Vatan Kitap Eki 30.10.2013
Pascal Mercier, Türk okuruna adını Lizbon’a
Gece Treni ile duyurdu. Roman hem antik diller öğretmeni Raimund
Gregorius’un hem de Portekiz’de Salazar rejimine başkaldıran bir doktorun
hikâyesinin eşliğinde okuru içsel bir yolculuğa çıkarırken insanın varoluş
nedeni ve hayattaki yeri konusunda da kendini sorgulamasını sağlıyor. Romandan
alıntılar internetteki bloglarda, Twitter’de, Facebook sayfalarında defalarca
yer aldı, paylaşıldı. Şimdilerde 14. Baskısına ulaşan romana duyulan ilgi hâlâ
devam ediyor. Yazarın bir başka romanı Sahnede Ölüm de bu ay Türk okuruyla
buluştu. Her iki kitabın çevirmeni olarak yazarla kısa bir söyleşi yapmak
istedim, beni kırmadı ve sorularımı yanıtladı. Yazarlıkta asıl adını
kullanmayan Pascal Mercier’ye bunun nedenini de sordum, yanıtı aşağıda.
Bay Mercier, Türkiye’de Lizbon’a
Gece Treni adlı kitabınızla ünlendiniz. Kitap kısa sürede 14. baskıya
ulaştı. İşin ilginç yanı, kitabın ilk baskısı bundan 6 yıl önce, başka bir
yayınevinde, yine benim çevirimle çıkmıştı, ancak sesini pek duyuramamıştı. Beş
yıl sonra, 2012’nin Haziran’ında şimdiki yayınevim Kırmızı Kedi’de yeniden
yayımlandı ve adeta okurlar kitabı yeni keşfetti. Hâlâ olumlu yazılar, övgüler
çıkıyor roman hakkında, internette, bloglarda yer alıyor, alıntılar yapılıyor,
özellikle de Prado’nun sözleri. Lizbon’a Gece Treni’nin böylesine büyük
bir başarıya ulaşacağını tahmin etmiş miydiniz? Almanya ve Almanca konuşulan
ülkelerde ve çevirisinin yayımlandığı yerlerde durum nasıl?
Kitap 34 dile çevrildi ve dünya
yüzünde toplam 3,5 milyon kopya satıldı. Hayır, böyle bir başarı elbette
beklemiyordum. Özellikle Prado’nun metinlerindeki varoluşsal konulara ilgi duyacak insanlar bulunacağını düşünmüştüm, ama bu sayılara ulaşacağı aklıma
gelmemişti.
Sizce bu büyük başarının nedeni nedir?
Okurlarım bana genellikle iki neden
söylerler: Varoluşsal temaların önemi ve sonra kitabın dili, yaratılan atmosfer
ve şiirsellik.
Romanın başlarında baş karakterin
son derece etkileyici bir biçimde anlatılması sayesinde Raimund Gregorius,
tıpkı Gonçarov’un Oblomov’u gibi unutulmaz bir roman kahramanı oluyor. Bu
karakteri yaratırken aklınızda bir örnek var mıydı, şahsen tanıdığınız ya da
hakkında okuduğunuz, hayatından ve kişiliğinden etkilendiğiniz biri?
Hayır herhangi bir örnek yoktu.
Romanlarımdaki kahramanların hiçbiri için bir kişiyi örnek almadım.
Kahramanlarım tamamıyla içimden doğdu ve kendi iç dünyamın bazı bölümlerini
temsil ediyorlar.
Lizbon’a Gece Treni’nde bazen Gregorius
bazen de Amadeo Prado baş kişi olarak çıkıyor karşımıza. Bu iki kişiden hangisi
başrolde ve neden?
Biri ötekinin önünde değil. İkisi de
aynı derecede önemli, ama farklı biçimlerde. Her ikisi de kelime
sevdalısı, her ikisi de birer şair, ama hayatları birbirinden o kadar farklı
ki, birbirine uyumlu farklı kişilikler diyebiliriz bu duruma.
Kitapta çokça yer alan bir kavram da
yalnızlık. Sizce insanın en büyük sorunu yalnızlık mı?
İnsanın en büyük sorunu diye bir şey
yoktur. Ama yalnızlık herkesin hayatında belirleyici bir güçtür. Ondan korkarız
ve yaptıklarımızın çoğunu bu korku yüzünden yaparız.
Prado’nun hikâyesinde baba-oğul
ilişkisi çokça işleniyor. Bu konu Sahnede Ölüm’de de farklı bir açıdan yer
alıyor. Baba-oğul ilişkisi sevdiğiniz bir tema mı?
Her ikisinde de baba-oğul ilişkisini
işlemiş olsam da konuları bambaşka. Ortak olan husus şu: İnsan babasıyla (ve
annesiyle) çatışarak kişiliğini bulur. Ancak Gece Treni’nde, babayla olan
ilişki aynı zamanda siyasi bir temaya sahip, Sahnede Ölüm’de ise çok kişisel:
Başarısızlık. Baba-oğul ilişkisinin en sevdiğim konu olduğunu söyleyemem.
Romanlarınızın kahramanlarını
yaratırken felsefeden ne ölçüde yararlandınız? Edebiyatla felsefeyi nasıl
birleştiriyorsunuz?
Felsefede de edebiyatta da mesele,
bir şeyi zihnimizde yeniden canlandırma ve yaşananların anlaşılması. Felsefede
bu hatırlama kavramsaldır, konu düşüncelerin saydam olmasıdır. Edebiyatta ise
konu poetik bir saydamlıktır, duyumsal ve poetik yoğunluk ve cümlelerdeki
ezgidir. Her ikisinin de mevcut olduğu romanlar özellikle ilginç gelir bana:
düşünceye dayalı sorular ve poetik yoğunluk. Benim bütün kitaplarım böyledir.
Varoluşsal temalara ise tabii felsefeden alışkınım.
Sahnede Ölüm’de bir aile tajedisi
var. Heinrich von Kleist’ın Michael Kohlhaas adlı novellasına koşut gidiyor.
Neden tam da bu temayı seçtiniz?
Babanın duygusal derinliğini iyice
araştırmak için bir araçtı Kohlhaas. Bu karaktere duyduğu hayranlık baba
hakkında pek çok şeyi açıklıyor bize.
Lizbon’a Gece Treni sinemaya da
uyarlandı. Ben filmi İstanbul’da izledim. Romandan biraz eksikti. Sizin
hoşunuza gitti mi ve hangi açılardan filmle roman arasında farklar var?
Filmlerin romanların özünü yetersiz aktardıklarını düşünür müsünüz?
Bu konuda genel bir düşüncem yok.
Lizbon’a Gece Treni’nde durum şöyle: Film, romanın atmosferini yer yer
yakalamış, birkaç tane yoğun poetik sahne de var. Ama ne yazık ki pek çok şey
de basitleşmiş, hem eylemde hem de diyaloglarda. Vasat olmuş.
Lizbon’a Gece Treni ile Sahnede Ölüm
arasındaki temel farklılıklar nelerdir?
Temada farklar var. Sahnede Ölüm’de
tema müzik ve iki kişinin arasındaki yakınlık, Lizbon’da ise şiir ve siyaset.
Bunlar farkların bir kısmı. Çok önemli bir farklılık, anlatıcının bakış
açısında var: Sahnede Ölüm, birinci tekil şahsın yoğun anlatımından besleniyor,
Lizbon’a Gece Treni ise kişilerle anlatıcının arasındaki mesafeden, ki bu
mesafenin kendi yoğunluğu ve kendi büyüsü var.
Her iki kitabı da yeniden yazma
fırsatınız olsaydı, neleri değiştirirdiniz ve neden?
Hiçbir şeyi değiştirmezdim.
Bugüne kadar yazmış olduğunuz
romanlar arasında sizi en çok hangisi tatmin etti? Aklınızda başka romanlar var
mı?
Böyle bir derecelendirme yok benim
gözümde. Hepsini seviyorum. Ve evet, yazmaya devam edeceğim.
Son bir soru: Neden takma adla
yazıyorsunuz?
İlk başta korunma amacıylaydı. Bir
profesörün roman yazmaya başlaması birtakım zorluklar yaratabilir. Sonra da
değiştirmedim ve takma adla yazmayı sürdürdüm.
0 yorum :
Yorum Gönder