10 Kasım 2015 Salı

Bu yıl ilki düzenlenen Dağlarca Şiir Ödülü'nün sahibi Şükrü Erbaş ile ödül alan kitabı "Pervane" üzerine Evrensel'de yapılan söyleşi...

Dağlarca Şiir Ödülü’nü kazanan Şükrü Erbaş: Kötülük insan haysiyetinden güçlü olamaz

Pervane isimli son kitabı ocak ayında yayımlanan Şükrü Erbaş, ödül alan kitabını, eşinin vefatından sonra yaşadıklarını ve gündemle ilgili izlenimlerini anlattı.
Şehmus AY
Ankara
Şair Şükrü Erbaş’ın ocak ayında yayımlanan “Pervane” kitabına, Dağlarca Şiir Ödülü verildi. 45 yıllık eşi Hatice Erbaş’ın sağlık sorunlarıyla mücadele ettiği bir süreçte, yayıncısının ısrarıyla son anda ödüle başvurusu yapılan “Pervane”nin ödül haberi, Erbaş’ın eşinin vefatından sonraki yas günlerinde gelmişti. Erbaş’la son kitabını, ödülü, kısa süre önce kaybettiği eşini ve şiiri konuştuk. 
Türkçe şiirin büyük ustalarından Fazıl Hüsnü Dağlarca adına düzenlenen ödül bu senenin başında çıkan Pervane kitabınıza verildi. Öncelikle kutluyoruz. Sanırım yayıncınızın ısrarıyla son anda katılmış Pervane. 
Sorunun yanıtı birazcık özele girmeyi gerektiriyor. Eşimin hastalığının son günleriydi. Ne ödül, ne şiir, ne kitap... Canımızdan can çekildiği günlerdi. Yayınevinden İlknur Hanım (Özdemir) aradı, Pervane’yi Dağlarca Şiir Ödülü’ne göndermek istediğini söyledi. Son günüymüş katılımın. Üç bahane buldum hayır için, üçüne de hayır dedi, kıramadım, peki dedim. Bu kadar acıyla halkalanmış bir sevinç yaşamamıştım; eşimin ölümünden kısa bir süre sonra geldi ödül haberi. Kalbim, daha çok kendi üstüne kapandı. Tuhaf bir suçluluk duygusuyla susup duruyorum.
BÜYÜK ŞİİRLER KOLAY KEŞFEDİLMEZ
Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın şiiri bir der-ya. Doğrusu tam anlamıyla keşfedilmiş mi, emin değilim. Dağlarca şiiriyle nasıl bir ilişki kuruyorsunuz?
Açıkçası her okuduğumda korkuyla karışık bir hayranlık duyuyorum. Yaşar Kemal’le ilgili yazdığım yazıda da bu örnekleri vermiştim. Tekrar alıntılayacağım, çünkü aynı büyüklük söz konusu. Victor Hugo, “Homeros, soğumaz, sönmez” der. Goethe’nin de Mozart’ın müziği ile başlayıp Shakespeare’in şiirine bağladığı bir değerlendirmesi vardır: “Mozart, müzik sanatında ulaşılmazlığın simgesidir. Şiir sanatında Shakespeare’in olduğu gibi. Onun sanat evreni de belirişi açıklanması olanaksız bir mucizedir.” Bizim şiirimizle sınırlı tutacak olursak, Dağlarca’nın, Nâzım’ın, Yunus’un, Karacaoğlan’ın, Pir Sultan Abdal’ın şiir evrenleri bana, doğuşu açıklanamaz bir mucize gibi gelir. Elbette başka isimler de sayılabilir. Ancak, yazıldıkları dönemde yazılan şiirin yatağını değiştiren ve kendinden sonra o dilde yazılan bütün şiirlere ustalık eden şiirleri, şairleri kastetmeye çalışıyorum. Büyük şiirlerin keşfedilmesi üç-beş sayfalık tanıtım yazılarıyla olmaz. Büyük emekler ister, büyük akıllar ister. Sonra bu tür keşifler, bir kere yapıldıktan sonra bitmez. Gelen her yeni zaman, o şiirleri kendi akıl, yürek ve yaşantı süzgecinden bir daha geçirecektir. Bu keşifler ölümlü bizlere sonsuzu yaşatan bir ufuk olarak, hayatımızı ve yarattığımız bütün sanat yapıtlarını kuşatacaktır. 
ÖLÜMCÜL BİR İLLÜZYON
Pervane’yi okurken, özellikle Unutma Defteri’nden bu yana daha belirgin olarak gördüğümüz neredeyse o mutlak iyilik duygusu, doğayı ve aşkı bütün doğurganlıkların ve güzelliklerin en tepesine koyan naiflik göze çarpıyor. Sanırım sizin dünyayla ve hayatla kurduğunuz ilişkiyle alakalı bir durum bu.
Modern zamanların insanı bana göre ölümcül bir illüzyonu yaşıyor. Doğayla bağlarını koparıp uygarlık dediği bir cenderenin içine girdikçe içindeki bütün iyilik duygusunu, başkalarını anlama ve sevme yetisini, bir avuç alan içinde yüzlerce bitki, ağaç, çiçek ve börtü böceğin nasıl beraber yaşadığı bilgisini ve görgüsünü kaybetmiştir. Çok gerilerde kalan bu yitik cennet onu, gündelik ilişkilerde akıl almaz bir kabalığa, kıyıcılığa, yalnızlığa yuvarlayıp atmıştır. Bu yenilmişin yarattığı sanat da giderek bir zeka oyununa, kendi ıssız “ben”ini bütün bir topluma giydirme kibrine, bir narcissos teşhirine dönmüştür. Ben, insanın varoluşunun, kendi dışındaki bütün canlı-cansız varlıklardan oluştuğuna inanırım. Bu varlıkların başında da, hepsi de tek tek insan kadar değerli, insanın kalbinin hizasına yazılı, ağaçlardan kuşlara, sulardan bozkırlara, serçelerden kedilere... Doğanın bütün varlıkları gelir. Budur sözümün ve varlığımın büyülendiği yücelik.
Pervane’deki Yutkunma şiiri, kitabın öne çıkan şiirlerinden biri. Bir gözaltında kayıp öyküsü, Yusuf’un öyküsü var şiirde. Şiirin alınlığında da bir Dağlarca dizesi. Bu şiirin hikayesi nedir?
Sadece Ankara’nın değil bütün bir ülkenin vicdanı bir güzel dostum var; Mehmet Özer. Toplumun, tarihin, insanın acı sayfalarını, utanç sayfalarını, zulüm sayfalarını, yıkım sayfalarını tek tek arar, bulur, aralar, açar; yetmez tüm bu olup biten kötülüklerden sergiler, kitaplar yapar. Belli başlı kentlerde bir arınma olanağı gibi insanların vicdanlarına sunar bunları. Bir çeşit toplumsal bellek, bir vicdan gibi çalışır durur. Onun çalışmalarından birisi de, 1990’lı yıllarda ağırlıklı olarak Bölge’de yaşanan, 8-10-13-15 yaşlarındaki küçücük çocukların polis karakollarına, askeri birliklere götürülüp bir daha haber alınamadığı kocaman bir açık yarasıdır bu ülkenin. Yüzlerce çocuktan hâlâ bir haber yoktur. Bu çocukların fotoğraflarını şair, yazar, ressam, müzisyen dostlarına dağıttı, bizlerden birer kısa-uzun yazı istedi. Yutkunma şiiri, Mehmet’in bu hepimize verdiği ortak “ödev”den çıktı. Dağlarca’nın o iki dizesi öyle bir alınlık oldu ki şiire, sanırım başka hiçbir söz bu acıyı böyle kanatlandırmazdı: “Ortalıkta bir yalnızlık / Birisi kaybolmuş kadar.”
YALANA BATMIŞ BİR AHLAK
Önce Suruç, şimdi de Ankara Katliamları. Neler söyleyebilirsiniz bu hunharlıklar için?
Çok gerilere gitmeden -çünkü yüz yılın başına kadar gidersek, neredeyse baştan sona devlet katliamlarının tarihinden söz etmek gerekecek- hemen şu yakın günlere bakalım... Bana göre bizim ilk hatamız bütün gücümüzle, hatta “barış süreci” diye bütün bir ülkeyi aldattıkları ikiyüzlülüğü de tehlikeye atma pahasına, Roboskî’nin üzerine gitmemek olmuştur. Failleri, failler tarafından bile kabul edilen bu büyük alçaklığın “büyük” sorumluları, cezalandırılmalarından vazgeçtim, bir biçimde ülkenin gündeminde tutulabilseydi, durmadan teşhir edilseydi, sanırım ondan sonra yaşanan, giderek bir cinnete dönüşen pek çok katliam, bu kadar pervasız yürürlüğe konulmazdı. Uzun siyasi çözümlemelere gerek var mı? Baştan ayağa yalana batmış bir ahlak, açıklanamaz servetlerinin yaldızlı kiriyle kendi geçmişine bile küfreden bir görgüsüzlük, vicdanlarını şiddetle temizleyen bir eziklik, kağnı gölgesinde gidip kendi gölgesi sanan bir ahmaklık, tam anlamıyla devlete dönüşmüş bir hırs, dünyanın hiçbir yerinde bu kadar acının üstünde saltanat süremez. Onlar yapacaklarını yapıyor da, mesele bizde sanırım. Bunu açmayalım istersen, çok uzar söz... 


http://www.evrensel.net/haber/264018/daglarca-siir-odulunu-kazanan-sukru-erbas-kotuluk-insan-haysiyetinden-guclu-olamaz

0 yorum :

Yorum Gönder