30 Temmuz 2014 Çarşamba

Fırtına öncesi yaz tatili

Haluk Kalafat
Radikal Kitap Eki 11.07.2014 




Yalnız Kadınlar Yazı’nı okudum. Arka kapak yazısına bakıp bir aşk romanı olduğuna karar vermiş, tatile giderken yanıma almıştım. Çok beklentim yoktu ama beni şaşırttı. Hallice bir aşk romanı Yalnız Kadınlar Yazı, hatta iyi bile denebilir. Zaten çok iyi bir aşk romanı yazmak kolay olmasa gerek sanıyorum.
Kendimce iki neden buldum bu savı desteklemek için: Birincisi herkes âşık olur ya da olduğunu sanır. Ve aşk bu ya, herkesin aşkı kendince en güzelidir. Ya da şöyle ifade etsem belki daha anlaşılır olur: Aşk meselesi herkesin bir fikrinin olduğu, kendince uzman olduğu bir konu, tıpkı futbol gibi. Hani kimse oynanan futbolu beğenmez ya... Kime sorsan teknik direktör olsa daha iyi takım çıkaracaktır ya da orada babası olsa o topa daha düzgün vuracaktır…
Bulduğum ikinci neden ise şu: En güzel aşk hikâyeleri zaten yazılmıştır ve de toplumların ortak hafızalarına çoktan kazınmıştır, daha iyisini ya da farklısını yazmak öyle kolay değildir.
“Beyaz dizi”nin çok ötesinde
“Aşk olsun”, illa iyi bir aşk romanı olması gerekmez diyorsanız; “beyaz dizi” türünden binlercesi kolaylıkla yazılıyor, aynı kolaylıkta okunuyor. Kendi çapımda hafif uzman sayılırım beyaz dizi konusunda. Nedir bu beyaz dizi olayı diye arka arkaya onlarcasını okuyarak bir süre eğlenmiştim. Kırmızı Kedi Yayınevi’nin yayımladığı Yalnız Kadınlar Yazı da ilk bakışta bu kategoride yer alıyormuş gibiydi. İtiraf edeyim yazarımız Beatriz Williams şaşırttı beni. Temiz bir aşk romanı kabul, ama bu kadarla kalmıyor. Merakla okuttu kendisini bana.
İki nedenle şaşırdım: Birincisi, romanda her şey temel beyaz dizi kalıplarına, trüklerine uyuyor görünüyordu ama aslında uymuyormuş da uyuyormuş gibi karışık bir durum oluştu finalde. İkincisi, 1931 ile 1938 yılları arasında geçen hikâye, dönemin ABD’sinde Manhattan orta-üst sınıfının “yazlık” alışkanlıklarının, ekonomik kriz sonrasındaki halinin iddialı olmayan bir tahlilini alttan alta yapıyor. Üstelik bunu yaparken beni iki kez ters köşeye yatırdı.


Trüklere kanma, trüksüz kalma
Beatriz Williams’ın sırrı, benim gibi onu tanımayan okur için, basitliğinde. Basit bir hikâye kuruyor. Güzel ama güzelliğinin farkında olmayan, naif ama akıllı bir genç kadın ile yakışıklı, uzun boylu başarılı bir Amerikan futbolu oyuncusu birbirlerini ilk görüşte sever. İkisi de New York’un “köklü” ailelerinden gelmektedir. İkisinin de ailesi zengindir. İkisi de üniversitede okumaktadır, ikisi de başarılıdır...
“Köklü” ailelerin üzerine atlayacağı türden bir ilişkidir bu; lakin iki sorun vardır. İlki can sıkıcıdır; genç adamın babası Yahudi’dir. İkincisini bu kadar ciddi değildir, Yahudi baba 1929 krizinden büyük bir finansal yara alarak çıkmıştır; şirketinin batmakta olduğu söylentisi vardır ama genç kadının ailesi iki genci rahat rahat bakabilecek durumdadır.
Almanya’da Hitler rejiminin yükselişini satır aralarında okuruz; beyaz, orta sınıf mensubu Amerikalıların Yahudilere karşı yaklaşımının biraz limoni olduğunu da anlarız. Yahudi baba meselesi zorludur yani. Genç kadın, annesinin değil ama babasının açık fikirliliğine güvenmektedir. Hatta bu konuyu tartıştıkları bir seferinde babasının neredeyse bir sosyalist olduğunu bile söyler. Ancak erkek arkadaşını babasıyla tanıştırmaya getirdiğinde babası büyük tepki gösterir; hatta küçük bir kalp krizi geçirir.
Bu aşamadan sonra ilişkileri imkânsız aşka dönüşür ve gizli buluşmalar, çözüm planları yapılır.
Bu izlek klasik bir aşk hikâyesi. Bunlar 1931’de oluyor. Ancak yazarımız öyküyü iki zaman diliminde anlatıyor. Bir bölüm gençlerin aşkının filizlendiği 1931’i, diğer bölüm 1938 yazında genç kadının her yıl ailecek yazlığa gittikleri Rhode Island’ı ve yazlık bölgesinin özel olarak en lüks bölümü olan Seaview’ü anlatıyor.  1938’de, genç kadın henüz altı yaşındaki kızkardeşine bakmaktadır ve dünyayla ilişkisini büyük ölçüde kesmiştir. Yazlığa geldiğinde eski sevgilisinin en yakın arkadaşıyla evlenip Rhode Island’da kendilerine yakın bir eve taşındıklarını öğrenir. Tüm yaz boyunca eski sevgilisi ve eski arkadaşıyla görüşmek zorunda kalır.



Beatriz  Williams’ın bir kitabını daha okursam basit anlatımının tuzağına düşmeyeceğimi sanıyorum, ki biraz araştırdım toplam üç kitabı var. İlk kitabı Overseas ve üçüncü kitabı The Secret Life of Violet Grant. Üç romanı da 20. yüzyılın ilk yarısında geçiyor. Bir tür mikrotarih çalışması gibi romanları ama illa ki bir aşk hikâyesi etrafından anlatıyor ne söyleyecekse.
Fırtınalı bir son
Williams, Yalnız Kadınlar Yazı’nda, ki yeri gelmişken belirteyim romanın orijinal ismi A Hundred Summer, 1929 krizi sonrası sarsılan orta-üst sınıfın püriten ahlakının sahteliğini, yüzyılın başlarına kadar gözde bir tatil beldesi olan Seaview’ün çökmekte olan sosyal yaşamını, II. Dünya Savaşı öncesi toplumsal gerginliği atmosfer olarak kullanıyor.
Romanı Seaview’ün çöküşüyle noktalandırıyor. Ama fiziki bir son bu. Noktanın bir de adı var: New England Kasırgası. Bu kasırga 1938’de Kuzey Amerika’nın kuzeybatı sahilini yıkıp geçen ABD tarihinin en büyük doğa felaketlerinden birisi. Birçok sahil yerleşimi zarar görmüş fırtınadan ama kumsala sıfır inşa edilen ve çoğu ahşap olan Seaview villaları tümüyle okyanusa karışmış. Geriye birkaç binanın taş temeli kalmış.
Seaview’ün yok oluşu yazar için muhtemelen bir anlamda bir kafa yapısının da sonunu temsil ediyor. Romanda olayları genç kadının gözünden takip ediyoruz. Yorumları bir kadının gözünden alıyoruz. Bu açıdan bir kadın romanı.
Lakin küçük bir sorun var. Romanı anlatanın etrafında dönüp duran dolaplardan çok az haberi olmalı ki, olayları onunla birlikte öğrenen okur meraklansın. Bu durumda kahramanımız bir iyilik ve naiflik timsali bir genç kadın oluyor. Bu biraz sinir bozucu olabiliyor. Ama bu kadın kahramanımızın “güçsüz”, “kendi ayakları üzerinde duramayan” biri olduğu anlamına gelmiyor; sadece melek kadar saf kendisi…  Zaten kitabı da “beyaz dizi” trüklerine yaklaştıran özelliği bu. Ama dediğim gibi trüklere aldanmamak gerekiyor.

0 yorum :

Yorum Gönder