29 Ekim 2013 Salı

Adalet: Bir varmış bir yokmuş

Soner Can

Star Kitap Eki 12.10.2013 


Geleneği ve kaderi kıran, hikâyenin de nihayete getiren son Aşur, Halime Hanıma “Para ve iktidar tutkumuz en önemli zaafımız” diyordu. Bu, belki de destansı romanında Necip Mahfuz'un on kuşağın üzerinden vermek istediği en önemli mesajdı;
Para ve iktidar tutkusu hırsı er ya da geç insanı kuşatır. Buna direnmek için sahiden güçlü ve kararlı olmak gerekir.
Para ve güç ikliminde en çabuk pes eden kavram ise 'adalet'tir, hani şu yanı başımızda tutmayı beceremediğimiz, paraya ve iktidar duygusuna sarındıkça kaçırttığımız 'adalet!
Büyük şair Nedim, bahardan (gençlik çağından) söz ederken deyivermişti:
“Bir nim neşe say bu cihanın baharını”
Bu cihanın baharı yarıda kalıveren bir neşedir, pek bir gelgeçtir.
Adalet de tıpkı Nedim'in baharını andırır. Bir an varlığını hissettirse bile, Mahfuz'un Şemseddin'in hikâyesini anlatırken satır arasında fısıldayıverdiği gibi pek bir kıymetlimizdir...
“Adaletin şefkatli gölgesinde elem kaybolur nisyanın kuytu köşelerinde. Yürekler imanla dolar, içerken dut ağaçlarının ab-ı hayatından, ilahilerin nağmesiyle zevk ederler, sözlerinin manasını anlamadan. Peki, ilânihaye sürer mi yıldızların parlaklığı ve berraklığı?..”
Elbette sürmez!..
“Süreklilik mümkünse şayet niçin değişir mevsimler?” diye Kadir'in bahsinde değişimin, kâh iyi kâh kötü ama kaçınılmazlığından dem vuran yazar, on kahramanını da iyi ve kötü ile güreştirir. O on kahraman da bizler gibi bazen iyinin bazen kötünün esiri olurlar. Kimilerinin yaptığı yanına kâr kalır, kimi ise büyük bedeller öderler.
Bir miktar kötüye meyyal olsa da el-Naci soyu, aşkı hiçbir zaman ıskalamaz. Hayatın tadını çıkarma konusunda da doğup büyüdükleri ve canlarını verdikleri sokağa misal teşkil ederler.
Peki niye sayısız ibret vesikaları olmasına rağmen niye istikrar çizgisinde hareket edemezler?..
Cevabı basit, dahası günümüzde gözümüze sokulası ibret vesikalarında hayretler içinde izlediğimiz üzre: Ademoğlu parayı ve gücün terkisine oturursa er ya da geç kokuşacaktır.
İşte bu adem, kısacık ömrü boyunca bedeninin üzerine titremişken, cesetleşince organizmaların en çabuk ve en berbat kokuşanı olması ne hüzünlü bir paradokstur.

***

el-Naci soyunun en tartışmalı oğullarından Celal, ölümsüzlük peşine düştüğü vakit, aktar Abdülhalik'e “Ölümsüzlükten korkuyorsun” diyerek alt etmeye çalışır sözüm ona. Fakat aktarın cevabı dramatiktir: “Kim korkmaz! Kıyamet gününü görecek kadar yaşayacağımı hayal ediyorum da, bütün dostlarımı, ailemi toprağa vereceğim, tanımadığım insanların arasında yapayalnız kalacağım, oradan oraya sürüklenip duracağım, her yerden dışlanacağım...”
Abdülhalik'in ölümsüzlüğün rezilliğine dair diskuru Yeşil Yol filminde Darabont, Paul Edgecomb'a (Tom Hanks) üç aşağı beş yukarı söyletmişti. O film de zaten bir Stephen King romanından uyarlanmıştı. Yani şu fani dünyada ölümsüzlüğü imkânsızlığı ve rezilliğini bir best seller romancısı da akıl edebiliyor netekim.

***

Necip Mahfuz, bütün büyük hikâyelerini bir sokak panoraması eşliğinde kuruyor. Büyük yazarın bu tercihine sebep olan şeyin, onun hiç Kahire'yi terk etmemiş olması pekala mümkündür.
Ezilenlerin destanı da bir sokakta başlıyor, yüz yılı aşkın bir süre (Öyle olduğunu tahmin ediyoruz. Çünkü romanda zaman kavramı son derece spesifiktir) devam ediyor ve aynı sokakta sonlanıyor. Biraz ileride yine önemli bir figür olarak el Hüseyin Camii var. Dergâhlar, türbeler, tekkeler, esrar tekkeleri, meyhaneler birbirinin zıddı mekânlar olarak hikâye boyunca bir görünüp bir kayboluyorlar.
Mutlak ölümsüzlüğü arayan Celal'in gördüğü bir rüya üzerine inşa ettirdiği camisiz minare hariç, her şey iyinin ve kötünün yanında muntazaman yerini alıyor. Minaresiz cami ise belki de firavunların piramitleri, Babil Kulesi gibi tuğyanın sembolü olarak dikiliyor milletin tepesine. Bir gün Aşur'ların sonuncusu onu yıkana değin halk ecinniler başlarına bela olur diye ondan uzak duruyor. Camisiz minare yıkıldığında sokakta tiranlık belirsiz bir tarihe kadar ilga olurken ahalinin başındaki ecinniler de dört bir yana savruluyor.

***
Lakin, Necip Mahfuz, sokaktakileri niye 'ezilenler' olarak vasıflandırıyor?
Öncelikle kadınları sebebiyle...
Sokağın kadınları ki kimileri hin fikirli, cin bakışlı olsa, gözleri velfecri okusa da iyiliğin ve kötülüğün malzemesi olmaktan geri kalmazlar. Birkaçını görmezden gelirseniz tamamına yakını itilip kakılmış, aldatılmış, küstürülmüş ve mahrum bırakılmışlardır. Erkeklerin sopalarla ve cüsseleriyle verdikleri savaşta onlar ancak 'tercih' edilebilir' varlıklar olarak Mahfuz'un 'ezilenler' ordusunun saflarında yerini almışlardır.
Ezilenler'den kasıt başka kimler olabilir...
Belki çocuklardır. İnanılmaz bir sıklıkta yapılan sonra sokağa sefaletin gayyasına sürülen, fakirlik içinde salya sümük çocuklar!
Belki de erkeklerdir. İşsiz, mesleksiz, sahipsiz, gece gündüz çalışıp bir hırka bir lokma hayat süren, hastalıklarla boğuşan, salgınlarda bile devlet tarafından hayvanca muameleye maruz kalan o 'tutunamayan'lardır.
Belki de topyekün sokağın kendisidir.
Can ve mal güvenliğinin olmadığı, kanunsuzluğun kol gezdiği, sefaletin rutinleştiği, dolayısıyla zorbalığın hâkim olduğu sokakta herkes kendi çapında ezilendir.
Hatta parası ve zorbalık yapacak kadar gücü olsa bile o kokuşmuş sokağı terk edip gidemedikleri için sokağın zorbaları da birer ezilendir.
Erkeği, kadını, çocuğu, zengini, fakiri, güçlüsü ve çelimsiziyle hepsi birer ezilendir.

“Kahkaha ve gözyaşı aynı ölçüde mukadderdir” diyor, Necip Mahfuz. Ezilenler'den çıkarılabilecek en büyük hayat felsefesi bu.

0 yorum :

Yorum Gönder