duygu(suzluk) içerisindeyim. Suç bende, okurluğumda da olabilir kuşkusuz. Derdin ne deyip duruyorsun ya derdim budur olsa olsa. Okur-ben yazıdan, yazandan ne umuyor, bekliyorum. Çözüm mü, anlayış mı, duyum mu, dolguculluk mu? Hafiflik gerçekten ağırlıktan hafiflik, ağırlığın hafifliği olabilir mi? Kendi Gecesinde, bir aşk öyküsü bir yandan. İki erkeğin aşkı… Yazar bunu doğal göstermek için (militanca, devrimci bir tutum) özenli bir çaba içerisinde. Genel olarak cinsellik kavrayışı için söyleyebiliriz bunu. Sanki toplumsal bir işlev üstlenmiş yazarımız ve doğallaştırıyor, sorunumuzu aşmamıza yardımcı oluyor, cinselliği. Doğallaştırıyor derken dizge içerisine alıyor, dışlayıcı, ötekileştirici bakış açılarını eliyor. Hatta buradan bir düşülke kuruyor (Sahil). Soru geliyor arkadan: Özgürlükten ne anlamalıyız? İstanbul’un gece sahili, cinselliğin sere serpe tüm biçimleriyle (sapkın ya da değil) belirdiği o yer, Arzu-yer olarak katışıyor anlatıya. Yokülke (Ütopya). 40’larında genç bir adam geriye dönüp çocukluğunun hayali perdesini (Karagöz-Hacivat) içinde yaşadığı dünyaya yansıtarak; bırakıp giden annesi, genç erkek sevgilisi (aslında karışık cinsel kimlik taşıyor), babası ve eski eser kaçakçılığı, 80’lerden günümüze Türkiye’deki siyasal toplumsal çalkantılar, güneydoğu sorunu, mafya hesaplaşmaları, solculuk vb. yaşıyor. Aşkın şafağında bir bunalım yaşıyor. Falan filan. Önceki romanlardan getirilen ilişkiler, kişiler var. Şeytan dürtüyor, zurna tam burada zırt diyor. Peki, ne yok? Dizgenin (küresel ve yerel) anlatılmasını gereksizleştirdiği, önlediği, hiçbir şey yok örneğin. Orta, üst sınıflar, onların paralı (lüks) yaşamları, uluslararası bağlantıları ve sıra dışı yaşama biçimleri, bilgisunar kuşakları (X, Y, Z) ve onların özel dilleri, büyük kentlerin sanal, ayrıştırılmış uzamları ve zamanları, tüm bunlar var ve konuşan (anlatan) kişiler sağcı aydınlar, yazarlar değil. Onların işi lafı kalabalığa getirmek (demogoji). Gerçekten, solun küresel açılımı ise ilginç. Sağcı pek inanmadı ama birçok (özellikle taşralı) solcu küresel masallardan dikkati çekecek ölçüde etkilendi. Gereksiz taşeronluk (taşıyıcılık) yaptılar. Tarih bitti dediler, beriki bitmiş tarihi öykülemenin peşine düştü anında. Sanki milyarlarca insan yeryüzünün görünmez yerlerinde, katmanlarında insanlık dışı koşullarda varolmayı sürdürmüyorlarmış gibi. Buharlaştılar çünkü. Küresel egemen ne dedi o zaman? Onların anlatılmaya değer öyküleri yok. Hiç olmadı. Gel, eleştir (muhalefet et) ama anlatılabilecek öyküsü olan bizleri anlat. Kim miyiz? Küreyi esnetenler ve esneyenler, büyük gelirleri olan ve harcayanlar, parayı, cinselliği keyiflerine bağlayanlar, iş yaşamlarını ulusüstü bağlamlarda sürdürenler, bakımlı, doymuş, devingen, bağsız (uzamdan, zamandan, yerel ekinden, vb.), ailesiz insanlar… Yalnızca onun, her gün değişen, kazanan ve yitiren öyküsü var, anlatılmaya değer. Ya Orhan Kemal, işçilerin, köylülerin, işsizlerin anlatıları, yazarları… Geçersizleştiler mi? Böyle kolay vazgeçişte sorun yok mu? Bu öykülerin böyle anlatılmasına, sunulmasına itirazım var. Diyeceksin ki iki roman da Türkiye’nin 30 yıllık güncel tarihine eleştirel bakış açısıyla tanıklık etmiyor mu? Kendin söylüyorsun… -Evet, aynen öyle… Dedim gitti. Bu arada uyarayım. Yere (romanlara) basamadın gitti. ‘Sosyopolitik yanı gündemde tuttum’ diyen yazara mı inanacağım, sana mı? Söyleşiyi yapan gazetecinin (Gamze Akdemir) özetini alayım buraya. Zaten biliyorsun: “Aşkı ve düşüşü seçmiş ve uzaktaki bir anne, sevgi-nefret ekseninde dokunaklı bir baba oğul ilişkisi. Çocukluğun, ilk gençliğin ve cinselliğin arka bahçeleri. Zoraki kaçakçı Hayali, Londra'daki sürgününde geçmişini sorgularken genç moda tasarımcısı Reyan'la tanışır. Bu iki yaralı ve zor insan rüzgârlı, gölgeli ama incelikli bir aşka yelken açar. İnci Aral bu kez yakınında, hatta belki içindeyken bile kolay kabul edemediğimiz dünyalara eğiliyor. Reddedilmiş ilişkilerin ve aşkın ayrımsız halinin kendi içinde ne kadar doğal ve derin olabileceğini gösteriyor. Önyargı, tutuculuk ve genel geçer ahlakın köşeye kıstırdığı insanların özel yaşam alanları ve gecelere sığınarak hayaletlere dönüşmesini anlatıyor. Batısından Doğusuna tüm çelişkileriyle bir Türkiye resmi çizerken kirlenme ve ayrışmalar sürecinde, yaşamın anlamına, mutluluk arayışına ve aşka yakın plan yapıyor. Bu arada siyasi ve toplumsal olguları mizahla harmanlayan geleneksel gölge oyunu Karagöz-Hacivat ise hikâyenin mozaiği.” Dikkat et! ‘Batısından Doğusuna tüm çelişkileriyle bir Türkiye resmi çizmekten’ söz ediyor. Hazır açmışken aynı söyleşide İnci Aral’ın yanıtlarından iki alıntı daha yapayım da seni son bir kez zemine çekmeye çalışayım. Olmazsa artık yakanı bırakacağım. Ne halin varsa gör. 1) “Aşırı ticarileşmiş, cılkı çıkarılmış ve bayatlamış kadın erkek hikâyeleri yerlerde sürünürken aşkı aşınmamış, taze, gerçek sözcüklerle yeniden tanımlamak istedim.” 2) “Ben melodram seven, romanlarımda kendi dilime dönüştürerek belli ölçüde yer veren bir yazarım. Varlığı, itibarı, sevgiyi, saygıyı ve sekiz yaşında bir çocuğu anlamsız bir aşk ve maço bir figüran uğruna terk edip Bebek'te bir yalıdan Kuştepe'de bir gecekonduya giden güzel bir kadın. Hayal Ali'nin yasağı, yarası, uzak düşülmüş bu anne benim de yüreğimi yaktı.” 3) “Bence Kendi Gecesinde aynı zamanda bir baba-oğul romanı. Sevgi ve nefret ekseninde gelişen trajik ayrışmalar bazı diyalog ve bölümleri yazarken beni ağlattı.” -Sen de görüyorsun. Yapıtı açıklama çabasını. (Açık kapatır gibi.) O da var, bu da var. Yaşadığımız gerçek her ne ise işte tümü var. Öyleyse bu kitapları okuyan ve burada yaşayan biri olarak içimde okudukça oyulan, açılan boşluğa, hiçlik duygusuna ne demeli? Bir umut imi, yalan mı yazardan beklediğim o zaman? Yazarın beni sorunsuz tekniğiyle rahatlatmasını, iç huzura kavuşturmasını, özeleştirel ayinlerle günahımdan kurtarmasını beklemiyor, istemiyorum, buna karşı da çıkıyorum. Bir suç işlediğim, suça doğrudan ya da dolaylı katıldığım, sorumlu olduğum duygusu iki uçlu, yetersiz bir duygu. Üstelik bunca kişisel içses öyle bir gam perdesinden sesleniyor ki kederlilik gösterisinde sinirlerimi yerinden oynatan bir(çok) şey var. Tamam, bu iki romanın renk tonu pembe… İkisi de iyi, mutlu (!) bitiyor. Gereksinme duyduğumuz şey bu mu? İşimle evim arasında yürüdüğüm yolda, günlük yaşamlarımızı boğuntuya getiren kesintisiz kıyım karşısında (Soykırımsa tam da budur, her gün, her an soykırımın kurbanı olduğumu düşünüyorum.) kurbanlık duygumla umarsız, yapayalnız kalakalmışken, yazarlarımız neyin özgürlüğünü savunuyorlar, hangi hakikat rejimini (Yıldızoğlu deyişiyle)? Bilmem şimdi anlatabildim, ayaklarım yere basabildi mi? -Pek sayılmaz. Öfkeni, arkasında bir tutku var mı, yok mu kestiremediğim ve ele avuca getiremediğim öfkeni anlamaya çalışıyorum ve İnci Aral’la ne ilgisi var, diyorum. Şu dediklerini, senin de bildiğin, günümüzde yazan birçok yazar için söyleyebilirsin sahiden. Ben de katılırım sana. Ama İnci Aral için söyleyemezsin. Öğrenci, öğrenmeye hep açık kalma duygusunu bırakmamış biri gibi geldi bana hep. Alçakgönüllü biri. Yazarlar çevresinde az bulunur bir erdem… Ama bundan, yazısını ödünlediği sonucu çıkarma hemen. -Ne çıkarayım? İyi yazara yazar sesi, anlatıcı sesi, kişi sesi olarak teksesliliği artık konduramam. Yarattığı kişilerle ayrışan bir anlatıcı- yazarı, yazının kendinde yapay ve sınırsız bir düzlük yerine engebeli bir yüzeyi (topoğrafya), yani geri çekilmeleri, uçurumları, boşlukları, çukurları, düşüş ve yükselişleri vb., öngören ve tüm bunlarla yüzleşen kişisini bildik imge kalıpları denli imge olanaklarıyla (imkân) beklenmedik buluşmalar içerisine sokan, yapıtını zorunluluklar alanı denli özgürlük olanağı olarak kuran, bitmişlik duygusu ve izlenimi vermekten kaçınan, iyi anlatılmış öykü, çıkarılacak ders yargılarını yurtsuzlayacak bir yaratıcı anlak taşıyan, gevşetmeyen, arkada bıraktırtmayan yapıtı görmek iste(r/d)im önümde. Böyle yapıtı mumla arasan bulamazsın. Tek tük. İnci Aral’a dönersek, bu dilsel tutarlılığın neredeyse zorbalık işlevine soyunduğunu düşünmek zorunda kalıyorum, kendi canımı sıkarak. Foucault’yu falan da hiç düşünmüyorum derken. Belki de yazınımızın öncelikli sorunu içerikten önce dil ve uygulayım. Bu hesaplaşma özellikle romanımızda çok az yapıldı. Sorun hep içerik sanıldığından… Türkçe Yazınımızın yazgısı, hep söylerim ya, bu oldu. Yazar tarihsel-toplumsal görevliydi (misyoner) aynı zamanda, hatta öncelikle. Yazı buna aracılık ederdi. Durum, yazına (genelde sanatlara) ilişkin ölçeklendirme, değerlendirme biçimlerimizi de indirgedi, baskıladı, cesaretsiz kıldı. Okur uydumculuğumuz yuvarlandı, yazar uydumculuğunu buldu (Tencere/Kapak). Seçikliği, dil özenini hem bir yandan alkışlıyor, hem de sorunlu buluyorum demek. Diyeceğim okurunun uyarısına şu ülkede en çok gereksinimi olan, taşıdığı gizilgücü en yüksek yazarlarımız arasında İnci Aral başta gelir. Üzüntümün, sevincimin ve sertliğimin kaynağını belirtmiş oldum işte. -Eh, ne diyeyim. Peki. Ama dediklerine yüzde yüz katıldığımı sanma. Daha azı için bile çok heveslenme aslında. İnan yoruldum ve yapıtı kuşatan, hiç de sevmediğim biçimde yazar tutumuna, bağlamına, toplumsal çevreye özgülenip kısıtlanan bu söyleşi beni doyurmadı. Doğruya doğru. Yazarın yazısı (metin) neredeyse güme gitti. Sanki söyleyecek çok da şey yok, der gibisin. Haksızlık. Zincirleme haksızlık yaptığın konusunda tasalarımı giderebildiğini düşünme ayrıca. Niyetin ne olursa olsun, öfkeni yanlış kişide odaklayıp yoğunlaştırıyorsun, uyarıyorum seni. Bu gidişle (hiç değilse bu konuda) yollarımız seninle ayrılacak gibi görünüyor. Ne yapalım? Olacağına varır. Kendi Gecesinde’nin ana imgesini (motif) geçiştirdin ve bunu içime sindirebilmiş değilim. Canım hani şu, Karagöz perdesine yansıyan günümüz dünyası izleği. Ama ikincil daha nice önemli imgeler var. Bunların arasında yazarın bize kazandırdığı Rahmaninov’u da anımsatmak isterim. Biliyorsun, Ölüler Adası adlı ürpertici senfonik şiiri (1907). Bestenin kaynağı Rahmaninov’un etkilendiği ünlü resim: Ölüler Adası yani Die Totelinseln (Arnold Böcklin). 1880-86 yılları arasında resmin 5 çeşitlemesini yapan sembolist Alman ressam Arnold Böcklin 1827-1901 yılları arasında yaşamış… -Haklısın dostum. Böcklin’i ve ondan esinlenen Rahmaninov’u bize (yani sana ve bana) İnci Aral kazandırdı. Gönül isterdi ki, gizil olanakları yüksek, kışkırtıcı, ateşleyici imgelere bunca yakınlaşan yazar, sağlam bir yapı içerisinde işlevsel bir bakış açısıyla yetinmeyip seçmeci bir yaklaşımı aşabilsin. Ülke komedyasını ya da insanlık durumunu ortaya çıkarmak için adaylarımdan biri olacaktı. Hayıflandığım bu. -Yine de olabilir. Olamaz mı? -Açıkçası 100 metre koşuda gerilere savruldu. Yazınımızı bütünlüğü ve dağınıklığı içerisinde, küresel bağlamlar içerisinde karşılaştırmalı olarak yeniden değerlemesi (ki PEN Başkanlığı da yapan biridir) iyi olacak, eleştirel-kuramsal bakışlara daha çok zaman ayırması gerekecektir. -Yapmadığını mı düşünüyorsun ve neye dayanarak? -Yazarlarımız yazmayı öne çıkarıyorlar bir yerden, özellikle yaştan sonra. Doğal. Ama doğru mu? Sanmam. -Bence İnci Aral konusunda yanılıyorsun ve utanabilirsin. -Umarım. Benim de istediğim bu. -Yani… -Seninle bir olmak… -Ben de düşünmüştüm ki… KAYNAKLAR •Aral, İnci; Şarkını Söylediğin Zaman (2011), Kırmızı Kedi Yayınları, Birinci basım, Nisan 2011, İstanbul, 231 s. •Aral, İnci; Kendi Gecesinde (2014), Kırmızı Kedi Yayınları, Birinci basım, Ekim 2014, İstanbul, 355 s.

22 Mart 2015 Pazar

http://listelist.com/ahmet-erhan-kimdir/
8. METİN ALTIOK ŞİİR ÖDÜLÜ
BAŞVURU BİLGİLERİ

Bu yıl 8'incisi verilecek olan Metin Altıok Şiir Ödülü için yapılacak başvuruları Kırmızı Kedi Yayınevi adresine bekliyoruz. Adaylar 24 NİSAN 2015 tarihine kadar 2014 yılı içerisinde yayımlanmış şiir kitaplarıyla (8 kopya olarak) başvurabilirler. Ödülün veriliş tarihi ve yeri daha sonra açıklanacaktır.



SEÇİCİ KURUL:
Doğan Hızlan
Hilmi Yavuz
Güven Turan
Ahmet Telli
 Ali Cengizkan
Haydar Ergülen
Eray Canberk






ADRES: 
KIRMIZI KEDİ YAYINEVİ
Ömer Avni Mah.
Emektar Sok. No: 18
Gümüşsuyu - Beyoğlu
İstanbul

Tel: (212) 244 89 82