Radikal Kitap Eki 10.10.2013
İlkçağ düşünürlerinden Protagoras (İÖ 481-420) felsefe kitaplarına
en önemli sofistlerden biri olarak geçmiştir. Anadolu ve Yunan topraklarında çok
gezmiş ve yerinde gözlemler yaptığı için ayrıca da çok etki yaratmış bir
felsefecidir. Sofistler genç öğrencilerine siyaset, retorik ve pratik yaşamın
doğrularını öğretmeyi iş edinmişlerdi. Protagoras da hayatını farklı şehirlerde
gezerek, yeni öğrenciler bularak yaşadı. Gözlemlerine dayanan “insan her şeyin
ölçüsüdür” sözüyle ün kazandı. Gezdiği yerlerde çok farklı doğruların olduğunu
görmüş, her toplumun kendi çıkarlarına göre ahlaki doğrular belirlediğini
söylemek istemiştir bu ünlü sözüyle.
Ahlak kuramcılarının hâlâ en önemli sorunudur doğru ile
yanlışın tanımı. Doğruların her insana göre değiştiğini söyleyen filozoflar,
başka bir deyişle, ahlaki görelelikten yana olanlar ile mutlak ahlak
kurallarının doğruluğuna inananlar binlerce yıldır tartışmaya devam ederler.
Her insan için ve her şartta yanlış olan bir olgu bulmak ne kadar mümkündür
konusunu bu hafta okuduğum Sahnede Ölümromanıyla
yeniden düşündüm. Bazı toplumlarda tabu sayılan şeyler, diğerlerinde sayılmaz.
Bazı insanlar için zorunlu doğrular, diğerleri için hiç de zorunlu değildir. Lizbon’a Gece Treni romanıyla ülkemizde de beğenilen
Pascal Mercier, Sahnede Ölüm ile insanlığın en tabu konularına el
atıyor.
Pascal Mercier adını romanlarında kullanan yazarın gerçek adı,
Peter Bieri. Romanlarını sahte isimle yazmasına rağmen, felsefe metinlerini
Bieri adıyla imzalıyor. Felsefe yazmadığında da Bieri, Mercier adıyla
felsefenin ana temalarını ele alan romanlar yazıyor. Akademik olarak zihin
felsefesi ve dil ile ilgilenmesine rağmen romanlarında daha genel felsefe
ikilemlerini ve ahlak tartışmalarını ele alıyor. Tabu sayılan bazı toplumsal
yasakların ardında insan doğası mı yatıyor gibi can alıcı sorular etrafında
yaratıyor hikâyesini.
Kendini kabul ettirememenin
acısı
Sahnede Ölüm bir aileyi anlatıyor. Baba, dünyanın en ünlü piyano markası Steinway’ın akortçusu olarak isim yapmış biri. Berlin’de konser salonları, konservatuarlar, solistler ve Karajan gibi ünlü şefler piyano konusunda onun uzmanlığına güveniyorlar. Oysa o, özel yeteneğe sahip olduğu bu işi küçümsüyor ve hayatını beste yapmaya adamak istiyor. Aslında hayatı, bestelerinin reddedilişin hikâyesi. Ailenin trajedisi de hayatta bir tek tutkusu olan bu adamın sürekli geri çevrilmesi üzerine kurulu. Bestelediği operaları birbiri ardına, hiç durmadan, dünyanın bir yerlerindeki yarışmalara yolluyor ve her seferinde aynı olumsuz yanıtı alıyor. Bu reddediliş karısıyla ikiz çocukları Patrice ve Patricia üzerinde derin iz bırakıyor hatta kendi varlıklarını ortaya koymalarını engelliyor.
Sahnede Ölüm bir aileyi anlatıyor. Baba, dünyanın en ünlü piyano markası Steinway’ın akortçusu olarak isim yapmış biri. Berlin’de konser salonları, konservatuarlar, solistler ve Karajan gibi ünlü şefler piyano konusunda onun uzmanlığına güveniyorlar. Oysa o, özel yeteneğe sahip olduğu bu işi küçümsüyor ve hayatını beste yapmaya adamak istiyor. Aslında hayatı, bestelerinin reddedilişin hikâyesi. Ailenin trajedisi de hayatta bir tek tutkusu olan bu adamın sürekli geri çevrilmesi üzerine kurulu. Bestelediği operaları birbiri ardına, hiç durmadan, dünyanın bir yerlerindeki yarışmalara yolluyor ve her seferinde aynı olumsuz yanıtı alıyor. Bu reddediliş karısıyla ikiz çocukları Patrice ve Patricia üzerinde derin iz bırakıyor hatta kendi varlıklarını ortaya koymalarını engelliyor.
Pascal Mercier büyük bir ustalıkla bu durumun nasıl da hayatı
engelleyen bir unsur olduğunu anlamamızı sağlıyor. Roman, Patrice ve Patricia
adlı ikiz kardeşlerin birbirlerine yazdıkları metinlerden oluşuyor ve onların
satırlarından yavaş yavaş ailenin dramı çözülüyor. Roman da aynı şekilde
kurgulanmış. Kardeşler, yıllar önce, yaşadıkları bir olay sonrasında (ne
olduğunu söylemeyeyim, yazının girişinde değindiğim toplumsal tabular konuya
ışık tutmaya yetecektir) evi terk etmişler; bu kopukluk öylesine bir şiddetle
yaşanmış ki, her biri diğerinden olabilecek en uzak yere gitme arzusuyla, biri
Santiago’ya diğeri Paris’e yerleşmiş. Yıllarca haberleşmeden, sadece anneleri
ile bağlantıda kalarak yaşıyorlar. Ancak, haberleşmemeleri, birbirlerini
düşünmedikleri anlamına gelmiyor; hatta hayatlarının her anında diğerinin
imgesi var. Çocukluklarından beri konuşmadan anlaşma yeteneğine sahipler. Her
hareketin öncesini, nedenini ve etkisini biliyorlar. Yaşamadan önce yaşamış
gibiler.
Bir gün, yıllarca aileden uzak yaşamlar sürdükten sonra, kardeşler
korkunç bir haber alınca eve dönmek zorunda kalırlar. Babaları sansasyonel bir
cinayet işlemiştir. Tosca operasının başrollerinden birini isteyerek ve bilerek
öldürür. Kardeşler eve gelene kadar evin etrafını kuşatmıştır gazeteciler.
Roman bu noktadan sonra geri dönüşlerle bu olaya kadar geçen zamanı anlatır.
Çocukluk anıları, annenin dengesiz davranışları, baba ile ilişkiler ve ayrı
yaşadıkları yıllarda hayatlarına giren önemli insanları anlatırlar. Patrice’in
hayatı kız kardeşinin olmadığı duraklama dönemine girer; oysa Patricia
ilerlemeye çalışır hayatta. Bir sevgili edinmiş, işinde başarılı olmuş ve
kendince bir rutin oluşturmuştur. Patrice’in hayatı böylesi bir düzenden yoksun
görünür. Hasta bir çocukla ilişkisi etrafında gelişmiş bir hayatı olduğunu
anlarız. Mercier akıllıca bir şekilde Paco adını verdiği küçük çocuk ile
Patrice’in çocukluğuna gönderme yapar. İsim benzerliği bir yana, Paco sanki
Patrice’in ruhu sakatlanmış çocukluğunun simgesidir. Onun iyileşmesi,
Patrice’in çocukluğu ile barışması anlamına gelecektir.
Cinsel dürtüler
Sahnede Ölüm, çok karmaşık aile ilişkilerini anlatıyor. Kimse masum değil bu hikâyede. Karakterler sanki Freud’un kuramlarından yaratılmış gibiler; her arzunun altında cinsel dürtüler yatıyor ve her serbest çağrışım, akla ahlaki yasakları getiriyor. Pascal Mercier’in dili, Freudçu çözümlemelere çok yatkın. Patrice ile Patricia, çok küçük yaşlardan beri her şeyi hatırlıyorlar ve o günlerde neler hissettiklerini de benzer şekillerde dile getiriyorlar. Elbette bu pek realist görünmüyor, hastalıklı bir hatırlama oyunu oynuyorlar sanki. Her davranışı, her sözü, her nesneyi sadece hatırlamakla kalmıyorlar, aynı zamanda bu fenomen her ne ise, onun yarattığı etkiyi de hatırlıyorlar. Böylece evdeki her eşyanın hikâyesi var. Aynanın, piyanonun, yatağın, vb... böyle sürüp gidiyor. Romanın bir noktasından sonra bu denli hatırlamanın ve hatıralar içinde yaşamanın hayatı imkânsız kıldığını görüyoruz. Aslında romanı da durdurmaya başlıyor bu detaycılık. Kahramanlar bunu görebiliyorlar mı? Hiç sanmıyorum. Yazar da bu denli hastalıklı bir hatırlama oyununun garipliğine dikkat çekeceğine, normalleştirme için aşırı çaba harcıyor. Sahnede Ölüm felsefi ve psikoanalitik temalarıyla ilginç ama en çok da toplumsal tabuları zorlamasıyla okurların ilgisini çekecek bir roman.
Sahnede Ölüm, çok karmaşık aile ilişkilerini anlatıyor. Kimse masum değil bu hikâyede. Karakterler sanki Freud’un kuramlarından yaratılmış gibiler; her arzunun altında cinsel dürtüler yatıyor ve her serbest çağrışım, akla ahlaki yasakları getiriyor. Pascal Mercier’in dili, Freudçu çözümlemelere çok yatkın. Patrice ile Patricia, çok küçük yaşlardan beri her şeyi hatırlıyorlar ve o günlerde neler hissettiklerini de benzer şekillerde dile getiriyorlar. Elbette bu pek realist görünmüyor, hastalıklı bir hatırlama oyunu oynuyorlar sanki. Her davranışı, her sözü, her nesneyi sadece hatırlamakla kalmıyorlar, aynı zamanda bu fenomen her ne ise, onun yarattığı etkiyi de hatırlıyorlar. Böylece evdeki her eşyanın hikâyesi var. Aynanın, piyanonun, yatağın, vb... böyle sürüp gidiyor. Romanın bir noktasından sonra bu denli hatırlamanın ve hatıralar içinde yaşamanın hayatı imkânsız kıldığını görüyoruz. Aslında romanı da durdurmaya başlıyor bu detaycılık. Kahramanlar bunu görebiliyorlar mı? Hiç sanmıyorum. Yazar da bu denli hastalıklı bir hatırlama oyununun garipliğine dikkat çekeceğine, normalleştirme için aşırı çaba harcıyor. Sahnede Ölüm felsefi ve psikoanalitik temalarıyla ilginç ama en çok da toplumsal tabuları zorlamasıyla okurların ilgisini çekecek bir roman.
0 yorum :
Yorum Gönder